Fadıl Öztürk
Şimdi kederimi kamyonlar bile taşıyamaz
Ben en çok pazar günlerini sevdim
İlk yağmur tanesinin yeryüzüne düştüğü zamandan önce vardı bizim oralar. Ben yedi yaşına gelip okula yazdırılıncaya kadar yedi sefer kar düşmüş, yedi sefer kar kalkmıştı yeryüzünden. Benim için, hafta yedi ayrı günün bir araya gelerek oluşturduğu, babaları cumartesi, anneleri pazar olan bir aileydi. Ay sülale, yıl aşiret, asır aklımın ermediği bir şeydi o zamanlar. Ben çok pazar günlerini sevdim.
İsnis’teki evimizde bir serçe kadar hürdüm
Babası gibi toprakla uğraşarak yaşlanmamak ve çocuklarına bir gelecek hazırlamak için, devlet kapısında iş bulmaya Elazığ’a gitti babam. O günü dün gibi hatırlarım. Kurşun kalemini bıçakla ortandan ikiye ayırarak yarısını bana yarısını kardeşime vermişti. O yarım kalemle yazmaya başladım. Sanırım dört yaşındaydım o zamanlar. O zamanlar, İsnis’teki evimizde bir serçe kadar hürdüm.
Daha kamyonlarla tanışmamıştım
Yalvar yakar çerçiden üç yumurta karşılığında kırmızı bir tükenmez kalem aldırmıştım anneme. Büyük dayım askerde olan küçük dayıma mektup yazmak için benden o kalemi istemişti. Dayım kalemimi geri verdiğinde yarıya indiğini görmüş, kıyameti koparmıştım. Okula başlamadan yarısını kardeşimin beraber götürdüğü yarım kurşun bir kalemim, okula başladıktan sonra kırmızı tükenmez bir kalemim olmuştu. Daha kamyonlarla tanışmamıştım.
Kamyonlar dağların gerisindeydi
Cumhuriyetle birlikte açılan ilkokullardan birinde başladım okula. Okumanın mecbur tutulduğu zamanlarda nenem halama ‘öğretmen sana ne sorarsa sorsun, sen tavandaki ağaçları say’ demiş. Halam nenemin dediğini aynen yaparak, öğretmenin her sorusunda tavandaki ağaçları kendi dilinde saymış ‘yek, dudu, sısê’ … Halamın kovulduğu okulda ilkokula başlamıştım. Kamyonlar dağların gerisindeydi.
Derdim bu da değildi
Karda kışta, yağmurda çamurda bir saat yürüyerek Canik Köyü’ne gidip Türkçe öğrenmek o kadar önemli değildi. Ana dilim süt kokan bir dildi zaten. Türkçeyle birlikte her şeyin ikinci bir adı olmaya başlamıştı. Evar akşam olmuştu, havin yaz, zıvıstan kış, bapir dede, bıra kardeş olmuştu birden. İki dil arasında çelik çomak oynuyordum sanki. Atan ben, tutan bendim yine. Derdim bu da değildi.
Kamyonlarla o gün tanıştım
Okulun bulunduğu köyde, önce köpekler bizi karşılıyorlardı. Annelerimizin bezden diktiği ve boynumuza astığı çantamızdaki ekmeğimizi ancak köpeklerle paylaşarak okula gidebiliyorduk. Öğleyin yemeğimizi yerken gözümüz ekmekte kalsa bile, eve dönüş için köpeklerin hakkını ayırmak zorundaydık. Yoksa köpekler bize yol vermezdi. Zaten köpekler de dönüşümüzü bekliyorlardı. O köyün köpeklerini biz çocuklar besliyorduk. Sonraki yıllarda ailece Elazığ’a yerleşmek için yola çıktığımızda kamyonlarla tanıştım.
Palu’da gördüğü trenin lambalarını okşayarak ‘çavixa ji çıqas gıre’ (Gözleri de ne kadar büyükmüş.) diyen nenem gibi yapmasam da, hayretler içinde kalmıştım. Bir eşekten daha fazla yük taşıyordu kamyonlar. Bizde eşeği sürene bir şey denmezken, kamyonu sürene şoför diyorlardı. Şoför ön tarafına demir bir kol sokup hızla çevirerek kamyona can veriyordu. Hırlayan köpekler gibi sesler çıkararak çalışıyordu. Cepte taşınamayacak kadar büyük kontak anahtarları olan kamyonla tanışmıştım o gün.
Tanıdığım tek gözlü bir Türktü
Kamyonla tanıştıktan iki saat sonra, Elâzığ şehri ile de tanışmıştım. Bir gün içinde çok şey değişmişti hayatımda. İçimde merak ve korku durmadan yer değiştiriyordu. Ama her şey kamyonla başlamıştı. Şoförümüzün adı Kör Hüseyin’di. Trafik kontrollerinde cebinden bir göz çıkarıp taktığını söylüyorlardı, ama şoför mahallinde hiç yolculuk yapmadığım için ben kendim görmedim. Ancak devlet memurları ve hatırlı kişiler şoför mahalline yolculuk yaparlardı. Sağ gözü olmayan Kör Hüseyin Elazığlıydı.
Bizi sabah erken alıp Elazığ’a götürür, öğlenden sonra tekrar yolcu alıp köylere geri dönerdi Kör Hüseyin. Bu yolda her gece evinden uzaktaki evlerimizde misafir kalırdı. Adı Ali olmayan babasını da tanıdım. Hasan diye bir kardeşi de var mıydı öğrenemedim. Dualarımızda adı sıkça geçen Hüseyin, ilk kez tanıdığım tek gözlü bir Türktü.
Geri dönüyorum kendime
Şehre gitmeden bir gece önce hazırlık yapılırdı. Sabah daha güneş doğmadan yağ, kavurma, çökelek, bulgur, un, kurutulmuş sebze ve meyveleri eşeklere yükleyerek yola çıkardık. Kör karanlıkta yola çıkıp Kör Hüseyin’in kamyonuna yetişmeye çalışanlardık. Uyku gözlerimizden akardı. Üç saatlik inişli çıkışlı yollardan sonra, şosenin kenarına vardığımızda anca sabah oluyordu. Hayvatlı Köyü’nde geceleyen şoförümüz, belki de bizimle aynı saate uyanıp Muhundu’ya gidiyor, yolda yolcuları ve yüklerini alarak tekrar Hayvatlı’ya geri geliyordu. Bizi de yükleyerek kamyonuna; Seyitli Köprüsü, Kovancılar, Gülüşkür Köprüsü ve ovayı bir baştan diğer başa geçerek, Elazığ’ın Şıra meydanına bizi kavun döker gibi döküp saat ikiye kadar ortadan kaybolurdu. Evli ve çocuk sahibiydi Kör Hüseyin.
Kamyonlar durmadan bizi batıya taşırken, ben boyuna terk ettiğimiz yerleri düşünürdüm. Çocukken gitmediğim yerler dağların gerisindeydi. Şimdi mülteci yoldaşlarım benden de batıda, ülkenin gerisinde. Uzun zamandır onları görmek için, bu ülkeden çıkıp çıkıp geri dönüyorum kendime...
Şimdi kederimi kamyonlar bile taşıyamaz
Bizimle gelen köpekler kamyonla yarışırdı. Gitmek çocukça bir şeydi. Zahire çuvallarının üstünde saçlarımızı rüzgâr yalardı. El sallardık köylere, kasabalara. Hamile kadınlar, benzin kokusuna dayanamayan yaşlılar, yatağıyla beraber bindirilmiş hastalar ve onların yanı başında kederlerine oturmuş oğullarla yol alıyorduk. Bizimkisi bir şehirden diğerine yolculuk değildi.
Bir gün köye dönerken, babamın anneme yazdığı mektubu yolda kaybetmiştim. Ne annem ne de babam bana tek laf söylememişlerdi. Ama ben babasının annesine yazdığı mektubu yerine ulaştırmayan bir çocuk olarak çok üzülmüştüm. Her geri döndüğümde bir şeyler kaybettim. Hangi ulustan ve hangi dinden olurlarsa olsunlar, ölmüş, öldürülmüş kardeşlerimi kim geri getirebilir ki?.. Acının dili küllenmez. Şimdi kederimi kamyonlar bile taşıyamaz.