Bahar yoğunluğu ve ‘Gecikmeye Övgü’

'Hayatımız yaşadıklarımızla sınırlanmaz. Yaşanmamış olan da hayatımızın bir parçasıdır. Uzun bir roman ‘yaşanılmamış’ bir hayattır. Gecikme okumanın bir koşuludur.'

Tabiatın uyanırken kendini sonsuz kez doğuruşundaki canlılık, biteviye heves, yürek çarpıntısına neden olan sevinç kırıntılarının yarattığı hüzün, şiirin, edebiyatın çılgın mevsimi bahardan daha fazla ilgimi çekiyor. Yeni bir merak değil. Daha ziyade hayata hep "geç kalmış olmak" duygusuna dair bir mizaca sahip olmakla ilgili sanırım. Hayat geçiyor, her şey geçiyor. İnsan değişmiyor. 

Ansızın bulutların arkasından beliren güneşle mesut ettiklerini bereketli sağanaklarıyla huysuzlandıran tekinsiz mevsimin ruh halleri de epey medcezirli oluyor haliyle. Yıllarca tırmandıkları duvarlardan sarkan mor salkımların, telâşlı erguvanların, kirpikli çiçekleriyle tebessüm eden meyve ağaçlarının birkaç hafta içinde geçip gidivermesi zaman kaybını kendi diliyle anlatıyor. Geriye kalan canlı yaprakların direnişi o kayıp duygusunu teselli etmiyor. 

Mevsimlerin geçişine aldırmayan ihtiyar fıstık çamlarının altında okuyordum onu. "Aslında zaman artık yok. Geçmişin bir boyutu değil yalnızca, o artık geçmişte kaldı. Onu kaybettik…Zaman rahatsız ediyor, onu sevmiyoruz" diyerek başlıyordu anlatısına. 

Modern dünyanın insanları, biz, hepimiz büyük bir zaman açlığı çekiyorduk. 

Adı ‘Gecikmeye Övgü’ olan bir felsefi metni okurken ortak kültürel hafızanın tasallutundan kurtulmak mümkün değil. Arka masada sınavlara hazırlanan gençlerin konuşmasını mecburen dinlerken kendi zamanıma hapsolmuştum. Hayatın önlenemez geçiciliğine, varoluşun kırılganlığına, arzuların, hayallerin eksik kalmaya mahkum olduğu hakikatine, her şeye geç kaldığımız için her şeyin geriye dönüşsüz olduğu hissiyatına dair farklı ne diyebilir ki, yargısıyla sayfaları çeviriyordum. 

‘Gecikmek hedefe gitmemektir’

Girişte zamanın geleneksel olarak her zaman hükümdarların tekelinde olduğundan söz ediyordu. Herkesin herkesle savaşı zamanı da kapsıyordu. Her güç ilişkisi bir zaman ilişkiydi. 

Çağımızın kabalığı başkasının zamanını hesaba katmamak ve ötekinin zamansal farklılığına gözünü kapamaktı. Oysa gecikme bizi kurtarabilirdi. Zaman dışı gibi görünen o "zamanın" tadını çıkarma umudundan, oradaki iyileşme ihtimalinden, kendi zamansallığına değer vermekten bahsetmeye başladığında biraz ilgimi çekti ama hâlâ içimi kuşatan sıkıntıyı hafifletecek bir işaret arıyordum. Onu henüz bulamamıştım."Gecikmek hedefe doğrudan gitmemek, hatta hedefe gitmemektir. Bunun yanısıra o zaman dilimini yeniden yaşamaya başlamak ve onu ölmekte olduğunu hisseden birisine yeniden hayat vermek için kullanmaktır" cümlelerini okuduğum anda zihnimden uçtu gitti. Bana anlamlı bir şey söylemiyordu. Bir hedefim yoktu çünkü. 

Bir bahar daha gelmiş ve sanki birkaç saat sonra geçip gidecekti. Yazmak, düşünmek, hayal kurmak, kelimelerin sırlı anlamlarıyla hemhâl olmak, kendi zamanında yer açan birinin konukseverliğiye karşılaşmak, "zamanın yeniden süzüleceği" başka bir bilince sıçrama düşüncesi bana epey uzaktı. Üstelik gecikerek kendimi ertelemeye nasıl son vereceğimi tam anlamamıştım. Kendimle bir ilişki kurmak falan istemiyordum o sırada. Ve bütün bunların suçlusu hayatın yeknesak düzeni, önlenemez hızıydı. Bunları zaten biliyordum.  

Kitabı biraz daha karıştırdım. Zamanı nasıl kaybettiğimizi anlatan çalışma ritminden, kapitalizmden, uykuyu düşlemekten, çağdaş Oblomovluktan bahsettiği bölümlere bakıp kapattım. Garsonun hesabı getirmesini beklerken rastgele açtığım sayfada ‘Gecikme ya da Uykusuz Gecelerde Okumak’ başlığını gördüm. Pek uykusuzluk çeken biri değilim. Okumanın hızlandırılmış bir hayatla bağdaşmadığını söylüyordu. Okumayı hayatın içinde olabildiğince esnetebilenlerden biri olduğum için hak verdim. "Zaplamak imkânsızdır, zamanla barışık olmak ve ancak gecikmeyle anlayabileceğimiz düşüncesine tahammül etmek gerekir…Artık gerçekten okumuyorsak zamanımız olmadığındandır" cümlesi gülümsetti. Zamanım vardı ve sadece beni her anlamda yoran bahar günlerinde her hangi bir kitabı okumak istemiyordum. Zaplamak da  - evet okurken bile - her zaman mümkündü. 

‘Deneyim aktarma edebiyatın öteki adıdır’

Canı nedense hiç sıkılmayan kargalara, uzaklardan denizi okşayarak geçen deniz kırlangıçlarına baka kaldım bir süre. Sadece kendi "kayıp zamanımı" yaşıyordum. Hissedip adını koyamadığım derin can sıkıntısını kitabın yazarı Helene L’heuhillet’nin söylediği gibi hızlandırılmış toplumun baskısı nedeniyle kendime saklamıyordum. Uzun ve derin can sıkıntılı "yolculuklara" çıkarak kendimden kopmamak için sunulan şansı her fırsatta değerlendiriyordum. Can sıkıntısı eksikliğinden, aşırı iyimserlikten de mustarip değildim şükür! Ama yine de her şeyin beyhudeliğine dair insanın kendini boğduğu o girdaptan çıkamıyordum. Kendini koruma güdüsü güçlü olanlardan değilim ben. İyi bildiğim halde adını tam koyamadığım o kaotik duygu durumuna "bahar yorgunluğu" demeyi tercih ettim. Zaten geç kaldığım hayata bir süre daha gecikerek direnecektim. Bütün yazılar zamanın belirsiz bir yerinde bekleyebilirdi. 

Eve dönünce şu "hayatı erteleme meselesini" biraz daha düşündüm. Erteleyecek bir hayat da yoktu. Sonra sağlam adalet bilinciyle bana her koşulda iyi gelen İngiliz polisiye dizilerinden birini izlemeye başladım. Ondan bile sıkılınca baharın zamanı paslı bir bıçak gibi kullanan küstahlığına teslim oldum. Sokağa kuş cıvıltılarına karışan kesik insan kahkahaları yayılıyordu. Onlar nedense hüzünlü değildi. Belli ki "geç kalmakla" ilgili net bir sorunları da yoktu. Zihnim son okuduğum cümlede takılı kalmıştı. Walter Benjamin’in ‘Hikâye Anlatıcısı’nda övdüğü o sıkıntı olmasaydı herhangi birini dinlemek mümkün olmazdı, diyordu yazar. "Oysa deneyim aktarma meselesi edebiyatın öteki adıdır." 

Artık böyle bir cümleyle karşılaştığımda heyecanlanacak kadar genç değilim ama yazıya, edebiyata dair bir cümle beni kendi kayıp zamanımın hiçliğinde bile yazmak için kışkırtabiliyor. Yazarın deyişiyle "zaplayarak" uzaklaştığım o imkânsız yere dönüp okumaya devam ettim. 

"Hayatımız ‘yaşadıklarımızla’ sınırlanmaz. ‘Yaşanmamış olan’ da hayatımızın bir parçasıdır…Uzun bir roman ‘yaşanılmamış’ bir hayattır. Savaş ve Barış, Parma Manastırı, Yüzyıllık Yalnızlık, onları okuyanların hayatının birer parçasıdır. İster istemez uzun olan okumaları bir yaşla, bir yerle, hatta bir mevsimle örtüşür. Kitap, bitirildiği anda unutulamayacak denli uzun olduğunda yaşanmış hayat ile yaşanmamış hayat iç içe geçer…Bir gecikme durumunda insanın yanında her zaman bir kitap olmalıdır. Gecikme okumanın bir koşuludur." 

Hayat gecikmedir

Tekrar uzun roman okumayı isteyecek kadar iyileşmek/gecikmek için gerçekten "zamanı" tekrar bulmam gerekiyordu. Onu bulana kadar sonraki bölümlerde hüzün ve melankolinin zamanla ilişkisi üzerine düşünen yazarı okumayı tercih ettim. Birilerinin, bir yerlerde bana bu yazıyı yazdıran duygu ve düşüncelerle karşılaşıp biraz olsun iyileştirme ihtimali o hüznün içindeki sevinç. Yazıyı biraz da bunun için seviyorum. 

Zamanı hissettirdiği için melankoliyi, hüznü, sıkıntıyı dehşetle karşılayan insanın dizginlemez öfkesinden bahsediyor yazar. Ve o tuhaf paradokstan;

"Zaman acı veriyor, acıları geçirdiği söylense bile kolayca kabul görmüyor…Çünkü zaman kaybın deneyimlenmesidir. Bir kaybı yaşamadan onu hissetmek imkânsızdır. Gelgelelim hızlandırılmış toplumlarımızda her kayıp katlanılmaz oluyor." 

Helene L’heuillet’nin muradı melankoliyi ya da hüznü gecikmenin bir koşulu olarak övmek değil. Tersine oradaki iyileşme umudunu hatırlatmak; "İşlerin kendisi ve başkaları için hiçbir zaman yolunda gitmeyeceğini, bununla birlikte hiçbir uyumun bir nostaljiye dönüşmemesi gerektiğini kabul etmek." Yani geç kalmış olma duygusunu zamanı tekrar kazanmak için kullanmak. Ve hüznü kabullenmenin melankoliye teslim olmakla aynı şey olmadığını iyice görmek. 

Asıl ilgimi çeken kayıp duygusuyla özetlendiği için toplumun ötekileştirdiği melankolinin kelimeyle, simgelerle ve kültürle gizli akrabalığı oldu. 

"Yalnızca konuşma yeteneği olan değil, varlığımızın özüne dek sözcüklerle örülmüş, dilden ibaret varlıklar olduğumuz için sözcüklerden çok şeylerle uğraşırız. Ama sözcükler hiçbir şeydir. Dolayısıyla bizler ‘hiçbir şeyden’ oluşmuş varlıklarız ve bu hiçlik zamandır….Her zaman geç kalırız, ilke olarak. Bizi mutlu edebilecek şey ya ölüdür ya da henüz başa gelmemiştir, başka yerdedir, bu dünyada değildir ya da erişebileceğimizin berisindedir…Melankolik kişi için vakit her zaman çok geçtir. Şairin de dediği budur: ‘Yaşamayı öğrenmek için vakit artık çok geç’. (Aragon/Mutlu Aşk Yoktur’) Vakit mutluluk getirmez. Hayat gecikmedir."

‘Her tür seçim bir kayıptır’

Peki öyleyse yazarın önerdiği "gecikme" melankolinin yıkım duygusuyla nasıl baş edecek? Bunu gerçekten merak ettim. Eğer dediği gibi kültür, zaman duygusundan tasarruf etmeden kurulamıyorsa o kaybı tecrübe etmeden nasıl düşünce üreteceğiz? Ona göre her düşünür melankolik bir gezgin. Ve düşünce dünyayı "bir simgeler ormanı" olmaya indirgiyor. "Bu yüzden hep çok geç geldiğimiz kaçınılmazdır" diyor. Kültürün işleyişi, bir tür simgeleştirme olduğu için, kayba uğruyor ama bu kayboluş, düşünce, resim, müzik, şiir yoluyla zamanı kültür içinde var ediyor. Ve anladığım kadarıyla kültür bu tavrıyla melankolinin kayıp duygusunu katlanılır kılıyor. 

Ancak bir de toplumsal boyutu var. Melankolinin özellikle yabancılaşmanın ve hızlanmanın başka bir yüzü olduğuna inanıyor. Artık bir parola haline gelen "arkana bakma" zamanı hissetmemek, acı çekmemek için kullanılıyor ama melankoli daha güçlü olduğu için insan yine de acı çekiyor. Daha da fenası neden acı çektiğini bilmemenin acısını çekiyor. Böylece melankoli hayatları örtülü bir biçimde ele geçiriyor. 

Yazarın buna benzer insani çelişkileri tarif ettiği bölümleri okudukça "kayıp" duygusunun tahripkâr gücünden neden bu kadar korktuğumuzu düşündüm. Toplumdan sürgün edilen melankolikliğin marazi hallerini, "hayata bir CV oluşturur gibi atılan" gençleri ve zamanı savuşturarak yaşayan herkesi. 

"Her şey sanki yalnızca ileriye doğru yürümeyle zamanın korunacağını düşleyebiliyormuşuz gibi olup biter. Ama zaman kayıp olarak görülmediğinde de nereye gideceğimizi bilemeyiz. Her tür seçim bir zamandır. Her tür seçim bir kayıptır" ifadesinin belirsizliğinde bir süre kayboldum. Baharın, mevsimlerin, senelerin, arzunun, amacın, hayallerin kaybını kendi zamanımı yeniden inşa ederek kabullenebileceğimi düşündüm. 

Hüzünde sağlam bir gerçeklik ve melankoliden bir kaçış yolu var mıydı? Eğer hüzün insanın kendisine dair duygusuna bir erişimse onunla kavga etmemek gerekir. Ona göre hüzün insanı "artık zaman kalmamış" gibi hissettirmiyor aksine, zamanın bir armağını olarak sunuyor kendisini, mola vermeye zorluyor. Her şeye. 

Gecikme farklılıklarını gösteren üç tür hüzünden bahsediyor. Yazıyı uzatmadan özetlemek gerekirse; İlk durumda insan kendine gecikiyor, ikinci durum zorunlu bir gecikme, üçüncüsü direniş amaçlı bir gecikme - başka bir çıkış, başka bir yol arama zorunluluğu. 

Hüzün insanı sevince hazırlar

Böyle okuyunca hüzünlü bir "gecikmenin" iyileştiren yanları da aşığa çıkıyor. "Hüznün yarattığı uzaklaşma insanın başını kaldırmasına, düşüncelerini, ilişkilerini özenle seçmesine neden olur…Hüzün bir geri çekilme sanatıdır. Hüzünde zaman kaybedilmez ama sanki parça parça yamanır. Hüzünlendiğimiz zaman yine de burada kalarak şimdiden uzaklaşırız, kendimizden geçmeksizin başka yerde oluruz. ‘Başkası’ olabiliriz….Sevinç yegâne ferahlık değildir. Hüzünde de ‘bir varlığı serbest bırakma eğilimi vardır’…Hüznün kapalı kapıları başka kapıları açar…Hüzün kendimizle vakit geçirmeye davet eder. Hüzün insanı sevince hazırlar." 

Eğer zamanın geçtiğini derinliğiyle hissetmek, "hissetmenin" bizzat kendisiyse ona hırçınlaşmadan teslim olmanın sağaltıcı olduğunu düşündüm bitirirken. Felsefi metinlerle gündelik hayat pratiği arasındaki yarılma teslimiyetin kolay olmadığını hatırlatsa da okuru düşünmeye davet eden yazarlarla buluşmak iyi geliyor. 

Okuyanları daha fazla kendi zamanlarına ve hayata geciktirmek istemem lâkin  bitirmeden ‘Hayatın Değeri’ başlıklı bölümdeki uyarıyı da aktarmalıyım;

"‘Yalnızca bir hayatımız var’ sloganı hızlandırılmış toplumun sloganıdır. Kayıp zaman toplumu, hayatı, biricik ve ister istemez yanıltıcı olan bir kaç ânın peşinde koşan bir hayata indirgeyerek, kendi değerlerinden yoksun bırakır…Gecikme sayesinde bir hayattan daha fazlasına sahip oluruz. Gecikme bugün hayatın değerini kavramayı sağlayan, herkesin erişimindeki o ‘başka yerdir’. Hayata ‘öteki’ boyutunu kazandırır. Hayatın değeri başka yerde olabilme yeteneğine bağlıdır. Bununla birlikte geç kalmak, kısa süreliğine de olsa, ‘başka yerde’ olmaktır." 

Ve gecikme, belki de sadece hayatın, baharın, zamanın geçiciliğini o sevinçli hüznün tadına vararak hissetmektir. 

* ‘Gecikmeye Övgü’ (zaman nereye gitti) - Helene L’heuillet, Çev: Şehsuvar Aktaş / Yapı Kredi Yayınları

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esra Yalazan Arşivi