Yazar ve düşünürlerle bahçelerde gezinmek

'Bahçe daima düzen ile karmaşa, yeşerme ile çürüme, bilinç ile bilinçsizlik, hareketsizlik ve canlılık arasındaki çatışmayı açığa çıkarır.'

Hayatın zor dönemeçlerinde kederle mutluluk arasındaki puslu tünelde sıkışan insan, avunmak için önce kendinden kaçmayı tercih ediyor. Zihni benlikten, iç seslerden uzaklaştırarak meşgul eden faaliyetler çoğunlukla unutmayı telkin ediyor çünkü. Oysa sancılı da olsa hakikatle yüzleşerek hayatta kalmanın her şeye rağmen sağaltıcı bir yanı var. 

Bahçe tutkusu, bedeni, zihni ve iç görüyü doğal bir ahenkle uyumlu hale getiren en zarif ve çetin uğraşlardan biri. İlk gençlik yıllarımdan beri her gelişimde beni ailenin en bilge ferdi gibi kucaklayan evin bahçesiyle ilişkim, geçmişi uyandırarak tefekküre davet eden ruh iklimiyle epey karmaşık. Bahçe, mevsimlere göre dalgalanan değişken doğası, evrenin yasalarını bozguna uğratan ölçüsüzlüğü, ölümle hayat arasında sarkaç gibi salınan tekinsizliğiyle ona tutulan herkesi bir biçimde dönüştürüyor. 

Günlerdir şımarık papatyaların, acı kokulu kır çiçeklerinin toprağı gökkuşağı renkleriyle bezenmiş bir halı misali kapladığı bahçede, ağaçların, çiçeklerin, yabani otların konuşmalarını dinliyorum. Onlara vaktiyle hikâyeler anlattım. Galiba en çok ihtiyar bir hala gibi bükülmüş vücudu ve kestirmeye kıyamadığı uzun ak saçlarının altında zamansız bir ömür geçirdiğim salkım söğüte. Onlar sadece kayıp geçmişime değil kimselere göstermediğim eski yaraların izleriyle kabaran ruh parçalanmalarına da eşlik ettiler. Beni olduğum gibi kabul ettikleri, yargılamadıkları, terk etmedikleri, sakinleştirerek yaşama cesaret verdikleri için hepsine minnettarım. Serin bahar rüzgarlarıyla uçuşan yaprakların, muhtemel "vedaların" kaygısını azaltan yumuşak bir hafifliği var. Sakura, erguvan, leylak, orman gülü, kiraz, manolya, elma, erik, ıhlamur, meşe, söğüt, ceviz yapraklarının havada döne döne uçup melek kanadı sessizliğinde çimlere konuşlarını izlerken, ağaç, çiçek olmaktan başka hiçbir şey istemediklerini düşündüm. Onları  yaşayan varlıklar olarak insandan ayıran en belirleyici özellikleri bu sanırım.

İnsan sınırlı bir muamma

Bu ziyaretimde, kütüphanede yıllardır okunmayı bekleyen ‘Bahçede Felsefe’yi getirmekte doğru bir tercih yaptığımı daha ilk sayfalardan anladım. İnsanın doğanın özüyle medcezirli ilişkisini, Antik Yunan’dan bu yana gelişen yönleriyle ele alan ilk bölüm - Açık Havada Felsefe - ilk botanik bahçesine de ev sahipliği yapan Aristotales’in okuluyla başlıyordu. Felsefecilerin doğayı yorumlayarak geliştirdikleri düşünceleri kendi bakışıyla çoğaltan Damon Young, "Doğa kendisi hakkında bütün felsefi yorumları emen felsefi bir süngerdir" diyor. Doğanın başka bir şeye ihtiyaç duymadan sadece varolması, belirlenebilen bir yasasının olmaması, insanın bilinçli ya da bilinçsiz bir yük olarak taşıdığı "farkındalık" sebebiyle doğanın karşısında küçülmesi hep ilgimi çekti. 

Varoluşunun muamması insanı tabiatın asla tam çözülemeyecek sırlarına çekiyor. Onları şahsi bahçelerin kuytularında buluşturan soruların müphem cevapları orada saklı. "Bahçe doğanın insanlaştırılmış hâlidir. Fakat ona baktığımızda kendimizden başka bir şey de görürüz. Onda insan olmayan bir şeyin, bilince sığmayan, düşünmeyen bir evrenin gizli imâsını da görürüz. Bu bizim dışımızdadır ve Aristotales’in şaşkınlıkla ifade ettiği gibi bitkilerin gizli yaşamında saklıdır" diyor incelikli denemelerin yazarı. 

Bahçenin sakinleştirirken düşünmeye, yoğunlaşmaya, duygu dalgalanmalarına kışkırtmasının sadece felsefi değil insani bir karşılığı da var. Young o çelişkiyi muhtemel okura açık bir dille tarif ediyor;

"Bahçe daima düzen ile karmaşa, yeşerme ile çürüme, bilinç ile bilinçsizlik, hareketsizlik ve canlılık arasındaki çatışmayı açığa çıkarır. Bu kavramların arasındaki çatışmaya her uygarlıkta ve her uygar zihinde rastlanır. Bu nedenle bahçenin hikâyesinde farklı hassasiyetlere sahip çok çeşitli karakterler yer alır. 

Jane Austen, çiftlik bahçesine kusursuzluğun verdiği rahatlama duygusuyla bakıyordu. Leonard Woolf’un donmuş elma ağaçları  ona bu duygunun tam tersini yaşatıyordu: tekinsiz bir vahşet duygusu. Marcel Proust için üç bonzai ağacı kayıp zamanın arayışını temsil ediyordu. Nietzche’nin İtalya’daki düşünce ağacı hasta filozofa, geçmişi unutup yaratmaya ve yok etmeye devam etme yolunda güç ve cesaret aşılıyordu. Colette güllerde tefekkür ve huzuru keşfetmişti. Sartre bir kestane ağacının sebep olduğu bulantıyı anlattı. Elinizdeki kitap, felsefe kitabı değil, felsefi yaşantıların portresidir. Sundukları ödül ise, doğaya ve insan doğasına daha fazla yakınlaşma ve bu ikisinin gizemli birlikteliği olan bahçedir."

Avustralya’nın genç kuşak felsefeci ve eleştirmenlerinden Damon Young’ı okumakla geçen hayatı boyunca yaptığı hataları ve aydınlanma anlarını anlattığı ‘Okuma Sanatı’ kitabıyla tanıyıp sevmiştim. ‘Bahçede Felsefe’deki katmanlı portreler, zihni eski, mahrem, hem tanıdık hem de yabancı bir bahçe misali esnetiyor. Yazarları sadece bahçeyle kurdukları ilişkilerden yola çıkarak değerlendirmiyor aynı zamanda eserlerini şekillendiren doğanın derinliğini aydınlık bir bakışla resmediyor. Böylece okur, yazarların iç seslerini ve bitkilere has gizli dünyalarına farklı açılardan yaklaşarak onlarla yeniden tanışmış oluyor. 

Austen, Proust, Nietzsche, Colette, Dickinson

Okurken yazarla birlikte içine sızdığım resimlerin, anların ötesine geçip onbir yazarın düşünme, üretme ve yaşama biçimlerini anlamaya çalışmak, bir süredir içinde debelendiğim umutsuzluk girdabından biraz uzaklaştırdı. Her birinde dünya ağrılarına rağmen bahçeyle, ağaçla, çiçeklerle, tabiatla hayatın köklerine ve hayal güçlerine tutunan insanlarla karşılaştım. Yazar olmadan evvel ve sonraki kırılgan değişimleriyle de. 

Chawton’ın meyve ağaçları arasında yaptığı kısa gezintiler ve egzotik çiçeklerle geçirdiği zamanlara eşlik eden çalışma rutiniyle son üç romanını yazan Jane Austen’ın "yağmurda her şeyi daha net görüyorum" cümlesi yazar bir arkadaşımı hatırlatınca gülümsedim. Yarattığı karakterlerle pek benzemeyen Austen, "ustalıkla dönüştürülmüş şahsi hayat tecrübelerini" kitaplarına teyellerken bahçe onun moralini yükseltiyormuş. Romanlarının insanın kendini bilmesi üzerine bir çalışma olduğunu söyleyen yazar onun şair Pope’un öğretisinden çok etkilendiğini söylüyor; "Austen, Chawton bahçesinde onun mükemmel evrenini görebiliyordu. Bu hakikat, insanlık halleri gibi müphem, kusurlu ve geçici değildi." 

Proust’u perdeleri kapalı, havasız yatak odasında hayal ettiğim yazıyı ve kitapları hakkındaki değerlendirmeleri hatırlıyorum ancak "hayal ağacı" adını verdiği bonsaileri Young’un anlatısıyla fark ettim. Yazarken kendi ifadesiyle üç "sefil ve çirkin" ağacın edebi hayatındaki yerini keşfetmek ona dair farklı bir bakış açısı kazandırdı. Kitabı okurken pencereden görebildiğim cüce kiraz ağacı iki büklüm olmuş yaşlı görünümüyle zamanın geçiciğini hatırlatan bonsailere benzemese de Proust’u neden son anına kadar cezbettiklerini anladım. Japon minyatürlerindeki ince ayrıntılara hem yaşamsal hem de felsefi anlamda hayran olan romancı, değişmeden kalmanın sırrını ve  hatıraları ele geçirmenin formülünü onlarda görebiliyordu. Çocukluğunda çok sevdiği, eserlerini de etkileyen kır hayatından astım hastalığı yüzünden uzaklaşmak zorunda kalan Proust "hayatın içinde kaybettiklerinin telafisini ararken" hatıraları bütünün bir parçası olarak sonsuzluğa kaydetmek istemişti. Bu onun en güçlü tutkusuydu. Yazma sürecinde ayrıntıların zenginliğiyle zamanı yavaşlatıyor, bonsaileri ve minyatürlerle zihninin puslu kısımlarını aydınlatıyor, kendi kapalı dünyasında derinleşiyordu. Young’a göre yarı cüce, yarı heykel olan o ağaçlar, Proust için, kaybettiği doğaya evin içinde kavuşmaktan çok daha fazlasıydı. Young, kaçıp giden hayatının geri kazanılması anlamına geldiğini söylüyor. Muhtemelen kaybedilen zamanı, o "sefil" ağaçlarla edebiyatında sabitlerken, kalabalıkların göremediği ayrıntıları minyatür anlatımla göstermek istedi. 

‘Vurulmuş bir av hayvanı gibiydim’

Virginia Woolf’un yazar ve yayıncı kocası Leonard Woolf’un portresini okurken, tabiatı ve tecrübeleri itibarıyla karamsar olan özel bir adamın içinde saklanan iyimserliğe hayran oldum. İçsel yaşantının kırılgan olduğuna inanan Woolf’un vahşi dünyasında hiçbir şeyin devamlılığı yok, her şey geçici ve nihai amacı olmayan aptal bir güç oyunundan ibaret. Çürüme ve yıkım her an bencilce davranan insanların dengesini bozmak için pusuda bekliyor. Young’un dediği gibi yaşadıklarına, tanık olduğu savaşlara ve evliliğine bakıldığında karamsar olması şaşırtıcı değil. Belli ki bahçeyi sorunlarından, karısının psikolojik gelgitlerinden ve insanlardan kaçış olarak da kullanmış; 

"Bahçe hayatın faniliğine teselli değildi ama tüm faniliğine rağmen hayata tutunmanın çarpıcı bir sembolüydü…Bahçeyi felsefi bir uğraş olarak kucaklamıştı. Özellikle yeryüzündeki ve kendi içindeki derin çelişkilerle yüzleşiyordu." 

Woolf’ın dünyayla kendisi arasındaki mesafe, bahçesinde çürüme ve yok oluş sürecini izlerken düzenin ve yeniden doğuşun zevkine vardığında kısalıyordu sanırım. Virginia Woolf’un intihar mektubunu bulduktan sonra haftalar boyunca felç gibiymiş; "Vurulmuş bir av hayvanı gibiydim, öylesine bitkin, içgüdüsel olarak sürüne sürüne inine girmeye çalışan bir hayvan." Bu cümleleri okurken bir puhu kuşunun koruluğun derinlerden gelen kesik, acı sesini duyar gibi oldum. Woolf’u yas sürecinde öne doğru bükülen çelimsiz vücuduyla bahçesinde çalışırken görüyordum.  

"Woolf, Virginia’nın küllerini bahçedeki iki karaağaçtan birinin altındaki çimenlik alana gömdü; ağaçlardan birinin adı Leonard, diğerininki Virginia idi. O çimenlik alanda her yürüyüşünde ya da karaağacın hışırtısını her duyuşunda hiç şüphesiz kaybını hatırlıyordu." Camları dallarıyla kucaklayan dev ıhlamurun yaprakları hışırdarken, Woolf’un her şeye rağmen okunmaya değer kitaplar yazmasının, bahçesine tutunarak yaşamasının hayatındaki kıymetli karşılığını düşündüm. Doğa bazen çelişkileri de eritiyordu. 

Nietzsche, ‘İnsanca Pek İnsanca’ adlı eserinde "Doğada bulunmayı bu kadar çok sevmemizin nedeni onun bizimle ilgili bir kanıya sahip olmamasındandır" diyor. Doğanın belirsizliği, değişkenliği, doğurganlığı, sürekliliği düşünüldüğünde bu özelliğinin önemi daha iyi anlaşılıyor. Biz henüz tamamlanmamış bir çalışmayız; tıpkı onun sevdiği Sorrento’nun limon ve köknarları gibi, onlardan farkımız kendimize daha bilinçli olarak şekli verebilmemiz. Düşüncelerine ağaçların altında gezerken yakalayan Nietzsche’nin bahçeleri onun felsefe, edebiyat ve Alman dilindeki radikal yenilikleri zorlamasına yardım etmiş. "Gözleri ve zihni dayanmasa bile bahçeler onu inatla istediği dahilik yolunda cesaretlendiriyordu" diyor Young. 

Melankoliyi, çaresizliği, umutsuzluğu, karamsarlığı, kaygıyı, korkuları kendine has yöntemleriyle dindirebilen doğanın, insanı yavaşlatıp derin düşünceyle esneten kavrayışını önemsiyorum. Young, iyi kullandığı kaynaklardan derlediği bilgileri edebiyatçı yönüyle hikâye ederken bu kısmını özellikle vurgulamak istemiş. 

Bitkiler arzularından kurtulmasını sağlıyordu

"O hep ‘doyurulmak’ isteyen biriydi; midesi, libidosu ve ruhu doyurulmalıydı. Bu yüzden en büyük korkusu boşluktu. Kendi içindeki ve yeryüzündeki boşluktan hep korkmuştu" ifadesiyle bahsettiği Colette’in çiçekler ve bahçeyle ilişkisi vahşi dünyasından kurtuluş vaadediyormuş anlaşılan. 

"Seks ve yemekten alınan hazlar, Colette’in hep daha fazlasını istemesine yol açarken, bitkiler onun arzularından kurtulmasını, daha az açlık çekip daha çok düşüncelere dalmasını sağlıyordu. Colette’e göre çiçeklerde gizlilik, kapris ve döneklik yoktu. Çiçekler yalan söylemez, kandırmaz, aldatmazdı." 

Her koşulda yazmayı saplantılı bir tutkuya dönüştüren Colette için avuntuyu çiçeklerde bulmanın tarifi sahiden benzersiz; 

"Zihin doğru kelimeyi ararken çıkan sesin yerini sessizlik aldığında, şu dört köşeli unutmabeni çiçeği, dilek kuyusu şeklindeki şu gülden başka br şey beni avutamaz." Colette, seksen bir yaşında ölüm döşeğindeyken, içinde kuş ve kelebek çizimleri olan kitabın yapraklarını çeviriyormuş. 

Yetişkinlik hayatının yarısından fazlasını çiftlikte geçiren Emily Dickinson, otuzlu yaşların sonlarında, "Babamın arazisinden çıkıp başka başka bir eve gitmem" yazmış. Kendisini son âna kadar yalnız kalıp yazmaya adayan şair nadiren çıktığı odasında münzevi bir hayat yaşıyordu. Ziyaretçi kabul etmiyor, pek kimseyle görüşmüyordu. "Onu üst kattaki odasından düzenli olarak çıkarabilen tek şey: Bahçe" yazıyor Young. 

Şiirinin tabiatın açıklığında beliren gölgeli yansıması az çok bilinir. Bitki defterinde kurutup kayıt altına aldığı beş yüz tür bitki vardı. İyi bir botanik öğrencisi olduğu söylenir. Onun için çiçeklerin kutsal olması kaçınılmaz. Yaşarken çiçekleri dizelerinden daha meşhurmuş. 1886’da öldüğünde insanlar onu şiirleriyle değil çiçekleriyle anmış. 

Young, şairin kendine has sembolizmini aktarıyor: "Zambak ölümsüzlüğü anlatırdı. ‘Hafıza, solmasına izin vermeyen bir şebboydur’ diye yazmıştı. Kendisi ise menekşe, gül ve ‘dalından koparılmış’ bir papatyaydı. Şiirlerini ‘beyinde açan çiçekler’ olarak tanımlamıştı; çiçek soğanının ifade ettiği şey ise şiirin özüydü. Bu şekilde, bahçe onun ikinci dili oluyordu."

Dickinson’un ikinci dili ona "şiirlerinin hiç solmayan çiçekler" olduğunu düşündürmüştü. "Sanatta ölümsüzlüğü yakalamayı, kuzeyli bir çiçeğin kar altında ve kış şartlarında verdiği mücadeleye benzetiyordu." 

‘Çiçek olmak/derin bir/sorumluluktur’ dizesini okuduğumda başımı sayfadan kaldırıp olanca canlılığıyla tebessüm eden orman güllerine baka kaldım. Bahçe bana kendi zamanını yaşatıyordu. Şiiri bir an için orada vücut bulmuştu. Ölümsüzlük, yeniden doğuş, devamlılık, baharda açan çiçek soğanlarıyla yeşeren umut oradaydı. "Umut kanatları olan bir şeydir. Gelir ruhun üzerine tüner" yazmış. 

Şüpheci şair, edebiyattaki ölümsüzlüğün kötü bir matematikle yanlış hesaplanmış bir ödül olduğunu söylüyor. "Kavramların güzelliğini vurgularken aynı zamanda kırılgan bir yanılsama olduklarının da altını çizen harika bir benzetme" diyor Young. 

Hayal gücü, edebiyat, şiir, yazı sanatı, felsefe sadece Dickinson için değil bütün yazarlar, şairler, düşünürler için daima biraz kusurlu, daima eksik kalmaya mahkûmdur. Tıpkı hayat gibi. Bahçe, bu basit hakikati her şeyden evvel ve sonra doğanın evrensel ilkeleriyle gösteriyor.  

Filozof ve botanikçi Rouessau’nun yara otundan etkilenmesi tesadüf olmasa gerek, diyor kitabın yazarı; "Yara otu, toplumun ve kendi karakterinin getirdiği yüklere karşı kendi kendine iş gören bir ilaç."

Bahçe, o "ilacın" tılsımlı varlığını göstererek hayatı biraz daha katlanılır kılıyor. 

  • ‘Bahçede Felsefe’ - Damon Young, Çev: Esra Birkan / Can Yayınları  

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esra Yalazan Arşivi