Özgün Enver Bulut
Şiirin öksüz çocukları
Şiirin dünü ve bugünü incelendiğinde sadece imge, estetik, dil, biçim, tavır ile ilgili detaylar değil; şairlerin insani taraflarını da görmek mümkün. İçlerinde büyüttükleri umutlar, çocukluklarında yaşadıkları trajediler, doğdukları yerlerden kopuşlar, savrulmalar, ailesel ilişkilerindeki yaralar, o aralanan sayfaların içerisinde kurutulmuş çiçekler gibi dururlar.
Aslında bir tür melankolik dünyanın içine girip, şairlerdeki örselenmeyi, direnmeyi, ayrılığı psikolojik bir dil ile açıklamak elbette daha anlaşılır olabilir. Ancak bu her şair için farklı farklı özel sonuçlar çıkaracaktır. Üstelik şairin yaşadığı ülkenin ve dönemin koşulları da düşünülürse, sonuçların hangi biyografilere götüreceğini hayal etmek zor olmasa gerek.
Huzursuzluklar, nefret, ait olamama, çocukluktaki travmalar, düş kırıklıkları ve döneme etki eden ekonomik/sosyal olaylar şairlerin kişisel tarihinde baskın öğelerdir. Bunlar bir şekilde şairle ilerlemekte ve Marks’tan yardımla söylersem: " İnsanlar kendi tarihlerini kendileri yaparlar, ama bunu keyiflerine göre, kendi seçtikleri koşullar içinde yapamazlar, doğrudan verili olan ve geçmişlerinde kalan koşullar içinde yaparlar." Yani bilinçaltı ile duyguların, duygular ile gerçeğin çelişkisinde huzursuz, kaygılı ve korkunun ağırlığı ile yürünen bir hayat ve yazılan şiirler…
Arthur Rımbaud, Charles Baudelaıre, Louıs Aragon, René Char, Mihail Yuryeviç Lermontov, Sylvıa Plath, Edgar Allan Poe, Atilla Jozsef, Cemal Süreya, Ahmet Haşim, İlhami Bekir Tez’in yaşamları tamamen anlatılmaya çalışılan melankolik dünyanın yansımalarıdır. Babanın çocuk yaşta ölmesi ya da evi terk etmesi, anne tarafından kendi inançlarına göre büyütülen çocuklar ya da annenin ölümü ve farklı ellerde büyüyen çocukların o yaşlarda bilinçaltlarına attıkları şeylerin sonraki yıllarda ortaya çıkması, acı sonuçları ile şiirin bu öksüz çocuklarını yaratmıştır. Bu çocukların yaşam karşısındaki direnişleri duygusal ve acılı bir sentezden geçerek çoğunlukla ölümle buluşturmuştur onları. Plath ve Jozsef genç yaşta intiharı seçerler, Lermontov yine intihar sayılabilecek bir düello ile yaşama veda eder. Rımbaud bohem yaşamının çalkantıları ile uzandığı Afrika’da dizinde çıkan bir tümörden dolayı kesilen bacağı neticesinde yine genç yaşta ölmüştür. Benzer bir son ise Baudelaıre için söz konusudur. Onun da bohem ve hızlı yaşamı kırkaltı yaş gibi genç bir yaşta sona ermiştir.
Adı anılan şairlerin yaşamları psikoloji için önemli sayılabilecek türdendir. Belki tek tek ele de alınmıştır. Ama bilinmesi gereken temel şey, çocuklukları babasız, annesiz ve sıkıntılı geçmiştir. Rımbaud’un babası o daha çocukken annesi ile tartışıp evi terk etmiş ve bir daha dönmemiştir. Poe’nin babası, Poe doğduktan bir yıl sonra evi terk etmiş ve annesi veremden öldüğünde Poe üç yaşındadır. Lermontov’un babası yine o üç yaşındayken annesinin ölümü ile evi terk eden babalardandır. Jozsef’in babası ABD’ye göçüp, geri dönmemiştir. Şiirin öksüz çocukları başlığı bu nedenle anlamlı ve önemlidir.
Plath’ın babasına olan düşmanlığını, onu sekiz yaşında kaybetmesinden ve onun baba sevgisini yaşayamamsından kaynaklı olabileceğini düşünmek yanlış olmasa gerek. Baudelaıre’in babası annesinden otuzbeş yaş büyük bir yaşlı ve o yaşlı baba öldüğünde Baudelaıre altı yaşındaydı. Char ise on yaşındaydı babası öldüğünde. Aragon’un öyküsü daha trajiktir. Annesi yirmi dört yaşında genç bir kadın, baba elli yedi yaşındadır. Anneyi abla bilir. Baba ise vasiliğini üstlenmiştir sadece. Aragon gerçeği yirmi yaşında öğrenir ne yazık ki.
Kuşkusuz bu şairlerin yaşama olan isyanları hızlı, sıradan ve çileliydi. Bu nedenle isyan, şiirlerinde başkaldıran bir sese dönüşmüştür. Tümünün yaşadığı ilişkiler sonuçta onları yalnızlığa ve farklılığa götürmüş, savrulma ya da toparlanma süreci tam da bu noktadan sonra onları ait oldukları ya da hiç bir zaman ait olmadıkları yerlere sürüklemiştir. Sarsıntılar, gelgitler, yüreklerindeki yalnızlık ile gecelerin ruhunu sarsan bu şairler, şiirin de ruhunu sarsmış ve bir şekilde elveda demişlerdir. İçinde bulundukları koşullar onları örselemiş, etraflarında bulunanlarca anlaşılmamış ve derinlerdeki fırtına kaçınılmaz sona götürmüştür. Bahsettiğimiz isimler içerisinde yaşları kemale eren şairler de olmuştur, ancak bu onlardaki acıyı ve travmayı görmemize engel değildir.
Babanın ölmesi ya da evi terk etmesi kuşkusuz yaralamıştır. Anne bu boşlukları doldurmuştur bir anlamda. Ancak annenin ölümü şairlerin yaşamında derin izler, büyük boşluklar, içe kapanık dönüşümler ve kişilik parçalanmalarına neden olmuştur. Annenin olmaması şairlerin ilerleyen yaşamlarında en büyük, en korkunç ve en yıkıcı etki olarak kalmıştır.
İlhami Bekir Tez dört yaşındayken kaybeder annesini ve bu yaşamı boyunca unutamayacağı bir ölüm olarak onunla devam eder. Ahmet Haşim altı yaşında kaybeder annesini ve bu ölüm derin acılar bırakır şairde. Cemal Süreya’ nın sürgün yaşamı annesinin ölümü ile alevli bir hal alır ve şairin yangın yılları derin bir şekilde uzayıp gider.
Üvey anneler, üvey ve sert babalar, duygusal incinmişlik, şairler için yeteri kadar zor olan yaşamı anılardan çekip çıkararak ilerleyen zaman diliminde onların önüne serer. Bunalım ve çaresizlik hırçın ve farklı dünyaları yaratır ne yazık ki. Kimisi tutunur yarım yamalak bir dirençle, kimisi dayanamayıp bırakır erkenden.
Şiir neyin acısından çıkıp neyin acısına karışır? Hangi acıya ortak olur ve hangi gözyaşlarını dindirir? Şiir hangi öfkeleri şairin dilinden alıp, ruhun dinginliğine yardımcı olur? Bu soruların yanıtları şairi bir gölge gibi izleyen geçmişin tek tek düşen ayrıntılarında yatmaktadır.
Aragon’un Elsa’nın gözlerine tutulması, sevgiyi onda bulması; mutsuz çocukluğu ve acı çeken, savrulan, avare avare dolaşan genç hali; Haşim’in sürekli kaçması, gizlenmesi, insanlardan kopacak kadar büyüttüğü yalnızlığı, onu göğsünde taşıyan ve büyük sevgi veren annesinin yokluğundan başka ne olabilir ki… " Ey eski ay, sen elbette bilirsin bizi!/ Annemdi o ışığında gezen güzellikler gölgesi,/ Bendim o çocuk, bendim o şaşıran yüz./ Bir gün güz ufka kızıl dalgalı bir aydınlık,/ Bir kanlı ışık topluyorken, onu bir el,/ Bir sert rüzgar aldı o düşü sonsuza dek."
Yalnızlık, yalnız kalma duygusu, korkuyu beraberinde getiriyor şiirin öksüz çocuklarına. O nedenle hep bir sığınma ve bağlanma var. Baba gitmişse anneye ve iktidarına, anne yoksa babanın iktidarına sığınılmıştır. Anneanneler ya da babaanneler ise onların melekleridirler. Plath; "Tıpkı, çok eski bir ayinde söylendiği gibi: Sevilecek tek şey, korku'nun kendisidir. Korku'nun sevgisi bilgeliğin başlangıcıdır." derken, adeta tek bir nefeste yaşadığı o kısa yaşamı, yaşamları, öksüzlüğü özetlemiş olmuyor mu?