Direnişin hikâye sesi ve Rebecca Solnit

'Hikâyenizi anlatmamak yaşarken ölmek gibidir ve bu bazen mecaz değildir.' Dediği gibi hikâyeler hayat kurtarır mı bilmiyorum ama bizler anlattığımız hikâyeleriz.

Hikâyeler içinde buluştuğumuz ortak yalnızlıklarsa eğer, anlatılmamış ya da muhtelif sebeplerle henüz ötekinin tecrübesiyle kavuşmamış suskunlukları anlamlı ses titreşimlerine dönüştürmenin çarelerini aramalı.

Edebiyatın ve yaşama sanatının esas meselesinin hikâye aktarımı olduğuna inanlardanım. Benliğin, yolculuğun ötekilerle kesişimlerini belirleyen anların, sezgilerin, hafızanın, bilincin hatta zekânın orada inşa edildiğine inanıyorum çünkü. Geçmişi hatırlama ve aktarma biçimiyle hikâye eden zihin, hiç durmadan geleceğin provasını

da yaparken hayatı yeniden şekillendiriyor. İnsan ancak ötekinin tecrübesi, iç hikâyesi ve sesiyle kendini tanıyor ve kendini tanıma arzusuyla da başkalarına hikâyeler anlatıyor.

Amerikalı denemeci, eleştirmen, aktivist Rebeca Solnit’in edebiyata, insana, yazıya hikâyeler üzerinden yaklaşımıyla yedi sene evvel ‘Uzaktaki Yakın’ adlı kitabıyla tanışmıştım;

Solnit’in anlatımında, eleştirmen üstenciliğinden, kibrinden azade hakikate sorularla yaklaşmayı sevdiğini gösteren şeffaf bir ses var. O açık denizde, hayatının hikayesini yeniden kurarak yüzerken sevdiği hikâyeleri, romanları, öyküleri, filmleri felsefi bir bakışın etrafında yormadan anlatıyor. En başında soruyordu; Senin hikayen ne? "Hikâyesiz olmak, arktik, tundralara veya buz denizine kadar her yöne uzanan bir dünyanın enginliğinde kaybolmaktır."

Hikâyelerin bazen bizi sınırlandırdığını, özgürleşmek için onları sorgulamamız gerektiğini de hatırlatıyor. Birbirleriyle bağlantılı denemelerde hayat, tecrübe ve edebiyat arasındaki anlam katmanlarını gösteren kıvrımlı bir yol haritası çiziyordu.

Daha sonra diğer deneme kitaplarını da okudum ve hemen hepsini sevdim. İtiraz hakkını, susmamayı, özgürleşme mücadelesini, hikayelerin dolaşımını, kategorilerin, kavramların, ideolojilerin, dogmaların gölgesine sığınmadan, kendini de dahil ettiği bir yüzleşme süreciyle aktarmasını önemsiyorum.

‘Karanlıktaki Umut’u okuduktan sonra yazmıştım;

Aktardığı tarihsel dönüşümün kırılganlığında karanlığı yırtan mütevazı şiirinin sesini de duyuyorum. Tarif ettiği umutlu "eylemciyi" kağıtlara basit karalamalar yaparken ebediyen yankılanacak mısralar yazdığının farkında olmayan bir ozana benzetiyorum. İnsanın-toplumun derinliklerinde gizlenen zifiri karanlığı, cılız ışık huzmeleriyle aydınlatma çabasında sihirli ve budalaca olmayan bir iyimserlik var.

O iyimserliğin ilk işaretlerini Türkçedeki yeni kitabında yine hikâyelerin önemine davet eden çağrısıyla gördüm; "Hikâyenizi anlatmamak yaşarken ölmek gibidir ve bu bazen mecaz değildir." Dediği gibi hikâyeler hayat kurtarır mı bilmiyorum ama bizler anlattığımız hikâyeleriz.

‘Tüm Sorunların Anası’nın meselesi, sessizliğin tarihinin kadınların tarihindeki yerini araştırmalardan, farklı disiplinlerden, ilgili makalelerden örneklerle hatırlatmak ve susturmanın kadınlar özelindeki türlerini bütünlüklü bir bakışla ele almak. Bu defa okura feminist bir çerçevenin içinden sesleniyor olsa da yine esnek bir kavrayışla geniş bir alanda dolaşıyor;

"Upuzun bir bulvar olan kadınlar kategorisi sınıf, ırk, yoksulluk ve zenginlik gibi diğer pek çok caddeyle kesişiyor. Bu bulvarda yol alıyorsanız, diğer caddelerden de geçiyorsunuz ve sessizlik kentinde asla tek bir önemli sokak yok. Bu noktada erillik ve dişilik kategorilerini sorgulamak faydalı olabilir ama bu kategorilerin gerçekliğine bağnazca inanmanın kadın düşmanlığının en temel dayanağı olduğunu unutmamak gerek."

Solnit’in çok sesli anlatısının sınırları, toplumsal krizlere neden olan sessizliğin farkı veçheleri, kişisel travmalar, kadınların üremesi üzerine yapılan yorumlar, edebiyat kanonunu oluşturan "tehlikeli" eserler, tecavüz şakaları, insanlık tarihinde kadının yerine dair anlatılan yalan yanlış hikâyeler, güncel hayatın her anında karşılaşılan kadın düşmanlığı ve kadınları susturmaya yönelik baskılardan oluşan hikâyeler koleksiyonuyla genişlemiş. İtiraz ettiği her yaklaşımı ya da sorunu "ötekinin" de bakışıyla birlikte değerlendirebilme yetisi, onun kalabalık bir okur kitlesine ulaştıran ve hiç uysal olmadığı halde kolaylıkla kabul gören kırçıllı sesi aynı zamanda.

Erkeklik müthiş bir vazgeçiş

Kitaba adını veren ilk yazı, kadına dayatılan hayat biçimlerinin reddine dair; "Nasıl kadın ounacağı sorusunun tatmin edici bir cevabı yok; işin sırrı soruyu nasıl reddettiğimizde düğümleniyor belki de."

Solnit sadece kadınlara neden evlenip çocuk sahibi olmadığını rahatsız edici yöntemlerle soran ataerkil sisteme seslenmiyor, tek bir makul yaşam biçimi olduğunu sanan, hayatı "tek tip formüllerle" sürüdüren herkese başka ihtimalleri gösteriyor Yani bu anlamda da dogmatik bir tavrı yok. Bir yazar olarak farklı anlatım biçimleri keşfetmeye meraklı oluşu, eski yöntemlerin sürekli tekrar edişine itirazı bundan. Sevme, sevilme yetisinin kadın kimliğinin anahtarı olarak sunulan "annelik"den öte değerler içerdiğine inanıyor. Konu ne olursa olsun, farklı kültürlere, ırklara, sınıflara, inançlara, cinsel tercihlere, kendisine benzemeyenlere empati içeren dolaysız bir anlayışla yaklaşmasının temelinde dürüst bir açıklık var.

Ataerki hükmü altında her yere sirayet eden zorunlu sessizliğin erkeklerden talep edilen kısmıyla da ilgileniyor ki onu bir aktivist ve feminist olarak sahih kılan bu kapsayıcı yaklaşımı. Erkek sessizliğini iktidar ve aidiyet uğruna ödenen bir bedel olarak görebilmek, kendilerini, benliklerini nasıl sakatladıklarını anlamak kadınlara dayatılan sessizliğin de kökenlerini gösteriyor. Erkekliğin neden müthiş bir vazgeçiş olduğu sorusunun cevabı orada.

Türkiye toplumu gibi en başından itibaren birbirlerine düşmanlaştırılmış grupların, "yabancılara" karşı toplumsal sözleşmeleri nasıl ihlal ettiğini ve neden ortak insani değerler etrafında buluşamadığını anlattığı bölümde ayrımcılığı tarif ediyor;

"Ayrımcılık bir yönüyle kendimizden farklı olduğu için karşımızdakiyle özdeşleşememe, duygudaşlık kuramama, farkın her şey, müşterek insanlığınsa hiçbir şey olduğuna inanma pratiğidir."

‘Hiçbir Kadının Okumaması Gereken 80 Kitap’

‘Sessizliğin Kısa Bir Tarihi’ başlıklı deneme, Audre Lorde’dan bir alıntıyla başlıyor; "En çok pişmanlık duyduğum şey sessizliklerimdi…Kırılacak öyle çok sessizlik var ki". Bu ifadenin poetik yansıması ve hissiyatı, günümüzün sosyal medya soslu hırçın uğutularından epey uzak. Yine de insanların seslerini kısarak onları duyulmaz, hikayelerini inanılmaz kılan muktedirin, ataerkin karşısında ırkçılığa, ayrımcılığa, kadın düşmanlığına, homofobinin dayattığı suskunluğa karşı geliştirilen sesin duyulması için her türden itiraz meşrudur elbette.

İlgimi çeken başlıklardan birisi ‘Hiçbir Kadının Okumamsı Gereken 80 kitap" oldu. Solnit’in 2015’te ironik dilini keskin bir bıçak gibi kullanarak yazdığı deneme, Esquire Dergisi’nin ‘Her Erkeğin Okuması Gereken 80 İyi Kitap’ listesine cevap olarak yazılmış. Aslında bu popüler listelerin kadın versiyonlarına da itirazı var tabii ama esas muradı başka. Listeye bakınca dünyada bunca katliam yapılmasına şaşmamak gerektiğini düşünmüş. Hemingway başta pek çok erkek yazarı eserleriyle birlikte hırpalıyor. Yazı ilk kez yayınlandığında sanal alemde de yankı uyandırınca listeyi hazırlayan dergi özür dilemek zorunda kalmış.

Nabokov’un kendi ifadesiyle "yıllarca beyaz bir erkeğin kız çocuğunu taciz edişini" anlatan ‘Lolita’ adlı romanına ahlakçı bir yaklaşımla itiraz etmese de sanatın muhtemel etkileri üzerinden keskin bir eleştirisi var. Doğrusu bu defa ona katılmadım ama onu rahatsız eden kısmını doğru anlamak için tamamını ilgiyle okudum.

Kitaplar üzerine feminist görüşler beyan ederek "ortalığı karıştırdığını", arı kovanına çomak soktuğunun farkında ve anladığım kadarıyla bazı erkek yazarları, okurları ve yayıncıları kızdırırken saklamaya gerek duymadığı bir haz da alıyor. Ve açıkça soruyor; "Anlatılanın kendi deneyimlerimizden ayrı tutulması gerektiğine dair bir kural mı var?".

Elbette böyle bir kural yok. Tersine izler sürerek erkeklerin yazdığı feminist romanlardan ve kadın karakterleriyle özdeşlik kurabildiği insancıl yazarlardan örnek verdikten sonra (Hiçbirinin sütten çıkmış ak kaşık olmadığını da ekleyerek; Hardy; Tolstoy, Trollope, Dickens) yazı sanatının hayatımız üzerindeki etkisine farklı argümanlarla bakıyor.

Sanat dünyayı şekillendirir

Sanatın tehlikeli olmadığını savunanlara da itirazı var; "Fotoğraflar, yazılar, romanlar ve benzeri eserler hayatınızı değiştirebilir ve tehlikelidir. Sanat dünyayı şekillendirir. Okuduğu bir kitap sayesinde hayatta ne yapacağına karar veren ya da hayatı kurtulan pek çok insan tanıyorum; ben de hayatımı kurtaran tek bir kitaptan bahsetmiyorsam, böyle bir değil, yüzlerce, binlercesi olduğu içindir."

Nefret dolu tepkilere yol açan yazısını yazarken, kadınların hikâyelerini ellerinden alan ve yalnızca erkeklerin hikâyelerini sunan belirli bir edebiyat kanonu olduğunu söylemeye çalışıyormuş. Doğrusu bu bakış benim edebiyat anlayışımla tam örtüşmüyor ama yazının sonunda yaptığı açıklama sanatın dünyayı kurarken "kıran" yanını da özgür kılıyor. Bu anlamda değerli;

"Lolita’yı okumamamız gerektiğini söylemedim hiçbir zaman. Ben de bu kitabı birden fazla kez okudum. Cinsiyetim konusunda epey çirkin tavırlar takındığı halde baş tacı edilen bir yığın kitap olduğu için hiçbir kadının okumaması gereken kitaplar listesi olması gerektiği yollu bir şaka yaptım yapmasına da şunu da ekledim: Herkesin canı ne istiyorsa onu okuması gerektiğini düşünüyorum elbette. Öte yandan birtakım kitaplar bana kadınların neden pislik olduğunu veya varlıklarının neden bir aksesuar olmaktan öteye geçemediğini yahut da tabiatları itibarıyla kötü niyetli ve boş kafalı olduklarını anlatan kılavuzlarmış gibi geliyor basbayağı."

Okuma eylemi kişisel bir tecrübedir ve herkeste farklı derinlikte tezahürleri olacaktır kuşkusuz. Hayal gücüyle, yazarın zihnindeki imgeler, düşünceler ve duygularla bağlantı kurarak başka zamanlara, coğrafyalara yolculuk ederken insanın kendine yakınlaşması da uzaklaşması da aynı oranda mümkün. Edebiyatı çekici kılan unsurlardan biri de bu.

Solnit’in şahsi okuma serüvenine dair merak ettiğim yorumu başka bir kitabında buldum. ‘Yokluğumdan Aklımda Kalanlar’da kendi sesini bulma hikayeleri anlatıyor. Zihnimdeki çember tamamlandı;

"Başka bir olmaya bu kadar sıklıkla bakmak, zaten ince olan benlik duygusunu iyice zayıflatabilir. Oysa bazen kendiniz olabilmelisiniz. Size benzeyen, sizin karşılaştıklarınızla karşı karşıya kalan, sizin hayallerinizi kuran ve mücadelesiniz veren, sizi tanıyan insanlarla birlikte olmalısınız. Sonra, başka vakitlerdeyse, size benzemeyen insanlara benzemelisiniz, çünkü başka biri olarak çok az vakit geçirmek de sorunlu bir şeydir; empatinin kök saldığı hayal gücünü güdükleştirir. Empati ise biçim değiştirme, kendi benliğinizden çıkıp gezinebilme kabiliyetidir. Güç sahibi olmanın pek elverişli sakıncalarından biri, işte bu hayal gücü uzantısının noksanlığıdır."

* ‘Tüm Soruların Anası’ - Rebecca Solnit, Çev: Elif Ersavcı / Siren Yayınları

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esra Yalazan Arşivi