Esra Yalazan
Savaş tanıklıkları ve faşizme mazeret arayanlar
Günlerdir korkunç görüntüleri, çaresiz sesleri, vahşeti, belirsizliği ve kayıp hikâyeleriyle tanığı olduğumuz savaş nedense hayatı büsbütün felç etmiyor. Günün "son sıcak" haberlerine bakıp biricik hayatlarımızın sorunlarına dönerken yeni katliam kurbanlarını toplu mezarlara gömüp uzağında yaşadığımızı düşündüğümüz bir trajedinin koynunda uyuya kalıyoruz.
Savaşlara, katliamlara dair tanıklıkları içeren mektupları, hatıratları, belgesel metinleri, kurgulanmamış hikâyeleri okurken öncelikle insanın telafisi mümkün olmayan acılarla, henüz dile dönüşememiş ağır yıkımlarla nasıl baş edebildiğini düşünüyorum. Orada hınç, öfke, suçluluk duygusu, korku, pişmanlık, güvensizlik gibi pek çok duygu enkazı var ve oradan parçalanmadan, kaybolmadan çıkmak çok zor.
İçinden geçip gittiğimiz yüzyıldaki savaşların kanlı arenasında dönüp eski savaşların tanıklığını okumak berbat bir döngünün görünen yüzü sadece. Savaşa dair sözlü tarih çalışmalarıyla tanınan Nobel ödüllü Svetlana Aleksiyeviç kitaplarından birinin sonuna not düşmüştü;
"Göğüs göğüse savaşırken öldürdüğün insanların gözünün içine bakarsın. Bomba atmaya ya da siperden ateş etmeye benzemez, diye anlatmışlardı bana. Bir insanın ölmeye ve öldürülmeye dair hikâyesini dinlerken de geçerli bu. Gözlerinin içine bakarsın!"
Bence yazarın bu tespiti savaş hakkındaki gerçek tanıklıkları dinlerken, izlerken gözlerini kaçıran, savaşa, katliama, faşizme mazeret arayan herkes için geçerli. Gözlerinin içine bakabilme dürüstlüğü sıradan bir "duyarlılıktan" daha fazlasına ihtiyaç duyuyor. O yüzleşme, ölümün, öldürmenin, yok etmenin, hiçleştirmenin, aşağılamanın gerisindeki hakikati bütün dikenleriyle sıkıca kavrama cesaretini de içeriyor çünkü.
Kanlı bir kahramanlık operası
Eric Hoffner, geçen yüz yılın en etkili kitaplarından bir olarak anılan ‘Kesin İnançlılar’da faşizme mazeret aramadan bulanları da herkesin anlayabileceği bir dille tarif ediyordu;
"Bir ritüelin, törenin, dramatik bir performansın ya da oyunun parçası olduklarında ölmek ve öldürmek kolay görünür. Gözünü kırpmadan ölümün karşısına çıkabilmek için şu veya bu şekilde inandırma gereklidir. Gerçek, çıplak benliğimiz için, ne bu dünyada ne de öbür dünyada ölmeye değecek bir şey vardır. Ne zaman kendimizi sahnelenmiş (ve dolayısıyla gerçek olmayan) bir performansta rol yapan aktörler olarak görürsek, ölüm işte ancak o zaman korkunçluğunu, nihailiğini kaybeder ve bir inandırma eylemi, teatral bir jest olur.
Hitler seksen milyon Almana üniformalar giydirerek, onlara muhteşem ve kanlı bir kahramanlık operası oynatmıştır. Bir açık hava tuvaletinin yapımı bile fedakarlık konusu olan Rusya’da hayat, otuz yıldan beri kesiksiz bir heyecanla devam eden bir drama olmuştur ve sonu da henüz belli değildir. Londra halkı bomba yağmuru altında kahramanca hareket etmişti, çünkü Churchill onlara kahraman rolü biçmişti. Bunlar kahramanlık rollerini, büyük bir seyirci topluluğu - atalar, çağdaşlar ve gelecek kuşaklar - önünde, yanan bir dünya şehrinin alevleriyle aydınlatılmış bir sahnede, top patlaması ve bomba ıslıklarından meydana gelen bir müzik eşliğinde oynamışlardır".
Bugün Ukrayna’yı işgal ederken sivilleri katleden, ülkeyi kültürel ve ekonomik birikimleriyle yakıp yıkan, milyonlarca insanı açlığa, sefalete, evsizliğe, yurtsuzluğa mahkûm eden, askerlerin ölü bedenlerini bile ailelerinden gizleyen, arsız bir inatla suç işleyen Rusya’nın sergilediği uyduruk gerekçeli "performans", tarihin trajik tekrarından başka bir şey değil. Savaşın hiçbir anlamda telafi edilemeyecek kayıplarını, vahşetini kan dondurucu bir soğukkanlılıkla yorumlayan analistlerin, taraftarların her gün yeniden unutturmaya çalıştıkları bu basit gerçeklik "teatral bir jestle" kapatılamayacak kadar sarsıcı. Üzerinden asırlar geçse de o performansa katılan "aktörler", savaşın, öldürmenin, faşizmin korkunçluğunu yok edemez.
Gözlerinin içine bakamıyorlar
Günlerdir yazar, fotoğrafçı ve belgesel filmci Yevgenia Belorusets’in savaşın başından beri Kiev’den yazdığı ve eş zamanlı olarak K24’de yayımlanan mektupları okuyorum. Savaşın yıkıcılığını ve gündelik hayatı sarsan yanlarını en çıplak ve sade haliyle gösteren o sesin can yakan kısmı bu savaşla sınırlı değil. Her asır farklı "oyunlarla" - aslında hep aynı - sahnelelen teatral vahşet, ne yazı ki insanların çoğunluğu tarafından bir biçimde kabul görüyor. Savaşa dair kurgusal metinleri, romanları, şiirleri, filmleri, kahramanlık hikâyelerini tuhaf bir iştah ve anlaşılmaz bir hayranlıkla sömürürken gerçek hikâyeleri anlatanların gözlerinin içine bakamıyorlar çünkü.
39. Gün - 3 Nisan 2022 / Belorustes’in Ukrayna günlüğünden;
Bucha kanda boğuluyor. Orada oturan birinin hayatta kaldığını duyarsanız, bu bir mucize. Diktatör, bizim sadece akraba halklar değil, esasen "tek halk" olduğumuzu iddia ediyor. Rus ordusunun burada yaptıklarını görünce, Bucha ve İrpin’de yol kenarında cansız yatan, tecavüze uğramış kadınları ve de ölü çocukları görünce, hemen kavrıyorsunuz: İnsanlıktan çıkmışların gerçekleştirdiği bir soykırım bu.
35. Gün - 30 Mart 2022
"Savaş", savaş zamanında, barış zamanında olduğundan bile daha az anlaşılır bir kelime. Şu anda etrafımda olup bitenler – aralıksız bombardıman ve işittiğim uyarılar…"Savaş"ın anlamı bu olsa gerek. Ama bu kelime anlamsız görünüyor, çünkü savaşta gerçeklik kırılarak bölümlere ayrılıyor; adalara, parçalara.
"Son savaş" günlükleri okurken masanın üzerindeki "eski savaş" tanıklıklarını aktaran kitaplara kayıyor bakışım. ‘Son Tanıklar’ı hatırlıyorum. Ürpererek okumuştum. Aleksiyeviç, SSCB’de yirmi milyonu aşkın insanın hayatını kaybetmesine yol açan II. Dünya savaşı dönemini çocuk olarak yaşamış tanıklarla konuşmuştu. Taşlaşmış bir bezginlikle karıştırıyorum sayfaları;
Hidrolik mühendisi olan Katya Koroteyeva, savaşla 13 yaşında tanışmış. "Size savaşın kokusunu anlatacağım" diyerek başlıyor hikâyesine. Savaş onun hafızasında leylak kokusuyla ilişkilenmiş;
"Yürüyorsun, yerde kapkara bir ceset, yatan yaşlı bir adam demek. İlerde, küçük, pembe bir şey görüyorsun, demek ki yanan küçük bir çocuk. Kömürleşmiş kalıntılar üzerinde pembe pembe yatıyorlardı…Annem çıkarıp mendiliyle gözlerimi bağladı. Böyle vardık evimize, daha doğru bir kaç gün önce evimizin bulunduğu yere. Artık ev mev yoktu ortada. İlk faşistleri görmüştüm de seslerini duymuştum; hepsinin çizmesinde nalça vardı, gürültüyle yere vura vura yürüyorlardı. Onlar yürüdükçe yerin bile canı yanıyor gibi geliyordu bana. O yıl öyle çok çiçek açmıştı ki leylaklar…Kuş kirazı ağaçları öyle çok çiçek açmıştı ki…"
Bu yazıyı sümbüllerin, leylakların, manolyaların, mor salkımların uyanıp yeryüzünü güzelleştirmek için iştiyakla çiçeğe durduğu, serin bir bahar rüzgârının yüzleri usulca okşadığı bir sabah savaş tanıklarının değişmeyen acısını hatırlayarak yazıyorum. Hep aynı kanlı, teatral oyunun içinde debelenip duruyoruz. Geçmişin ağırlığı ölmüyor, geleceğin muhtemel hafifliği doğmuyor. İnsanlar savaşların içinden derbeder "uyurgezerler" olarak geçip gidiyorlar. Askerler bitmeyen bir savaş destanının sessiz hayaletleri gibi hiç durmadan cephelere doğru yürüyor. Henüz savaş mağduru olmamış sivillerin bazıları intikam ve zafer çığlıklarıyla faşizme ortak oluyor, savaşanlar "kahramanlık" nidalarıyla itaate zorlanıyor. Düşmanla paylaşılan ortak insanlık halleri hiçbir savaşı durdurmaya yetmiyor. Kaybın ne kadar büyük olduğunu duyurarak ona dayanmaya çalışmak hayatı geri getirmiyor.
Savaşta gerçeklerin kaybolmasından şikâyet eden insanın gerçeğin bir kısmıyla yetinmek istemesinde hazin bir çelişki var. Her an savaşın korkunç etkilerinden bahsetmenin neden anlamsızlaştığını Dyer ironik sesiyle yazmış; "‘Savaşın dehşeti’ ifadesi öyle otomatik bir bileşim halini aldı ki, dile getirmeyi istediği dehşetten hiçbir şey taşımıyor artık."
‘Hepimiz kendi mezar taşlarımızı yazıyoruz’
Kendi yaşadığı çağın öncesine dair savaş tanıklarını okuyan, dinleyen insanlığın her defasında aynı uzağa düşmesinin makul bir açıklaması yok. Sadece savaşarak, öldürerek hayatta kalma dürtüsüyle, faşizmle, siyasi dinamiklerle açıklanabilecek bir ısrar da değil. Varoluşu eksik kalmaya mahkûm insanın kendini ötekini yok ederek tamamlama saplantısıyla ilgili bir "bozukluk" sanki.
George Orwell, milyonlarca insanın okuduğu savaş günlüklerine yazmıştı;
"Savaşın en korkunç özelliklerinden biri, bütün savaş propogandasının, bütün yaygaranın, yalanların ve nefretin daima savaşmayan insanlardan kaynaklanması…Tüm savaşlarda bu aynı; askerler savaşıyor, gazeteciler yaygara koparıyor ve gerçek vatanseverler, son derece kısa propoganda turları hariç cephedeki bir siperin yanına bile yaklaşmıyor. Uçağın savaş koşullarını değiştirdiğini düşünmek beni avutuyor. Belki de, bir dahaki büyük savaş çıktığında, eşi benzeri görülmemiş bir manzarayla karşılaşabiliriz: vücudunda kurşun deliği olan bir şoven.
Bunu yazmamın üstünden beş yıl bile geçmemişken, işte burada BBC’deyim. Sanırım er ya da geç hepimiz kendi mezar taşlarımızı yazıyoruz."
Gazeteciler, belgeselciler, yazarlar savaş gerçeği denilen büyük felâketin, çoğu kez adı konmayan katliamların, soykırımların bir kısmını aktarabiliyor sadece. Geride milyarlarca yaşanamamış hayat ve dile gelememiş duygu, düşünce yığını kalıyor. Orwell’den bir sene önce doğan romancı John Steinbeck kendi savaş günlüğünde aktarılamayan hakiki ıstırabın neye benzediğini hatırlatmış. Bu defa kurgulamadan;
"Akdeniz Harekât Alanı, 6 Ekim 1943. Savaşı hiçbir zaman doğru dürüst göremiyor insan. Tarih kitaplarında uzun sıralarla ilerleyen birlikleri gösteren resimler ya fazla idealize edilmiş, ya da zamanla birlikte savaşlar da çok değişmiş. Sabah gazetelerinde çıkan dünkü muharebenin haberi de muhabirin gözünden yazılmadı, raporlardan derlendi.
Muhabirin gördükleri toz topraktan, nahoş patlamalardan, bodur çalılıklardan ve yatma çukurlarından ibaretti. Eğer birazcık aklı varsa karnının üstüne yattı muhabir, kumun üstündeki küçük sopaların arasında ağır ağır ilerleyen karıncaları izledi….Sonra düşman yönüne ilerleyen bir birlik gördü…Belki muhabir de onlarla birlikte seğirtti yengeç gibi, sonra onlarla birlikte yere attı kendini. Yazacağı haber savaş planları ve taktikleriyle, alınan ve kaybedilen bölgelerle, saldırı ve karşı saldırılar dolacak. Gördükleri olsa olsa şunlardır oysa:
Patlayan bir top mermisiyle etrafa saçılan toz toprak, midesi parçalanıp dışarı sarkmış bir halde sokağın ortasında yatan küçük bir İtalyan kız, can çekişmekte olan birinin başına çöküp ağlayan bir Amerikan askeri görmüştür muhtemelen. Yan yatmış, posası çıkmış onlarca katır görmüştür. Enkaza dönmüş evler, evlerin alçı duvarlarına açılan deliklerden çıkan yırtık döşekler görmüştür. Kaçamayan mültecilerin kırmızı el arabalarını ve istop etmiş araçlarını görmüştür."
Steinbeck’in uzunca tasvir ettiği, burada kısa bir bölümünü alıntıladığım vahşi gerçeklikle, savaşı yaşamayanların arasındaki uçurumun derinliği bugünün teknolojik koşullarına rağmen değişmiyor maalesef. Her gün canlı yayınlarda izledikleri görüntülere, sahada çalışan gazetecilerin belgelerle aktardığı katliamlara inanmayı reddeden insanın adalet-vicdan terazisini bozan, her şeyden öte çarpıtılmış bir aidiyet meselesi.
Dünya ölümü yine öylece seyrediyor
Hoffner, ‘Kesin İnançlılar’da belirgin bir hüsran duygusundan da bahseder.
"Kıymetli bir hayatı doya doya yaşayanlar, genellikle ne kendi çıkarları, ne ülkeleri, ne de kutsal bir dava uğruna ölmeye hazır hissederler kendilerini. Hiç çekinmeden canını feda etme duygusu yaratan şey, sahip olunanlar değil, sahip olmak için can atılanlardır. ‘Olamayan şeyler’ olan şeylerden de gerçekten daha güçlüdür."
Aidiyet kimliğini besleyen, hayaller, rüyalar, mitler, umut bazen işe yarıyor elbet ama kitleleri şekillendirirken tehlikeli birer silaha da dönüşebiliyor aynı zamanda. Hal böyleyken potansiyel "taraftarları" savaşın eksik olmadığı bir sisteme hapsetmek için vatanseverliği, dini, milliyetçiliği kullanan faşist muktedire biat eden insanlık kendi mezar taşını her dönem yeniden yazıyor.
Bir düşünceyi, inancı, grubu, hareketi, topluluğun liderlerini, başkanlarını sorgulamadan teslim olanlar kendilerini kolayca kandırabiliyorlar. Ve Hoffer’ın da dediği gibi başkaları tarafından da kolayca kandırılıyor, gerçekleri olduğu gibi görme isteksizliğinin konforuna teslim oluyorlar.
34. gün 29 Mart 2022 / Belorustes’in Ukrayna günlüğünden;
"En önemli şey, geriye dönüp bakarak, geçmişteki tecrübelerimizi şimdiki bakış açımızla değerlendirmemek. Savaşta geçen her bir gün acilen tedavi edilmesi gereken ölümcül bir hastalığa benziyor. Uyanır uyanmaz iştahlı bir merakla izliyorum haberleri, bir şeylerin değişmiş olduğunu, savaş öncesi günlere ait değerlerin yeniden geçerli kılındığını, o değerlerin kıymetinin nihayet anlaşıldığını umarak. Mariupol sakinlerinin şehri terk etmek ya da sığınaklarda ölmek zorunda bırakılmalarını; Çernihiv halkının günlerce yiyeceksiz kalıp bu duruma tek başlarına karşı koymalarını; bunca ölümü, tecavüzü, yağmayı ve yine ölümü dünya öylece seyrediyor olamaz diye düşünüyorum."
Dünyanın önemli bir kısmı sadece seyretmiyor tanık olduğu katı gerçeği inkâr ederek varlık ve yaşam sebebini de küçümsüyor.
Aleksiyeviç’e SSCB’nin-Afganistan işgalinde (1979-89) ölenleri anlattığı "Çinko Çocuklar" yayımlandıktan sonra rejimin baskısıyla dava açılmıştı. Hayatını Afganistan’da savaşırken kaybeden asker anneleri kitap için önce gerçekleri anlattıkları halde sonradan yazarı mahkemeye verdiler.
Yazarın savunmasındaki konuşma, her şeye rağmen tarihe çentik atan yazarlar var dedirtiyor;
"Ben annelerle konuşmak için geldim buraya. Hâlâ kitabımdakilerle aynı olan sorularım var: Biz kimiz? Neden bize mümkün olan her şey yapılabiliyor? Bir anneye oğlunu çinko bir tabutun içinde vereceksiniz ve sonra da nasıl son bir kez oğlunu öpemediğini, onu otlarla yıkayamadığını, sadece çinko tabutu okşayabildiğini yazan yazarı mahkemeye vermesi için onu ikna edeceksiniz. Biz kimiz Allah aşkına?
… Ben savaştan ve bir insanın başka bir insanın hayatına son verme hakkı olduğu düşüncesinden nefret ediyorum. Çernobil’den, Afganistan’dan ve Beyaz Ev’deki olaylardan sonra başımıza gelenleri tam olarak anlamadığımızı düşünüyorum. Kendi geçmişimizi eleştirmediğimiz, herkesi her zaman kurban olarak kabul ettiğimiz için geliyor belki de bütün bunlar başımıza."
* ‘Son Tanıklar’ - Svetlana Aleksiyeviç, Çev: Aslı Takana / Kafka Kitap
* ‘Savaş Günlükleri’ - George Orwell, Çev: Levent Konca / Can Yayınları
* ‘Bir Savaş Vardı’ - John Steinbeck, Çev: Elif Ersavcı / Sel Yayıncılık