İrfan Aktan
Sebahat Tuncel: Emek ve Özgürlük İttifakı’nın yeniden örgütlenmesi gerekir
Yıllara dayanan ağır baskılar karşısında Kürtler, Kürt siyaseti direniyor. DEM Parti’nin 31 Mart’ta rekor bir farkla Van Büyükşehir Belediyesi’ni kazanan adayı Abdullah Zeydan’a uygulanmak istenen muameleye gösterilen halk tepkisinin sonucu, bu direnişin kazandırdığını da gösteriyor.
4 Kasım 2016 tarihinde HDP Eş Genel Başkanları Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ ve parti milletvekillerinin gözaltına alınmasını protesto ettiği sırada gözaltına alınan Kürt siyasetinin en önemli isimlerinden Sebahat Tuncel maksimum tutukluluk süresini doldurduğu halde hukukun etrafından dolanılarak hapiste tutuluyor. Tuncel dâhil Kürt siyasetinin en önemli aktörleri hakkında astronomik hapis cezalarının istendiği tarihi Kobane davasında ise mahkeme 17 Nisan’da kararını açıklayacak.
Hapishane söyleşilerimize “yargı Kürt siyasetçilerine karşı silah olarak kullanılıyor” diyen Sebahat Tuncel’le devam ediyoruz…
-Sizinle en son Ocak 2020’de birartibir.org için yaptığımız söyleşide “İçinde bulunduğumuz koşullar dışarıyı sağlıklı analiz etmeyi engelliyor. Gökyüzünü bile havalandırma duvarımızın izin verdiği sınırlar çerçevesinde görebiliyoruz. Doğadan, toplumdan izole edilmiş bir mekânda ideolojik, politik, zihinsel olarak kendinizi güçlendiriyor, ancak o zaman mekânın sınırlarını aşıyorsunuz” demiştiniz. Mekânın sınırlarını aşarak baktığınızda, sizinle son söyleşimizin üzerinden geçen dört yıllık sürede içeride ve dışarıda neler değişti?
Son dört yılın üçü Sincan Cezaevi Kampüsü’ndeki 22. Ağır Ceza Mahkemesi’nin duruşma salonunda geçti valla. Önce 15’er günlük periyodlarla süren duruşmalar savcının Ağustos 2023’teki mütalaasından sonra her gün yapılmaya başlandı. Kürt siyasetçilere yönelik baskı, zor ve zulüm politikasının yargı eliyle sürdürüldüğü bu süreç de şiddetin bir biçimidir. Öte yandan sizinle söyleşi yaptığımız Ocak 2020’den sonra hem Ortadoğu’da, hem dünyada çok önemli gelişmeler yaşandı tabii. Bir kere pandemi gibi bir süreçle sınandık. Dışarıda insanlar evlere hapsedilirken, biz içeridekiler de hapis içinde hapislere, hücrelere konduk; tecrit ve izolasyon uygulamaları daha da ağırlaştırıldı. Pandemi küresel ölçekte yeni alışkanlıklar da yarattı. Yaşamın anlamı, sosyo-ekonomik, kültürel ilişkiler bu süreçlerden etkilendi. Fakat değişmeyen şeyler oldu.
Ne gibi şeyler değişmedi?
AKP-MHP-Ergenekon ittifakının Kürt düşmanı politikası değişmedi mesela. Yargının Kürtlere karşı bir silah olarak kullanılması, İmralı işkence rejimi, kayyım politikası süreklileştirildi. İktidarın bu politikası Türkiye’yi hukuk devleti olmaktan çıkardı. Mafya düzenine teslim olundu. Bu sadece iktidarı çürütmedi; toplumda da büyük bir çürüme, yozlaşma yarattı, adaletsizliği derinleştirdi. Kürt siyaseti doğal olarak buna direndi.
Sizce bu çürümüşlüğün telafisi mümkün mü?
İktidarın Kürt düşmanı politikadan vazgeçmesiyle, Kürtlerle anlamlı, eşit, özgür yurttaşlık hukukuna dayalı yeni bir siyasetle çürümenin, yozlaşmanın üstesinden gelinebilir.
MAHPUSLUK ANLATILAMAZ, YAŞANIR
Mahpusluk uzadıkça insanda nasıl bir değişim yaşanıyor?
Demokrasi, özgürlük, eşitlik, adalet mücadelesi bir mekâna hapsedilemez. Mücadele iradesi ve azmi mekânla sınırlandırılamaz. Ütopyacı idealler için direnmek, mücadele etmek ve dayatılan sınırları aşmak, yaratılan karanlığı yırtmak, kendini zihinsel olarak güçlendirmek, örgütlemek, devrimciliğin mayasında vardır. Sanırım mahpusluk anlatılamaz, yaşanır. Sürekli gözetim ve denetim altında olmak, inceltilmiş baskı, şiddet uygulamalarıyla karşı karşıya kalmak, ilk anda şok olduğun, kabul edilemez bulduğun uygulamaların bir süre sonra senin için sıradanlaşması…
Hapisteki bu uygulamalara direnmenin bedeli ne oluyor?
İnsanlık dışı uygulamalara itiraz etmenin bedeli disiplin soruşturmaları, hücre cezaları, hak gaspları. Cezaevleri genel olarak tecrit ve izolasyon alanlarıdır ama son süreçte inşa edilen yüksek güvenlikli Y Tipi ve S Tipi cezaevleri, İmralı’da başlatılan tecrit ve izolasyon politikasının derinleştirilerek uygulandığı yerler. Sanırım Türkiye haricinde cezaevi yapımlarının halka müjde olarak sunulduğu başka bir ülke yoktur. Sonuç itibariyle geride bıraktığım 7,5 yıllık cezaevi süreci benim için sürekli bir mücadele ve direnişle geçti. Dilekçeler yazarak, açlık grevleri yaparak, karavana almayarak, mahkeme salonlarında halkımızı, kadınları, özgürlük mücadelesini savunarak, röportajlar vererek, yazılar yazarak, yani mücadele ve direnişle geçiriyoruz mahpusluğumuzu.
ESAS HAKKINDAKİ SAVUNMAM ALINMADAN 15 YIL HAPİS CEZASI VERİLDİ
Bilmeyenler için hukuki durumunuzu özetler misiniz? Hangi suçlamalarla karşı karşıyasınız? Şu ana kadar kesinleşmiş bir cezanız var mı? Mevcut duruma göre ne zaman hapisten çıkmanız söz konusu?
4 Kasım 2016 tarihinde HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekillerimizin gözaltına alınmasını protesto etmek için Diyarbakır Adliyesi önünde 2911’den (Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu’na muhalefetten) gözaltına alındım. Hazır gözaltına almışken, hakkımda hazırlanmakta olan dosya hemen gündeme alındı ve tutuklandım. İddianameye konu olan suçlamalar benim mitinglerde, basın açıklamalarında, Parti Meclisi toplantılarında, Demokratik Toplum Kongresi içindeki çalışmalarıma, KJA’daki (Kongreya Jinên Azad) kadın çalışmalarına, 2009 yılında siyasi soykırım amacıyla yapılan KCK operasyonlarında yargılanan arkadaşlarla dayanışma içinde olmama, mahkemelerini izlememe, Hasankeyf’e Ilısu Barajı yapılmasına karşı çıkmama dayanıyor. Bunlara dayanarak hakkımda örgüt üyeliği ve örgüt propagandasından iddianame hazırlandı ve dosya o dönem Diyarbakır Büyükşehir Belediye Eşbaşkanı iken tutuklanan sevgili Gültan Kışanak’ın dosyasıyla birleştirilerek güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan Malatya’ya gönderildi. Malatya’da “özel” olarak görevlendirilen 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde süreç başladı.
Nasıl bir süreç başladı?
Özellikle “yargılama başladı” demiyorum, çünkü ortada bir yargılamadan ziyade mahkemenin önüne görev olarak konan “iş” yapıldı. Nitekim savcının mütalaasına karşı esas hakkında savunmam alınmadan örgüt üyeliği ve propagandasından bana ve Gültan Kışanak’a 15’er yıl ceza verildi. Gaziantep Bölge Adliye Mahkemesi hakkımızda başka dosyaların da olduğunu belirtip onların da birleştirilerek yeniden karar verilmesi talebiyle dosyayı bozdu. Bozma gerekçesinde bahsedilen dosyalar arasında Kobanê dosyası yoktu. Kobanê dosyasına Ekim 2020 tarihinde dahil edildik ve Malatya dosyası da Kobanê kumpas davasıyla birleştirildi. Örgüt üyeliği yönünden, propaganda dosyaları Malatya 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde devam ediyor. 22. Ağır Ceza Mahkemesi 41’inci celsede Gültan Kışanak, Figen Yüksekdağ ve beni, birleşen dosyalarımız yönünden uzun tutukluluktan tahliye etti. Ancak Kobanê dosyasında tutukluluğa devam kararı verildi.
MAHKEMELER DEVLETİN KÜRT POLİTİKASINA PARALEL TUTUM BELİRLİYOR
Bu ne anlama geliyor?
Bu karar da hukukun etrafından dolanmak anlamına geliyor. Dosyalar birleştirildiği için ortak tek dosya işlem yapılması gerekirken mahkeme “iki ayrı iddianame var, o nedenle böyle karar verdim” diyor. Ama 41’inci celseden bugüne, tahliye edildiğimiz dosyadaki iddialarla tutukluluğumuz devam ediyor. Kobanê davası dışında Kocaeli’de Newroz kutlamalarına katıldığım gerekçesiyle 2911’den (Toplantı ve Gösteri Yürüyüşü Kanunu’na muhalefetten) hakkımda 2 yıl 6 ay hapis cezası verilmiş bir dosya Yargıtay’da. Yine 2911’den üç dava İstanbul’da devam ediyor. SADAT’ın hakkımda açtığı tazminat davası sürüyor. Yine cezaevinde yaşadığım işkence uygulamalarına itiraz ettiğim için hakkımda Kocaeli ve Sincan Asliye Ceza Mahkemeleri’nde devam eden davalarım var.
Türkiye’de yargı alanının siyasallaşmasının ortaya çıkardığı durum öngörülmezliktir. Anayasa, yasa, uluslararası hukuk normları değil, siyasi iktidar ve ortaklarının arzularına göre kararlar verildiği için “öngörülmez” bir süreç yaşıyoruz. Türkiye’de mahkemeler devletin Kürt politikasına paralel olarak tutum belirliyor. Dolayısıyla 17 Nisan 2024 tarihinde Kobanê davası kapsamında verilecek karar da buna göre olacaktır. Sadece Kobanê davası için değil, Kürt siyasetçilerin, aktivistlerin, basın emekçilerinin yargılandığı tüm davalar için bu geçerlidir.
NE YAZIK Kİ SOL PARTİLERDEN DAYANIŞMA GÖREMEDİK
Siz dâhil HDP-DEM Parti’nin en önemli aktörleri Kobanê Davası’nda yargılanıyor ve bu davanın Kürtler açısından tarihi önemde olduğu vurgulanıyor. Bu tarihsel önemine rağmen sizce Türkiye’deki demokrasi güçleri, sol-sosyalist partiler Kobanê Davası’na gereken ilgi-alakayı gösteriyor mu?
Kobanê kumpas davası Kürt siyasi hareketi ile sosyalist harekete, demokrasi güçlerine, demokratik cumhuriyet inşa etme iradesine yönelik saldırının sonucudur. AKP-MHP-Ergenekon faşist ittiifakı Türkiye’nin ikinci yüzyılında demokratik cumhuriyeti inşa etme iddiasında olan, demokrasi ve özgürlük güçlerini, Kürt kadın hareketini kendisine tehdit olarak görmüş ve bu tehdidi ortadan kaldırmak için HDP’yi kapatma davasını devreye koymuştur. HDP MYK’sının Kobanê halkıyla dayanışmak için attığı twiti bahane ederek Kürt siyasetçileri “rehin” almıştır. 6-8 Ekim 2014 tarihinde yaşanan şiddet olaylarında yaşam hakkı elinden alınan insanların gerçek faillerini gizlemek, iktidarın bu süreçteki rolünü örtbas etmek ve çözüm sürecini yargılamak için kurgulanmış bir dava ile karşı karşıyayız. İstiklal Mahkemeleri’nden DGM’lere ve Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri’ne kadar yargı, tarihsel olarak Kürt siyasetine karşı bir silah gibi kullanılmış, kullanılmaya da devam edilmektedir. Türkiye’deki sol, sosyalist partiler, demokrasi güçleri söylemde Kürt halkıyla dayanışma içinde olduğunu ifade etse de, HDP-Dem Parti içinde birlikte mücadele ettiğimiz sosyalist parti ve yapılar dışında kalan sol partilerde bu dayanışmayı ne yazık ki göremedik.
EGEMEN ULUS PERSPEKTİFİ SOLUN KÜRT SORUNUNA YAKLAŞIMINI ETKİLİYOR
Sol parti ve yapılar ne yapabilirdi?
Kobanê davasını gündemlerine almak, dava sürecini takip etmek ve bu konuda kamuoyu oluşturmak için herhangi bir girişimlerine bugüne kadar tanık olmadım. Gezi davasındaki haksızlığa, hukuksuzluğa ses çıkardıkları kadar Kobanê davasındaki hukuksuzluklara ses çıkarmadıkları bir gerçek. HDP-Dem Parti dışında kalan sol, sosyal demokrat siyasetin bu ilgisizliğinin altında yatan ise Kürt sorunudur. Bu kesimlerin Kürtlerin özgürlük sorununu Kürtlerin sorunu olarak gördüğünü, sosyalist bir ilke olarak ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını dile getirirken Kürt halkının eşitlik, özgürlük ve barış talebini desteklemede zayıf kaldıklarını düşünüyorum. Egemen ulus perspektifinden bakan, Kemalist ideolojinin yansımaları Türkiye’deki solun Kürt sorununa yaklaşımını etkiliyor. Kürt sorununu iktidarın, devletin “terör” alanına sıkıştırmasına itiraz etmek şöyle dursun, onlar da aynı perspektifi esas alıyor. Devletin şiddetini görmeden Kürt halkına yönelik inkâr, imha ve asimilasyon politikalarını reddetmeden özgürlükçü bir siyaset üretmek mümkün değil.
Türkiye’deki sol Filistin halkıyla dayanışmak, İsrail’in işgaline hayır demek için haklı olarak sokağa çıkarken, yanıbaşında kendi devletleri tarafından zulme uğrayan Kürt halkı için, savaş politikalarına hayır demek için, Kürt halkının siyasi, kültürel olarak iktidar tarafından soykırım kıskacına alınmasına karşı durmak için sokağa çıkmak akıllarına gelmiyor. Sınıf sorununun çözümünün Kürt sorununu çözeceği iddiası da, Kürt siyasetinin sınıf değil, kimlik siyaseti yaptığı yaftası da gerçeklikle bağdaşmıyor.
Türkiye işçi sınıfının çok büyük bir kesimini oluşturan Kürt işçilerin kimlik sorununa kör bakışın, sınıf mücadelesinin büyümesini, toplumsallaşmasını engellediği gerçeğini görmüyorlar. Bu kesimler üsttenci bir yaklaşım sergiliyor, öz gücüne dayanarak iktidar karşısında örgütlü güç haline gelen Kürt siyasi hareketini beğenmiyor, Kürt siyasetinin nasıl davranıp davranmaması gerektiği konusunda ahkâm kesmekten de geri durmuyorlar. Oysa o beğenmedikleri Kürt özgürlük hareketi dünyanın her yerinde zulme karşı direniyor ve yeni yaşamı inşa ediyor. Kürtlerin Rojava’da, Rojhilat’te, Bakur ve Başur’da verdikleri özgürlük ve barış mücadelesi tüm dünya halklarının, Ortadoğu’nun geleceğini şekillendiriyor.
KÜRT HALKIYLA DAYANIŞMAK İÇİN GEÇ DEĞİL; SAVAŞ KARŞITI MÜCADELE SOLUN ACİL GÖREVİDİR
Tekrar olacak ama, muhalefet partilerinin Kobanê davası kapsamında somut olarak yapabilecekleri bir şey var mıydı sizce?
Her zaman yapacak bir şey vardır. Kobanê kumpas davasının haksızlığı, hukuksuzluğu ifşa edilebilir mesela. Kürt halkıyla, Kürt siyasetiyle dayanışmak için henüz geç değil. Ama Kürtler sadece seçim zamanlarında akıllarına geliyor. Kürt halkıyla eşit, özgür yurttaşlık temelinde yeni bir yaşam aynı zamanda demokratik cumhuriyeti inşa etmeyi, Türkiye’nin içine girdiği ekonomik, siyasi krizin aşılmasını da sağlayacaktır. Bugüne kadar güçlü bir dayanışma gösterilmemesi, bundan sonra da böyle olacağı anlamına gelmemeli. Kürt halkına yönelik hukuksuzluğa, haksızlığa göz yummak, bunun genelleşmesine, topluma karşı baskı aracına dönüşmesine onay vermektir.
31 Mart yerel seçimleri sonrasında sol, sosyalist hareketlerin, sosyal demokratların başta Kürt meselesi olmak üzere Türkiye’nin temel sorunlarının nasıl çözüleceğine dair tartışmasına, demokratik cumhuriyetin inşası konusunda yan yana gelmelerine, ortak bir mücadele birliği oluşturmalarına ihtiyaçları var. Sanırım dışarıdakiler de demokrasi ve özgürlük mücadelesini seçimlere indirgeyen anlayışı aşmanın, gençlerin, kadınların, farklılıkların katılımını esas alacak demokratik bir sisteme acil olduğununun farkındadır. Halkın düşürüldüğü ahlaki, politik çürümüşlük, şiddetin toplumsallaşması, yoksulluğun, adaletsizliğin derinleşmesi, toplumu geleceksiz bırakmış durumda. Yaşanan çürümenin, yozlaşmanın nedeninin savaş politikaları ve bütçenin önemli bir bölümünün savaşa aktarılması olduğunu görerek savaş karşıtı bir mücadele geliştirmek solun önünde duran acil bir görevdir.
SUİKASTÇININ HANÇERİ YARGICIN CÜBBESİNİN ALTINA GİZLENMİŞTİR
Kobanê davası Kürt hareketine yönelik davalar arasında kapsamı itibariyle en büyüklerinden biri. Bu dava Kürt meselesine tarihi bir perspektiften bakıldığında nereye oturuyor?
Az önce de söylediğim gibi, tarihe baktığımızda, yargı mekanizmasının Kürtlere karşı hep bir silah olarak kullanıldığını görürüz. İkinci Dünya Savaşı sonrasında Almanya- Nürnberg’de hukukçuların yargılandığı adalet davalarında “suikastçının hançeri yargıcın cübbesinin altına gizlenmiştir” tespiti Türkiye’de Kürtlere karşı yürütülen siyasi soykırım davalarında da karşımıza çıkıyor. Kürtler söz konusu olduğunda anayasa, yasa yok sayılıyor. Kürtlerin ulusal, uluslararası hakları, özgürlükleri iktidarlar ve devlet tarafından rahatlıkla askıya alınıyor. Kürtlere karşı anayasa olarak kullanılan Terörle Mücadele Kanunu her türlü hak gaspının, hukuksuzluğun, devlet şiddetinin, zulmün yasal kılıfa büründürülerek, sistematik şiddetin meşrulaştırılması, demokratik siyaset alanının daraltılması için kullanılıyor. İktidarlar değişse de Kürtlere yönelik politikalar değişmiyor. Kobanê kumpas davası sadece Kürtleri hedeflemiyor.
Aslında Türkiye halklarıyla ortak bir gelecek kurma umudunu, ortak mücadeleyi engellemek istiyorlar. Ayrıca elbette kadın özgürlük çizgisi hedef alınıyor. Kobanê davasıyla bir yandan parti kapatmanın zeminini hazırlamak istiyorlar, diğer yandan da sosyalist, sol, demokrat güçlerle Kürt siyasi hareketinin dayanışma ve birlikte mücadele zeminini ortadan kaldırmayı hedefliyorlar. Mahkemede de ifade ettiğim gibi devlet, faşist iktidar bu davayla yalanı gerçek, dayanışmayı yasak, hak, özgürlük ve eşitlik mücadelemizi kriminalize etmek istiyor. Fakat bu davanın sonucu ne olursa olsun, başaramadılar, başaramayacaklar.
BİR YANDAN ÖCALAN’LA GÖRÜŞÜRKEN, DİĞER YANDAN TASFİYEYİ PLANLADILAR
Hükümet eliyle çözüm süreci yürütülürken 6-8 Ekim 2014 Kobanê protestoları yaşandı. Sizce hükümet neden bir yandan çözüm süreci yürütürken bir yandan da IŞİD saldırısı altındaki Kobanê’ye seyirci kaldı?
Hükümetin “çözüm sürecini” gerçek anlamda Kürt sorununu çözmek, Kürtlere eşit, özgür yurttaşlık temelinde yeni bir hukuk oluşturmak için değil, Kürt hareketini tasfiye etmek için kullandığı, Şark Islahat Planı’na benzeyen Çöktürme Planı’yla açığa çıktı. 2010 yılında Tunus’ta başlayıp Kuzey Afrika ve Ortadoğu’ya yayılan “Arap Baharı” sürecini AKP iktidarı neo-Osmanlıcı hayallerini gerçekleştirmek için bir fırsat olarak gördü. IŞİD, el-Kaide gibi cihadist örgütleri destekleyen AKP, Kürtleri de neo-Osmanlıcı hayallerin önünde engel olarak gördü. Bu nedenle Kürtlerin Kuzeydoğu Suriye’de bir statü elde etmesini engellemeye çalıştılar. Kürt siyasetinin Türkiye ve Ortadoğu halklarıyla demokratik özerklik temelinde bir arada yaşama hedefini “bölücü-ayrılıkçı” yaftasıyla kriminalize etmeye yöneldiler. Bir yandan İmralı’da Sayın Abdullah Öcalan’la görüşmeler yapılırken, diğer yandan gizlilice hazırlanıp Genelkurmay’a sunulan “Çöktürme Planı”yla Kürt siyasi hareketini tasfiye etme planını devreye koydular.
Bütün dünya ve Türkiye halkları IŞİD’in Kobanê saldırısana karşı dayanışma gösterirken, Erdoğan “Kobanê, Kobanê diyorlar, Kobanê düştü, düşecek” diyerek olmasını istediği şeyi ifade ediyordu. Fakat Kürt kadınlarının, Kürt halkının IŞİD çetelerine karşı direnişi, Türkiye ve dünya halklarının Kobanê’yle dayanışması burayı özgürleştirdi, IŞİD yenildi. Bu aynı zamanda AKP’nin yenilgisiydi. Ancak AKP Suriye’nin, Kuzeydoğu Suriye’nin istikrarsızlaştırılması konusundaki siyasetini sürdürüyor. Erdoğan’ın çözüm sürecinde önemli bir aşama olan Dolmabahçe Mutabakatı’nı tanımayıp masayı devirmesinin arkasında neo-Osmanlıcı hayallerinin ve Kürtlerin olası bir statü elde etmesini engelleme amacının olduğu nettir. AKP IŞİD’e, el-Kaide’ye bağlı cihadist gruplarla işbirliğini sürdürüyor. Ayrıca AKP her ne kadar Irak Federe Kürdistan Bölgesi’nde KDP’yle hareket etse de, Kürt birliğinin sağlanmasını ve Kürtlerin bölgede bir güç haline gelmesini engellemek için her türlü yol ve yönteme başvuruyor. Kobanê kumpas davasında savcıların iddianamesine ve binlerce sayfayı bulan mütalaasına baktığımızda, devletin hâlâ IŞİD’i savunduğu, IŞİD’in işlediği insanlık suçlarına dair tek bir söz söylemediği görülecektir. Bu sadece iddianameyi ve mütalaayı hazırlayan iki savcının yaklaşımı değil, Cumhur İttifakı’nın yaklaşımıdır.
KOBANE DAVASININ AMACI GERÇEKLERİ ORTAYA ÇIKARMAK DEĞİL, İKTİDARIN ROLÜNÜ GİZLEMEK
Kobanê protestolarının “karanlık eller” tarafından çatışmaya dönüştürüldüğüne dair pek çok değerlendirme yapılıyor. O dönemin bir tanığı olarak sizce Kobanê protestolarının çatışmaya dönüşmesinde temel rolü kimler, nasıl oynadı?
Türkiye Kobanê’de, Rojava’da Kürtlere karşı cihadist grupları desteklemiş, sınırları çetelere açmış, IŞİD’lilere silah, mühimmat, para, insan kaynağı dâhil her türlü desteği sunmuştur. 15 Temmuz darbe girişiminde bölgede görev yapan polis, asker, hakim, savcı dâhil devlet kurumlarında görev yapanların ihraç edilmesi, tutuklanması bize bu görevliler eliyle Kürdistan’da özel bir politika izlendiğini, kaos ve kriz yaratıldığını gösteriyor.
Kobanê halkıyla dayanışma eylem ve etkinliklerine milyonlarca insan katılmış ve HDP’nin, BDP’nin öncülük ettiği protesto eylemlerinde herhangi bir olumsuzluk yaşanmamıştı. Ancak 7 Ekim’de Muş-Varto’da bir gencin yaşamını yitirmesi ve ardından paramiliter güçlerin sahaya indirilmesiyle birlikte onlarca üyemiz, insanımız yaşamını yitirmişti. Hatırlarsanız o dönemde süreci sabote etmek isteyenlere karşı tüm kurumlarımız adına (HDP, HDK, DTK, BDP, KJA) açıklamalar yapılmış ve halkımızın provokasyonlar karşısında duyarlı olması istenmişti. Yine Sayın Abdullah Öcalan tarafından gönderilen mesajın halkla paylaşılmasıyla daha büyük sorunlar yaşanmasının önüne geçilmişti. Daha sonra, 2016 yılındaki özyönetim direniş süreçlerinde devlet içindeki bazı odakların bilinçli olarak provokasyon yaptıkları, kaos ortamı yarattıkları, bunların Çöktürme Planı çerçevesinde hayata geçirildiği anlaşıldı. Kamuoyuna yansıyan Çöktürme Planı iktidar tarafından reddedilmedi. 6-8 Ekim 2014 tarihinden altı yıl sonra açılan davanın Kobanê olaylarıyla ilgili gerçekleri ortaya çıkarmaya değil, iktidarın olaylardaki sorumluluğunu gizlemeye yönelik olduğu yargılama sürecinde net olarak görüldü.
Bir gün o olayların sorumlularının, demokratik eylem ve etkinlikleri provoke edenlerin, iktidarın bu süreçteki rolünün ortaya çıkacağını umuyorum. Çözüm sürecinde ısrarla önerdiğimiz “Hakikat ve Adalet Komisyonu” kurulmuş olsaydı, o süreçte yaşananlar tüm yönleriyle açığa çıkarılacaktı. Fakat bırakalım gerçeklerin açığa çıkartılmasını, milletvekili arkadaşlarımızın o sürecin aydınlatılması için verdikleri Araştırma Komisyonu önerileri bile iktidarın oylarıyla reddedildi, reddediliyor.
KÜRT HALKI VE SİYASETİ, DEVLETİ ÇÖZÜME ZORLUYOR
31 Mart yerel seçimleri öncesinde yeni bir “çözüm süreci” tartışması yürütülüyor. Kürt hareketinin bazı aktörleri hükümete bu konuda çağrılar da yapıyor. Sizce ufukta böyle bir olasılık var mı? Eğer yeni bir çözüm süreci söz konusu olursa, bunun koşulları nasıl oluşturulabilir?
Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü için Kürt halkı, Kürt siyasi hareketi mücadele ediyor. Kürt halkının varlığının tanınması, gasp edilen haklarının iadesi talebiyle örgütlenen mücadele, aynı zamanda onurlu barışın yolunu da açmaya çalışıyor. Çağrılara bu çerçevede bakmak gerekiyor. Devleti, iktidarı çözüme zorlamak için Sayın Öcalan “bir muhatap arıyorum” diyordu. Kürt halkı da, siyaseti de, toplumun önde gelenleri de, barış anneleri de mücadeleyle, direnişle, çağrılarla devleti çözüme zorluyor.
DEVLET, KÜRT SORUNUNUN ÇÖZÜMÜ GİRİŞİMLERİNE KÜRT SİYASETİNİ TASFİYE AMACIYLA YAKLAŞTI
Peki siz bunun sonuç alıcı olacağını düşünüyor musunuz?
AKP-MHP-Ergenekon ittifakı üzerinden devletin Kürt sorununa yaklaşımındaki geleneksel inkâr, imha ve asimilasyon politikası yürütülüyor. Bunlar cumhuriyetin ikinci yüzyılında Kürtleri kültürel ve siyasal soykırıma uğratmak istiyor. Bunun için de Kürtlere, Kürt siyasetine karşı devletin tüm zor, zulüm araçları devreye konmuş durumda. 2015 yılından bugüne, demokratik siyaset alanına yönelik sistematik şiddet politikası devrede. Kürt halkı, Kürt siyaseti, Kürt kadın hareketi devletin bu politikasına direniyor. Bu direniş faşist ittifakın amacına ulaşmasını engelliyor. Devletin Kürtlere uyguladığı acımasız şiddet, çözümsüzlük siyaseti Türkiye’yi ekonomik ve siyasi krize sürükledi. Türkiye’nin hukuk devleti olmaktan çıkması, mafya düzenine dönüşmesi, yargı mekanizmasının siyasallaşması, adaletsizlik, toplumun ahlaki ve politik değerlerinin çürümesi Kürt sorunundan bağımsız ele alınamaz.
Bu gidişata dur demenin, demokrasinin, özgürlüklerin güvence altına alınmasının, ekonomik, siyasi standartların yükselmesinin yolu Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümünden geçer. Bugüne kadar Kürt sorununun çözümü konusunda gerçekleştirilen pek çok girişimde devlet, esasen Kürt siyasetini tasfiye amacıyla yaklaştı. Devletin hep gizli bir planı olduğu için bu girişimler kadük kaldı. 2013-2015 yılında yürütülen sürecin müzakereye geçiş aşamasında devlet tarafından sonlandırılması da bu gerçeği gösterdi. Peki tüm bunlara rağmen çözüm mümkün mü? Elbette mümkün! Ortadoğu’daki gelişmeler, Kürdistan’ın diğer parçalarındaki gelişmeler ve en önemlisi de Kürt halkının kendi kaderini tayin etme iradesi ve azmi, sorunun çözümünü dayatıyor. Türkiye’nin Irak’ta geliştirdiği “güvenlik” konsepti, Kuzeydoğu Suriye ve Federe Kürdistan Bölgesi’ndeki işgal girişimleri, Kürtlere karşı yürüttüğü savaş stratejisinin başarılı olma şansı yoktur. Bu politika ancak daha çok şiddet, çatışma, çözümsüzlük, ekonomik-siyasi kriz üretir. Ama Kürtler haklarından, özgürlüklerinden vazgeçmez. O nedenle Kürt siyaseti yolu uzatmadan, daha çok acılar yaşanmadan, şiddetsiz, demokratik ve barışçıl çözüm yolunun açılması için mücadele ediyor. Elbette eskisi gibi olmaz ama eski deyeyimleri dikkate almadan da olmaz.
MUHAFAZAKAR SAĞ KESİM DE YENİ BİR ADRES ARIYOR
AKP 2015’ten beri MHP’yle ortaklığında öngörülenin aksine ciddi bir erime yaşamadı; aksine bu süreçteki tüm seçimlerden güçlenerek çıktı. Milliyetçi-İslamcı söylemin karşılığını alan iktidarın buna rağmen yeni bir çözüm süreci başlatması söz konusu olabilir mi?
Faşist Cumhur İttifakı’nın arkasındaki kitlesel destek, onun gücünden değil, solun, muhalefetin güçsüzlüğünden, toplumsal, siyasal sorunlara çözüm geliştirme iradesi gösterememesinden kaynaklanıyor. Muhafazakâr sağ kesim de yeni bir adres arıyor. Tabii bu sadece Türkiye’nin sorunu değil. Dünya genelinde milliyetçi, faşist sağ siyasetin yükseldiğini görüyoruz. Bunun analizinin çok iyi yapılması gerekir. Ekonomik, ekolojik kriz, kapitalist modernist sistem krizine karşı güçlü çözümler üretememesi sol, sosyalist, anarşist, feminist, sosyal demokrat hareketlerin, siyasetlerin kendilerini alternatif haline getirememesi, milliyetçi, ırkçı, cinsiyetçi, dinci, militarist anlayış ve siyasetlere alan açıyor.
Milliyetçi sağ siyaset belki sandıktan çıkıyor ama toplumu ahlaki ve politik olarak çöktürüyor. Kadın özgürlük sorunundan Kürt özgürlük sorununa, ekolojik sorunlardan sınıf sorununa, göçmen sorununa; bırakın çözüm üretmeyi, çözümsüzlüğü derinleştiriyor. İktidar ve güç sadece kendisini değil, toplumu da çürütüyor. O nedenle toplum bu çürümüşlük halinden, yozlaşmadan, yoksulluktan, güvencesizlikten, adaletsizlikten çıkmak istiyor. Bundan çıkışın yolu ise demokrasi, özgürlük ve demokratik hukuk düzeninin sağlanmasıdır. Türkiye ve iktidardakiler kendileri istemese de siyasal, ekonomik koşullar kadınların, Kürt halkının, işçilerin, yoksulların mücadelesi ve direnişi yeni bir siyaseti zorunlu kılıyor. Tabii burada önemli olan değişimin hangi yönde olacağıdır. Değişimin halklarımızın, kadınların lehine olması için Kürt siyasi hareketinin, demokrasi ve özgürlük güçlerinin, kadın hareketinin kendisini örgütlemesi ve dayanışmayı yükseltmesi gerekiyor.
EMEK VE ÖZGÜRLÜK İTTİFAKI’NIN TOPLUMA ÖNCÜLÜK YAPMA SORUMLULUĞUNU ÜSTLENMESİ GEREKİR
AKP’nin iktidardaki ömrü uzadıkça muhalefetteki ittifaklarda da bölünmeler, parçalanmalar derinleşiyor. 14 Mayıs 2023 seçimlerinden sonra Millet İttifakı tamamen dağılırken, Emek ve Özgürlük İttifakı’nda da bariz bir kopuş yaşandı. Sizce muhalefetin tekrar toparlanmasının yolu nedir?
Toplumun, halkın gerçeğini bilmeyen, toplumun temel dinamiklerini, sorunlarını kavramayan, toplumu anlamayan kişi, kurum ve siyasetlerin başarılı olma şansı zayıftır. En genel anlamıyla “siyaset sorun çözme sanatıdır”; öngörü ve derinlik ister, ustalık gerektirir. Türkiye’de demokratik siyaset alanı faşist iktidar tarafından daraltılmış, özellikle Kürt siyasi muhalefeti, sosyalist muhalefet devletin tüm zor araçlarıyla baskı altına alınarak, tecrit edilerek toplumla bağı koparılmaya çalışılıyor. Bu zor koşullarda DEM Parti çatısı altında birleşik mücadele, toplumda büyük bir umut yaratmayı başarmıştır. Bu başarının altında Kürt siyasi hareketi, sosyalist hareket, demokrasi ve özgürlük güçlerinin kadın, gençlik hareketleri, ekoloji hareketi, sınıf mücadelesinin, kısacası radikal demokrasi çizgisini savunanların kendi bireysel, siyasal çıkarlarını değil, halkın, kadınların, işçilerin, yoksulların çıkarını gözeterek politika üretmeleri vardır.
Emek ve Özgürlük İttifakı’nın bu gerçekliği göz önüne alarak kendisini yeniden örgütlemesi ve topluma öncülük yapma sorumluluğunu üstlenmesi gerekir. Karşımızdaki erkek egemen kapitalist sistem çok örgütlü. Buna karşı ancak kendimizi örgütleyerek, siyasetimizi toplumsallaştırarak, sistem karşıtı bir siyaseti geliştirerek başarılı olabiliriz. Bu konuda önemli deneyimlerimiz de var.
Düzen partileri, burjuva siyaseti yürütenler toplumdan çok kendi çıkarlarını düşündüğünden, toplumsal gerçeklikten uzak kurdukları masa çıkarları çatıştığında çok kolay dağılmıştır. Kendisine sosyal demokrat diyen bir partinin kendisini merkez sağın birleştirilmesinde görevli addetmesi, ırkçı-faşist partilerle protokoller imzalarken Kürtlerle yan yana durmaktan imtina etmesi, toplumun sağa yönelmesine, muhafazakarlaşmasına yol açmıştır. İktidar ve muhalefetin milliyetçilik yarışı, seçim için her türlü ilkesizliği kabullenmesi, iktidarın elini güçlendirmekten, faşist rejimin ömrünü uzatmaktan başka bir sonuç doğurmamıştır. Türkiye’de solun, sosyalist hareketin yaşanan tüm bu gelişmeleri güçlü analiz etmesi, toplumun temel sorunlarını tespit ederek kendisini örgütlemesi mümkün. Solun, sosyalist hareketlerin kendilerini de yenileyerek yeni bir perspektif ve bakışla sistem karşıtı bir siyaseti örgütlemesi acil bir görev olarak kendisini dayatıyor. Emek ve Özgürlük İttifakı buna öncülük edebilir.
CİZRE BODRUMLARINDA YANAN GENÇLERİ, TAYBET ANA’YI, CEMİLE KADIRGA’YI, TAHİR ELÇİ’Yİ BATIYA ANLATAMADIK
2010’lu yıllar çözüm süreci, Suriye iç savaşı, sokağa çıkma yasakları, hendek savaşları, kayyımlar, tutuklama operasyonları gibi Kürt sorununda çok çalkantılı bir dönem oldu. Bu dönemde Kürt siyasi hareketi olarak “şunu farklı yapabilirdik” dediğiniz bir şey var mı?
Her siyasi parti ve hareket kendi politikasının dönem dönem konferanslarla, kongrelerle, yeniden yapılandırma süreçleriyle ele alır ve değerlendirir. Bunu yapmayanların yol yürümesi, başarı elde etmesi zordur. Kürt siyasi hareketinin en temel özelliğinden birisi eleştiri-özeleştiri mekanizmasını düzenli olarak işletmesidir. Bu Kürt halkına, siyasetine kazandırmıştır. Her dönemin kendine has özellikleri vardır. 1990’lı yıllar, 2010’lu yıllar Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da yaşanan halk isyanları süreci, 2013-2015 diyalog ve müzakere süreci, özyönetim taleplerine karşı devletin uyguladığı şiddet… Tüm bu süreçlerde Kürt siyaseti, Kürt kadın hareketi olarak, Kürt sorununun demokratik ve barışçıl çözümü talebinden vazgeçmedik ve bunu örgütlemeye çalıştık. Bu mücadelemize, taleplerimize karşı devlet ise zor, zulüm ve savaş politikalarıyla cevap verdi. İmralı işkence rejimi, kayyım rejimi, HDP’li milletvekillerimizin, belediye başkanlarımızın, binlerce Kürt siyasetçinin hapsedilmesi devletin Kürtlere karşı yürüttüğü siyasi ve kültürel soykırım planının bir parçası olarak devreye kondu.
Bizler bunu sözlü olarak ifade etsek de, daha kapsamlı ve iktidarın bu stratejisini Türkiye halklarına teşhir eden bir siyaseti yeterince geliştiremedik. Saldırılar karşısında daha çok kendimizi savunma noktasında kaldık. Özyönetim sürecinde devletin insanlığa karşı işlediği suçları, sivillerin katledilmesini, yaşam alanlarının bombalanmasını, sokağa çıkma yasaklarını, Cizre bodrumlarında yanan gençleri, Taybet Ana’yı, Cemile Kadırga’yı, Tahir Elçi’yi batıya anlatamadık. İktidar kendi savaş politikasını gizlemek için yaşanan sürecin sorumlusu olarak hendek ve barikatları gösterdi.
Kimse devletin işlediği suçları, Kürtlere karşı uygulanan zulmü, şiddeti konuşmadı. Devletin yaptıklarını teşhir edebilseydik, Türkiye halkına anlatabilseydik, belki Türkiye’de farklı bir siyasi atmosfer olurdu. Türk devletinin başarılı olduğu konulardan birisi, Kürt halkının özgürlük sorununu, varlık sorununu “terörizm” alanına sıkıştırması, kendi uygulamalarını ise konuşulmaz, eleştirilmez kılmasıdır. Ne yazık ki Türkiye’de sol bu politikadan etkilenmemekte, devletin Kürt düşmanı şiddet politikasına radikal eleştiri getirmemektedir. Bu da iktidarın işini kolaylaştırıyor.
HAPİSHANE SİYASET YAPMAMIZA ENGEL OLAMIYOR
Her biriniz HDP içinde siyaset yürütmüş, yönetimde söz sahibi olmuş kişilersiniz. Cezaevine girdikten sonra partinin karar alma süreçlerine dahil olabiliyor musunuz?
Cezaevi tecrit alanıdır. İktidar toplumdan, siyasetten tecrit etmek amacıyla Kürt siyasetçileri rehin almıştır. Cezaevinde hak ve özgürlüklerin kullanımı önünde birçok engel var. O nedenle partinin pratik planlamasına dâhil olmak, karar süreçlerine katılmak pek mümkün olmuyor. Partimizin yetkilileri, eş başkanları aracılığıyla bilgilendirme yapılsa da, görüş ve önerilerimiz alınsa da, günlük, anlık gelişmeler karşısında her an sürece katılım mümkün olmuyor. Örneğin ben tutuklandığımda BDP’nin Eş Genel Başkanıydım. 2 yıl da cezaevinde bu görevi sürdürdüm. Ama bu görevim temsili olmaktan öteye gidemedi. Dediğim gibi, mevcut koşullar buna izin vermiyor. Ancak hapishane siyaset yapmamızın, siyasal, ekonomik gelişmelere dair görüş, öneri ve eleştirilerimizi aktarmamızın önünde engel olamıyor.
HUKUKSUZLUKLARA SES ÇIKARMAMAK DEVLETİN KÜRTLERE KARŞI ŞİDDETTİNİ SÜREKLİLEŞTİRİYOR
Anaakım medyadaki bazı yorumcular, tutuklandıktan sonra Selahattin Demirtaş’ın HDP tarafından yeterince sahiplenmediğini öne sürüyor. Bu yorum kendi durumunuzu da değerlendirdiğinizde, hem Demirtaş hem de tutuklu/hükümlü diğer siyasetçiler açısından doğru mu?
Türkiye cezaevlerinde on binden fazla Kürt siyasi tutsak var. Kürtlerin hak ve özgürlüğü için mücadele edenlerin yolu ne yazık ki sıklıkla zindanlara çıkıyor. Kürtler açısından bu alışıldık bir durum. Kürt siyasetinin mücadele alanlarından birisi cezaevleri olduğundan, her zaman hem Kürt halkının hem de Kürt siyasetinin gündemindedir. Hatırlayalım; 1990’lı yıllarda DEP’li milletvekilleri 2009 yılında KCK operasyonlarında DTP’nin genel merkez yöneticileri, milletvekilleri ve belediye başkanları, 2016 yılında kayyım rejiminin devreye konmasıyla belediye eş başkanları, meclis üyeleri, 4 Kasım 2016 HDP Eş Genel Başkanları ve milletvekilleri, KJA, TJA (Tevgera Jinên Azad) aktivistleri, gençlik, basın emekçileri, parti üye ve çalışanları devletin yargıyı Kürtlere karşı bir silah olarak kullanmasının sonucu olarak tutuklandı. Bu gerçeklik karşısında yaşanan asıl sorun, Kürt siyasi hareketine yönelik yargının araçsallaştırılmasının normalleştirilmesidir. Yoksa HDP, BDP, DEM Parti ve Kürt siyasetinin gündeminde hep cezaevleri var.
Parlamento çalışmalarında, kitle çalışmalarında, partinin kendi örgütlenme çalışmalarında HDP’li siyasetçiler cezaevleri, Kobanê davası, yaşanan hukuksuzluk, sürekli gündemdedir. İlginç olan ise ifade ettiğiniz kesimlerin Kürt halkına karşı devletin zulüm politikalarına, yargının bir silah olarak kullanılmasına, demokratik siyaset alanının daraltılmasına itiraz etmeyip, Kürtler arasında ikilik yaratmak için psikolojik savaşın aracı olmasıdır. Kürt düşmanı politikalara, Kürt siyasetine yapılan hukuksuzluklara ses çıkarmamak, iktidarın ömrünü uzatmakla kalmıyor, aynı zamanda Kürtlere karşı devlet şiddetinin süreklileşmesine yol açıyor.
DEM DEMA AZADİYêYE
Tarihsel bağlamını da göz önüne aldığınızda, sizce Kürt sorununun neresindeyiz?
İki yüz yıldır devam eden Kürtlerin statüsüz bırakılması stratejisi, Kürt halkının direniş mücadelesiyle başarısızlığa uğramıştır. Kürtlerin varlığına yönelik Türkiye, Suriye, Irak ve İran ulus devletlerinin şiddet, baskıcı politikaları bu ulus devletleri krize sürüklemiştir. Halklara rağmen çizilmiş ulus-devlet çizgileri, halkları çatıştırmaktan, ölümden, zulümden başka bir sonuç yaratmadı. Gelinen aşamada Ortadoğu’da kalıcı barışın sağlanmasının yolu Kürdistan sorununun, Kürt özgürlük sorununun çözümüyle bağlantılıdır. Kürtlerin özgürlüğü sadece Kürtleri değil, birlikte yaşadıkları Arap, Türk, Fars, Asuri, Süryani, Ermeni, Ezidi, Türkmen, Azeri halklarının özgürlüğünü de sağlayacaktır. Rojava devrimi sonrası yaşananlar bunun mümkün olduğunu gösteriyor. Sonuç itibariyle Kürt sorunu artık çözümü dayatıyor. Bunun bir çok boyutu var. Öncelikle Kürtlerin birliğini sağlaması, buna paralel olarak birlikte yaşadıkları halklarla demokratik ulus birlikteliğini sağlamak gerekiyor. Yine uluslararası güçlerin iki yüz yıldır çözümsüzlükte ısrar eden politikalarının değiştirilmesinin, çözüm önünde engel olmaktan çıkarılmasının zamanı gelmiştir. Dem dema Azadiyêye.
Son zamanlarda neler okuyor, hangi meseleler üzerinde çalışıyorsunuz?
En son Gencay Gürsoy’un “Bir Hayat Üç Dönem” kitabını okudum. Şimdi elimde Upton Sinclair’in “Ejderhanın Dişleri” kitabı var. Ama aynı zamanda Ortadoğu, kadın mücadelesi, Kürdistan ve Türkiye siyasi tarihi üzerine okumalar yapıyorum. Son üç yıl mahkeme salonunda, mahkemelerden kalan zamanda da savunma hazırlıklarıyla geçtiğinden kişisel yoğunlaşma için pek zaman kalmıyor. 17 Nisan’da dava sonuçlanmış olacak. Artık ondan sonrasına bakacağız.