Levent Köker
Sınıf sorunu ve demokrasi
Sınıf sorunu, zaman zaman geri plânda kalsa da, her zaman demokrasi tartışmalarının merkezinde yer alır. Türkiye’deki tartışmalarda, özellikle son dönemde ve özellikle de Kürt sorununun başat niteliği nedeniyle öne çıkan “kimlik sorunu”nun gölgesinde kalıyor, daha doğrusu böyle görünüyor. Oysa sınıf da kimlik de, demokrasi ile ilgili tartışmalar bağlamında birbirlerini dışlayan kategoriler değil. Türkiye’nin özel târihî gelişmesi bakımından bir değerlendirme yapmak gerekirse, Cumhuriyet’in “imtiyazsız, sınıfsız bir toplum” tasavvuruna dayanan “halkçılık” anlayışı ile Türk kimliğini tekçi ulusal/millî kimlik olarak öne çıkaran “milliyetçilik” yorumu, bir bütün olarak devletin bugün hızla post-faşizme evrilen pratiğini besleyen ideolojik zemini meydana getiriyor. Bu nedenle, “sınıfsız toplum” konseptine de, farklı kimlikleri inkâr eden tekçi milliyetçiliğe de aynı düzeyde ve aynı kararlılıkla karşı durmak, demokrasi talebinin olmazsa olmazları.
Bununla birlikte, son seçim döneminde bu iki sorunun birbirlerini dışladığını düşündürten bâzı yaklaşımlara tanıklık ettik. Bunlardan ilki siyâsetin sol kanadından gelen, bir bakıma en geniş anlamda Türkiye solunun ana damarlarından birini oluşturan “Kürt sorununa mesâfeli” duruşun uzantısı gibi görünen yaklaşımdı. Bu yaklaşımın en somut yansımasını, TİP’in kendi listesiyle seçimlere girme kararında gördük. TİP’in bu kararını haklılaştırmak üzere ileri sürdüğü temel argümanlardan biri ve belki pratik açıdan en önemli olanı, TİP ile HDP’nin aynı seçmen kitlesinden oy almadığı idi. Bu argüman, TİP’e oy verebilecek ama HDP’ye kesinlikle oy vermeyecek bir seçmen tabanının varlığını ileri sürüyordu.
“GÜÇLÜ ORTA SINIF, SAĞLIKLI DEMOKRASİ” TEZİ
İkinci yaklaşım ise daha “anakımcı” (mainstream) bir nitelik taşıyor. İşin uzmanlarının çok aşinâ oldukları bir siyâset bilimi önermesidir. “Sağlıklı bir demokrasi güçlü bir orta sınıfın varlığına dayanır.” Aristoteles’ten beri sıklıkla tekrarlanan bu önerme, aslında “”güçlü bir orta sınıf yoksa sağlıklı bir demokrasi de yoktur” anlamına geliyor. Aslında hiç de yeni olmayan bir yaklaşım bu. Bir yönüyle, demokrasinin liberal versiyonunu esas alan, onu idealize eden bir noktadan hareket ediyor. Bugün anayasal hukuk devleti ile temsilî demokrasinin istikrarlı bir biçimde birarada bulunduğu bir siyâsî sistemi öngörüyor ve böyle bir sistemin yerleşebilmesi için güçlü bir “orta sınıf”ın gerekli olduğunu belirtiyor. Son on yılın tartışmaları içinde bu tezin medyada da popüler olmasını Ersin Kalaycıoğlu’na borçluyuz. Kalaycıoğlu çok net bir biçimde Türkiye’de demokratikleşmenin gerçekleşememesini veyâ otoriter rejimin sürekli seçmen desteği alabilmesini, Türkiye’nin güçlü bir orta sınıfa sâhip olamamasına bağlıyor.
Bu orta sınıf-demokrasi ilişkisinin bir hayli sorgulanmaya muhtaç olduğunu düşünüyorum. Orta sınıf kavramının ne anlama geldiğinden başlayıp, demokrasiden ne anlamak gerektiğine dek uzanan bir sorgulama gerekiyor.
Toplumsal farklılaşmanın sonucu olarak ortaya çıkan ve aralarında “eşitsizlik” bulunan insan gruplarını ifâde eden bir kavram olarak sınıf kavramını siyâset teorisinde demokrasi ile bağlantılı olarak ele alan düşünürler arasında en ünlülerinden biri Aristoteles. Aristoteles’in ünlü Politika adlı eserinde de bu terim kullanılıyor ve istikrarlı demokrasinin dayandığı bir toplumsal grubu anlatıyor. Ancak, burada dikkât edilmesi gereken bâzı çok özel durumlar var. Bunlardan ilki, bizim bugün “istikrarlı”, “sağlıklı” vb. sıfatlarla tanımlamaya çalıştığımız demokrasi terimi, Aristoteles için bu sıfatlara sâhip olması mümkün olmayacak ölçüde kötü, yozlaşmış bir siyâsî rejim tipi. Çünkü demokrasi, o dönemde, sâdece yoksul ve câhil yurttaş kitlesinin dizginlenmemiş yönetimini, bir anlamda “tiranlığı”nı ifâde ediyor. Tıpkı, zengin bir azınlığın dizginlenmemiş yönetimi olan “oligarşi” gibi berbat, yoz bir rejim.
ARİSTOTELES NE DİYOR?
Aristoteles’in bu yaklaşımının ilginç tarafı da burada karşımıza çıkıyor. Bugün olduğu gibi, Aristoteles’in döneminde de, demokrasi denildiğinde “çoğunluğun”, oligarşi denildiğinde de “azınlığın” yönetimi akla geliyor. Ancak, Aristoteles bunun yanıltıcı olduğunu, demokrasi ile oligarşiyi birbirinden ayıran asıl kriterin sayı (çoğunluk-azınlık) değil, servet, yâni yoksulluk ve zenginlik olduğunu vurguluyor. Buna göre demokrasi yoksulların, oligarşi ise zenginlerin yönetimidir. Ancak, her toplumda yoksullar çoğunluk, zenginler de azınlık olduğu için biz, demokrasi çoğunluğun, oligarşi de azınlığın yönetimidir sanıyoruz.
Aristoteles’i ilginç kılan bir diğer husus da, buradan hareketle belirtilebilir. Yozlaşmış, bozuk, kötü yönetim biçimleri olarak demokrasinin ve oligarşinin sentezi niteliğinde bir rejim kurulabilirse, böyle bir karma yönetim arzu edilen, istikrarlı bir yönetim olur. Kendisi bu yönetime “politeia” adını vermiştir ki, bugünkü karşılığı “anayasal demokrasi” olarak anlaşılabilir. Bu yönetim tipinde çoğunluk yönetimde söz sâhibidir ama çoğunluğun gücü azınlığın yok edilmesine, çoğunluğun her istediğinin yapılmasına yetmemektedir çünkü yönetim, kişi ve grupların toplumun bir bütün olarak menfaatini çiğneyecek ölçüde aşırıya gitmelerini önleyebilmektedir.
Felsefî bir ilke olarak da “orta yolcu” olan Aristoteles’in bugüne “anayasal demokrasi” diye tercüme edebileceğimiz “politeia” kavramı, aynı zamanda yine bugün, anayasal demokrasinin ayrılmaz kurumsal özelliği olan “kuvvetler ayrılığı”nı da içermektedir. Bu kurumsal şemanın Antik Roma’da Cumhuriyet dönemine damgasını vurduğunu ve modern zamanlarda da ABD başta olmak üzere, anayasal demokratik rejimlere düşünsel kaynak sağladığını biliyoruz.
Sâdece bu de değil, tabiî. Bugün idealize edilen kuvvetler ayrılığına dayalı anayasal demokrasinin târihî gelişimine baktığımızda, bu rejimin Eski Yunan’dan çok, modern sanayi toplumunun belirli bir gelişme tarzının ürünü olduğunu da görmekteyiz. Bir diğer deyişle, kapitalizmin gelişmesinin 18. yüzıl sonlarından başlayarak geliştirdiği yeni bir toplum tipi olan “sanayi toplumu” ile birlikte, önce İngiltere’de, sonra Amerika’da ve daha sonra da Batı Avrupa’da, temsilî demokrasi ile özgürlüklere saygılı anayasal devlet fikrini meczeden bir siyâsî kurumlaşmanın geliştiğini biliyoruz.
İşte bu gelişme içinde yerleşen istikrarlı anayasal demokrasilerin, aynı zamanda bu toplumlardaki güçlü orta sınıf mevcûdiyetine dayandığı, sâdece siyâset biliminin anaakım metinlerinde değil, bir sağduyu (“common sense”) bilgisi olarak da yerleşmiş durumdadır. Şimdi, sorabiliriz: Bu, gerçekten böyle midir?
İŞÇİ SINIFININ DEMOKRATİK MÜCADELESİ
Sınıf kavramını toplumsal yapıların ve siyasî iktidar ilişkilerinin, bu arada tabiî ki devletin analizinde merkezî bir konuma yerleştiren Marxist düşünce geleneğinde, bilndiği gibi, sınıf kavramı üretim araçlarının özel mülkiyetine göre tanımlanır, Aristoteles de dâhil bütün önceki düşünce tarzlarının sınıf farklılıklarını zenginliğe ve zenginlikle ilişkili olduğu ölçüde “statü”ye indirgemesinin aksine, bu çok temel bir farktır. Bu farkın esâsını da, Marx’ın ana sorunsalını oluşturan “kapitalizm” belirlemektedir. Çok özet bir ifâdeyle “kapitalizm”, köle veyâ serf yerine “ücretli emek” olgusuna dayanan bir üretim tarzıdır ve ücretli emeğin mevcudiyeti, aynı zamanda işçi tarafından üretilen “artı değer”e üretim süreci içindeki mekanizmalarla el konulduğu gerçeğini de içerir. İşçinin, iki özgür birey arasında kararlaştırılmış bir iş sözleşmesi esâsına göre “istihdam” edilmek olması, görünürde sermâye tarafından el konulan bir “artı değer” ve dolayısıyla sömürünün olmadığı izlenimi vermektedir. Marx’ın analizinin en değerli yanlarından biri, gerçekliğin görünenin ardında olduğundan hareketle bu sömürü olgusunu tesbit etmiş olmasıdır.
Şimdi, kapitalist sanayi toplumunda anayasal demokrasinin istikrar kazanmasında güçlü orta sınıfın rolü sorununa gelirsek, şunları tesbit edebiliriz. Birincisi, kapitalist üretim tarzının hâkim sınıfı olarak burjuvazinin, temsilî (parlâmenter) kurumlarla birlikte gelişebildiği İngiltere ve Amerika gibi toplumlarda anayasal temsilî sistem istikrar kazanmış ama, bu istikrar demokrasiyi içermemiştir. Çünkü anayasal demokrasi, “genel ve eşit oy hakkı” olmadan olmaz ve bu toplumlarda da, anayasal demokrasinin daha geç yerleştiği diğer Batı Avrupa toplumlarında da demokrasi, başlangıçta -yâni anayasal temsilî kurumlar oluşurken- dışlanan kesimlerin, kısaca işçi sınıfı ile kadınların hak mücâdeleleri sonucunda kazanılmıştır.
Şimdi soralım: Avrupa ve Amerika’nın anayasal devlet düzenlerini demokratik bir niteliğe kavuşturan işçi sınıfı “orta sınıf” mıdır? Tabiî ki hayır. Orta sınıf, sosyolojik bir terim olarak yaygınlığını, İngilizce “middle class” teriminden tercüme olmasına borçludur ki, aslında “burjuvazi”yi ifâde eder ama kapitalist üretim tarzında sermâye sâhibi olan ve bu sâhipliği üzerinden ücretli emek (işçi) kullanarak artı değere el koyan sınıf değil de, artı değer üretmeyen “küçük burjuvazi”yi ifâde eder. Bu anlamıyla orta sınıf, yâni küçük burjuvazi, anayasal demokrasinin gelişip yerleşmesi açısından problemli bir sınıftır.
Problem, nitelik olarak “burjuvazi”ye dâhil olan bu sınıfın anayasal demokrasiyi istikrarlı kılan bir toplumsal grup olarak sunulması kadar ve belki daha da fazla olarak, böyle bir sunumun “orta sınıf”ın (“küçük burjuvazi”nin) otoirer rejimlerin, hattâ iki dünyâ savaşı arasında dünyâyı cehenneme çevirmiş olan faşist diktatörlüklerin payandalığını yapmış olduğunu unutturmasıdır. Birincisi, târihî gerçekliğe uymamakta, ikincisi ise rahatsız edici bir amneziye yol açmaktadır.
EMEKÇİLERİN VE EZİLENLERİN SİYASİ KONUMU
Burada sağlıklı bir demokratik gelecek tasavvur edebilmemiz için neye dikkat etmemiz gerektiğine dâir bir tesbitle bu yazıyı noktalamak isterim. Nazizm’in iktidara yürüdüğü Weimar dönemindeki hukuk devleti tartışmalarında, sosyalist açıdan anayasal düzeni eleştirenler tarafından gündeme getirilen bir değerlendirme vardı. Buna göre, Almanya’da o dönemde geçerli olan “parlâmenter” kuvvetler ayrılığı rejiminde, yasama yürütme yargı erklerinin farklı organlar arasında paylaşıldığı belirtildikten sonra, bu paylaşımın sınıfsal niteliği vurgulanmaktaydı. Görünüşte farklı organlar olan yasama yürütme yargı organları, burjuvazi ve aristokrasi arasında paylaşılmış, sistemde proletaryaya yer verilmemişti. Demokratik hukuk devleti için, proletaryanın iktidar düzeneği içinde konumlanması elzemdi.
Değerlendirmeyi günümüze ve Türkiye’nin demokratik gelecek tasavvuruna uyarlayacak olursak, hem emekçi sınıfların ve hem de Kürt halkı gibi, Aleviler gibi, kadınlar ve LGBTİ+’lar gibi tüm ezilenlerin iktidar düzeneğinde etkin rol aldıkları bir demokrasi tasavvurunun şart olduğunu ve bu bakımdan sınıf-kimlik ayrımına dayanan bir siyâsî tercihin anlamlı olmadığını vurgulamak gerektiği kanısındayım.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.