Rejim ve arayışları

ABD ve AB tarafında sınırlı ölçüde de olsa gündeme getirilen yaptırımlar, iki arada bir derede tutumun sürdürülemezliğini işaret etmesi açısından önemli.

Dünyada jeo-stratejik değişimlerin zorlandığı daha doğrusu bir yeniden paylaşım savaşının ve emperyal güçlerin kendi yarattıkları bu zemini büyük bir fırsat olarak gördüğü/değerlendirmeye çalıştığı bir dönemin içinden geçiyoruz. Bu tür değişimlerin her anlamda ağır ilerleyen süreçler olduğunu tarihte yaşananlar bize gösteriyor. Bugünün geçmişte olan benzer örneklerden temel farklılıkları, belirgin kampların olmadığı, savaşın büyüklü küçüklü birçok aktörün eylemlerinin bir bileşkesi olarak sürdüğü, silahlanmanın ve silahların geldiği boyut itibarıyla savaşın sınırlanmış, belirli alanlarda cereyan edemeyeceği aynı zamanda bütün bu yaşananların Korona salgını gibi "hastalıklar" ve her geçen gün ağırlığını hissettiren küresel ısınmanın eşliğinde yaşanıyor oluşu diye ifade edilebilir.

Türkiye’deki iktidar bloku özellikle Arap Baharı diye adlandırılan süreç ve iktidar yapısı içerisindeki değişimlerin paralelinde 2010’lu yılların başından itibaren sürmekte olan savaşı kendilerini emperyal bir güç olarak tanımlamak için fırsat olarak gördüler. O zamanlar Birgün Gazetesi’nde şakayla karışık "Ulu Hakan Tayyip Han" benzetmeleri yaparken işin doğrusu birgün gelip bu role onların da kendilerini bu kadar kaptıracaklarını düşünmemiştim. Baksanıza Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın kendisi ile bu hafta yapılan bir söyleşide "Kurb-i sultan ateş-i suzan; yani sultana ne kadar yakın olursanız, ateş o kadar yakıcı olur" buyurmuşlar. Özetle başka bir dünyada yaşıyorlar…

Bu süreçte rejim kendini buna ne sıfat eklersek ekleyelim bir diktatörlük olarak restore ederken emperyal yayılma siyasetinin bir gereği olarak silah sanayini alabildiğine geliştirmeye çalıştı. Sürecin bugün gelinen noktasında ne kadar bazı bağımlılıklar içerse de 2019 verileriyle toplamda 11 milyar dolar cirosu olan bir silah sanayi elde ettiler. Muhtemelen 2020’de özellikle artan SİHA satışları nedeniyle bu miktarın daha da yükseldiğini söylemek mümkün. Olanlar insanlık hanesine vehamet olarak yazılması gerekirken kendisini "küresel savaşçı" diye tanımlayan bir zihniyet için kuşkusuz bunlar bir başarı unsuru. Türkiye’yi yönetenlere bütün bu süreçte gerek silah ve silah parçaları satarak gerekse de çeşitli biçim ve gerekçelerle siyasal planda destek veren ülke yönetimleri bir çok kanlı suça ortak oldular ve olmaya devam ediyorlar.

Sadece inşaat, turizm ve tekstille büyük güç olunamayacağının epeydir farkında olan rejim özellikle epey tozlanmış yüzyıllık haritaları karıştırarak etnik ve dinsel meseleleri birer olanağa dönüştürüp petrol ve gaz kaynaklarına el koyma arayışına girişti. Bugün Suriye, Irak, Libya ve Azerbaycan’da (Dağlık Karabağ) sürdürülen işgal siyasetinin özü budur. Bu zihniyetin dağarcığının bir boyutunu da elbette başka halklar üzerindeki devşirmeci ve soykırımcı politikalar oluşturuyor.

Rejim, emperyal siyasetinin büyütmesinin yolunun belli ittifaklardan geçtiğin başından beri farkındaydı. Sürecin ana belirleyeni Türkiye’nin uluslararası kapitalizmle girdiği ilişkinin boyutu ve bunun içerideki sınıflar mücadelesine yansımasıyla ilintili. 

Suriye savaşı sürecinde TC genel olarak Batı’nın desteğini alırken Kobani’de yaşanan savaş (Eylül 2014- Şubat -2015) özellikle ABD ile ilişkilerde bir dönüm noktası oldu. Daha sonrası 24 Kasım 2015’te düşürülen Rus uçağıyla başlayan süreç Rusya ile Türkiye arasında bugün var olan kırılgan bağımlılık ilişkilerini şekillendiren başlangıçtı. Genel olarak Batı’ya bağımlı olan sistem Rusya ile ilişkileri de bir biçimde korumak zorunda kalarak bugünlere kadar geldi. Bugün ABD ve AB tarafında sınırlı ölçüde de olsa gündeme getirilen yaptırımlar, iki arada bir derede tutumun sürdürülemezliğini işaret etmesi açısından önemli. TC’yi yönetenler elbette bütün aymazlıklarıyla şantaj ve rehine politikalarını sürdürmekte kararlı. Tek güvendikleri şey, Batı kapitalizminin kendileri için de bir yıkım olarak karşılığını bulacakları Türkiye ekonomisinin çökertilme operasyonuna giremeyecekleri varsayımı. Türkiye’yi gerçekten kaybedeceklerini hissederlerse bunu yapmamalarının bir garantisi var mı?

Muhtemelen Biden’la birlikte bu tehlikenin belirginleştiğine kanaat getiren rejim şimdilerde Libya, Suriye, Irak, Ukrayna ve Dağlık Karabağ politikalarıyla en nihayetinde Rusya, İran ve Suriye yönetimleri karşıtı olan politikalar üzerinden kendi istediği koşullarda ABD ile ortaklaşmanın yollarını arıyor. ABD ve  şimdilik bir söylenti olarak dolaştırılan İsrail’e yeni elçi atamaları da bu politikanın görebildiğimiz parçalarından. Fakat böyle bir manevranın önünde çok sayıda takoz var. Bakın mesela Putin yıllık konuşmasında bunlardan birini "Erdoğan sözünde duran adamdır…" diyerek ona anımsattı.

Ermenistan’ın zor günleri

Bütün bu güç çatışmalarının hengamesi içinde kalan Ermenistan ve Dağlık Karabağ’a gelince maalesef zor günlerden geçiriyor. Bir tarafta geçen hafta Dağlık Karabağ’da yaşanan çatışmalarda esir düşen Ermeni askerlerin varlığı, Karabağ yönetiminin genel olarak bu işlerde düştüğü zafiyet hali ve onun yansımaları derken Ermenistan’daysa Başbakan Paşinyan karşıtı gösteriler sürüyor. Muhalefet 22 Aralık’ta genel grev çağrısı yaptı. Azerbaycan’a Ermenistan’ın Syunik bölgesinden toprak verilip verilmeyeceği ve Dağlık Karabağ’ın kalan kısımlarıyla ilgili haritadaki belirsizlikler derken ülkede güven bunalımı derinleşiyor. Kaybedilenler, yas…

Paşinya’nınsa sürece liderlik edemediği, toplumu ve bürokrasiyi bir arada tutabilecek ölçüde yeterli politika geliştiremediği görülüyor. Özetle Paşinyan "Kadife Devrim" günlerindeki Paşinyan değil. İktidar koltuğuna oturduktan sonra yavaş yavaş "devrimci" hallerinden uzaklaşmaya başlamıştı. Eğer güven bunalımını aşmak için yeni politikalar geliştiremezse sür git bu halde ülkeyi yönetemez. Muhalefet de düşünce yapısı ve görünürdeki önderlikleri nedeniyle halka ne kadar umut, güven ve gelecek vadedebilir bu da belirsiz…

Aliyev de zafer sarhoşluğunun verdiği güvenle son dönem yaptığı "Biz aslında Koçaryan ve Sarkisyan’ı yendik. Onlar da bütün sorumluluğu Paşinyan'a yıkmaya çalışıyorlar. Önceden de söylemiştim, Paşinyan kim ki? O sadece Sarkisyan ve Koçaryan rejimine karşı protesto dalgası arasından iktidara gelmiş rastgele bir adamdır." minvalindeki açıklamalarıyla "eski mesai arkadaşları"na değil gerçekte Paşinyan’a karşı kini körüklüyor.

Bölgeye dönük Putin yönetiminin yaptığı açıklamalar ve şu ana kadar attığı adımlarınsa Dağlık Karabağ’ ve Ermenistan üzerinde kalıcı bir hakimiyet sağlamaya çalışır doğrultuda olduğu söylenebilir. Coğrafya ile ilgili daha genel jeo-stratejiyle bağlantılı hesaplar yapıldığı görülüyor. Özellikle bu süreçte Türkiye’nin hem Kuzey Kafkasya’ya hem de İran’a dönük arayışlarının hesaba katıldığı düşünülebilir. Putin’in yıllık konuşmasında bir soru üzerine bölgeyle ilgili söylediği "…Uluslararası hukuk çerçevesinde bakarsak da buralar gerçekten de Azerbaycan’ın topraklarıydı. Ancak durum, olağan normatif hükümlerden çok daha karmaşık. Kökler, Sumgait’te başlayan ve ardından Dağlık Karabağ’a taşınan etnik çatışmada yatıyor. Burada her iki tarafın da kendi gerçeği var. Dağlık Karabağ Ermenileri bir zamanlar canlarını korumak için ellerine silah aldılar" diyerek her iki tarafın ayrı gerçeklerine işaret etmesi "ilginç". Putin yönetiminin buradan hareketle "yeni bir gerçek" yaratmaya çalışıp çalışmayacağı ise şüphe konusu…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi