ayşe düzkan
sağcılığın yeni şeytanı: lgbti+
fahrettin altun, tam da kadıköy’de büyük kadın buluşmasının olduğu cumartesi günü, bayram değil, seyran değil kapsamında, dijital dünya çalıştayı’nın açılış konuşmasında eşcinsellik konusuna değindi! çalıştay, anadolu yayıncılar derneği tarafından dolmabahçe çalışma ofisi’nde düzenleniyor. işin bu kısmını araştırmayı muhabir arkadaşlara bırakalım. altun, konuşmasında "dijital faşizm"e dikkat çekiyor. bir yönetim biçimine işaret eden faşizm terminin önce her türden baskı için kullanıldığına şahit olmuştuk, ardından hoşa gitmeyen her şey için kullanılır oldu. hakkını yemeyelim, terimi tersyüz etme konusunda fahrettin altun kadar ileri giden olmamıştı, klasmanında zirveye oynuyor!
altun, konuşmasının devamında, "özgürlük ve hoşgörü gibi kavramların hiçbir şekilde eşcinsellik propagandası için yozlaştırılmasına, bu yolla ailelerimizin ve çocuklarımızın hedef alınmasına kesin olarak karşı çıkıyoruz. (cümle düşüklüğü ona ait.) bahsettiğimiz küresel şirketler için bu propaganda neredeyse bir yasa hükmünde. hiçbir şekilde eşcinsellik propagandasının yanında yer almayacağız. vatandaşlarımızı her türlü aşırılıktan korumak devletin görevidir. bu tür çirkinliklerin özellikle gençlere ‘normal’ bir şey gibi sunulması, toplumsal düzenimize ve milletimizin asil karakterine yapılmış bir saldırıdır," demiş.
birincisi; cinsel yönelim propagandayla, özendirilmekle belirlenebilecek bir şey değil, öyle olsa toplumda hiç eşcinsel olmazdı. çünkü sabah akşam, reklamlardan sanatlı sinemaya, en kötü kliplerden en iyi romanlara kadar her yerde heteroseksüellik propagandası var; yani özenecek olsalar onlar özenirdi! ama şu olur, kendini yanlış ve yalnız sanan bir eşcinsel ya da trans, medya, sinema, diziler, edebiyat aracılığıyla kendisi gibi başka insanlar da olduğunu, çaresiz, yalnız, yanlış olmadığını ve varoluşunu onurla yaşayabileceğini görür. ikinci nokta; devletin vatandaşlarını aşırılıktan korumak gibi bir görevi yok, devletin görevi tüm vatandaşlarının can güvenliğini ve refahını sağlamak.
milletimizin asil karakteri denince, aklıma ister istemez, aynı gün yayınlanan bir haber geliyor. elindeki üç hilal dövmesinden milletimizin asaletine olan inancı belli olan ve medyanın nedense adını gizlediği 23 yaşındaki aydınlı genç. komşusu olan ve nedense medyanın adını vermekte beis görmediği, 92 yaşındaki kadını, tecavüz ettikten sonra öldürmüş ve ziynetlerini çalmış! bilmiyorum aşırılık sayılır mı. ama bu türden erkek şiddeti toplum düzenini tehdit etmiyor. ironi yapmıyorum, gerçekten etmiyor. toplum düzeni, her kadının her yaşta, her durumda erkek şiddetinden korkmasıdır biraz da.
işte ama lgbti+’lar bu düzeni ucundan köşesinden de olsa bozuyor. ayrıca bu insanlar muhafazakâr düşüncenin, erkeklerin üstün olduğu fikrinin zehirlediği kitleler için kolay bir nefret nesnesi ve iktidarını sürdürmek için düşmana ihtiyaç duyan iktidarlar için çok kullanışlı bir azınlık. daha önce yazdığım bir şeyi tekrar edeyim; islamcı faşizmin yahudisi lgbti+’lar.
burada, konuya aşina olanların bıktığı bazı gerçekleri tekrar etmek istiyorum. lgbti+’lar toplumun her kesiminde, her sınıftan, milliyetten, inançtan insan arasında mevcut. tek fark sınıflarından, mesleklerinden vb. kaynaklı çeşitli avantajları olanların kimliklerini açık yaşama konusunda görece rahat olmaları.
ama feminizm açısından mesele çok daha geniş. cinsiyet üzerine düşünen ve eyleyen bir politik akım olarak lgbti+ hareket, kadın kurtuluş hareketinin birincil müttefiki. çünkü feminizm, cinsiyetin bütün toplumsal sonuçlarıyla birlikte ortadan kalktığı bir dünya hedefler; insan sayısı kadar cinsellik, insan sayısı kadar cinsel yönelim ve insan sayısı kadar cinsiyetin bulunduğu bir dünya.
bu iki hareket arasındaki ilişkinin, özne ve dayanışma ilişkisinin nasıl olacağı üzerine bu ülkede ve başka ülkelerde, geçmişte ve gelecekte yapılmış, yapılması gereken tartışmalar var. bu tartışmalar akademinin, hayatla, sokakla, mücadeleyle bağını koparmış dünyasında yapılmadı, yapılmayacak. bu tartışmada nerede durursak duralım, rekabet alanında değil, yoldaşlık hukuku içinde kalmamız gerektiğini hatırlatmaya gerek yok.
bu uzunca parantezden sonra tekrar günümüze dönüyorum, yani cumartesi günü kadıköy’e.
büyük kadın buluşması’na katılmak isteyen trans kadınlar hem girişte hem de dağıldıktan sonra polis şiddetiyle karşılaştı. yargının ve kolluğun iktidarla ilişkisini bilen bu mecranın okuruna bu işin yasalara aykırı olduğunu söylemeyeceğim. (iktidarın denetiminde olduğunu bildiği, gördüğü, söylediği halde türk yargısına güvenme işini meral akşener’e bırakabiliriz, bence.) bu şiddet şeytanlaştırılmaya çalışılan bir topluluğu bir kere daha sindirmeye yönelik değil sadece. aynı zamanda, meşruiyetini, gücünü ve etkisini dosta düşmana göstermiş kadın kurtuluş hareketinin en önemli müttefikiyle arasına kama sokmak, pazartesi günü türkiye’nin dört bir yanındaki gece yürüyüşlerine katılmaktan caydırmak gibi çok amaçlı bir iş bence.
demirden korksaydık trene binmez, erkekten korksaydık feminist olmazdık. 1980’lerde, ilk yola çıktığımızda, bizi yok sayanlara karşı "kadınlar vardır" demiştik. yoğurtçu parkı’nda, 1987’de, bunu toplu halde ilk söylediğimizde kürsüdeki konuşmacılar arasında bir trans kadın vardı. kadınlar artık her yerde. şimdi translar vardır diyoruz, lgbti+’lar vardır, alışın her yerde karşınıza çıkacaklar ve bir yere gitmeye niyetleri yok. birbirimizin elini bırakmayacağız, devamını da konuşuruz.