Doğan Özgüden
Sol gözüm, ille de sol gözüm…
67 yıllık meslek yaşamımda ilk kez üç gün art arda klavye tuşlarından uzak kaldım. Önceki yıllarda geçirdiğim kanser ve belkemiği ameliyatlarından sonra hastane yatağında kendime biraz gelir gelmez hemen dizüstü bilgisayarın kapağını açıp önce yurt ve dünya ahvalini temaşa ediyor, ardından da tuşları dövmeye başlayabiliyordum.
Bu kez sol gözüme yapılan ameliyattan sonra olup bitenleri ancak İnci’nin sözlü naklettiklerinden izleyebildim. Bittabi Yüksek Seçim Kurulu’nun İstanbul seçimiyle ilgili yüz kızartıcı kararını ve ona gelen tepkileri de…
Sol göz kullanılamazken sağ göz işe yaramıyor mu? Bende maalesef yaramıyor, zira o çocukluğumdan beri tembel göz… Herşeyi ancak flu görebildiği için yazmama da, okumama da olanak vermiyor. İlle de sol göz…
Sağ göz hem yaratılıştan özürlü, hem de çocukluk yıllarındaki bir ihmalin kurbanı… O dönemde, hele de savaş yıllarında, çocukları önleyici hekim kontrolünden geçirmek diye bir şey bilinmediğinden, benim sağ gözümün tembel göz olduğu ve tedavi edilmesi gerektiği ancak 11 yaşındayken fark edilmişti. Demiryollarının doktoru sağ gözümün tedavisi için özel bir gözlük yazmıştı. Sağ gözümün tembellikten kurtulup normal hale gelebilmesi için gözlüğü sürekli takmam, üstelik de günde birkaç saat sol gözümü pamukla kapayarak tüm görme işlevini sağa yüklemem gerekiyordu.
Yıl 1948… Ankara Atatürk Lisesi’nin orta kısmında ikinci sınıf öğrencisiyim… Ünlü Missouri Zırhlısı’nın, güvertesinde Türk Büyükelçisi Ertegün’ün naaşıyla, İstanbul’u ziyaretinin üzerinden iki yıl, Sovyetler Birliği’ne karşı Avrupa’nın güneydoğu kanadındaki Yunanistan ve Türkiye’yi ABD’ye bağımlı kılan Truman Doktrini’nin ilanının üzerinde bir yıl geçmiş…
Hızla hayata geçirilen Marshall Planı uyarınca, politik, ekonomik ve ideolojik planda olduğu gibi, askeri planda da Türkiye hızla Washington’un kontrolü altına giriyor…
Naylon ve çiklet yılları… Okula gidip gelirken Yenişehir’in cadde ve meydanlarında artık sık sık Amerikan subay ya da assubaylarına rastlıyoruz.
Okulda İngilizce öğretmenimiz Shakespeare dilini öğretmede belki usta sayılmazdı, ama en azından öğretmen-öğrenci ilişkilerinde insani bir tutum içindeydi. Kendisini sever ve sayardık… Günün birinde İngilizce ders saatinde sınıfa onun yerine aşırı makyajlı, son derece kibirli, hepimize yukarıdan bakan "sosyetik" hatun girince, sınıfın özellikle biz, İsmet Paşa, Altındağ, Bentderesi gibi yoksul mahallelerinden gelen çocukları, hayli irkilmiştik. Tavırlarından ötürü hepimiz bu hatundan nefret ediyorduk.
Ama bir sabah arkadaşlardan birinin getirdiği haber nefretimizin pasif direnişe dönüşmesi için vesile olmuştu. Arkadaş onu Kavaklıdere’de Amerikalı çavuşlarla samimi havalarda görmüştü… O günden sonra İngilizce derslerinde akla gelebilecek her türlü haylazlığı mübah görmeye başlamıştık. Özellikle biz arka sıradakiler, ders sırasında gürültü patırtı çıkarma konusunda elimizden geleni ardımıza koymuyorduk.
Niçin hırçınlaşmıştık? Milliyetçi bir refleks miydi? Galiba büyük ölçüde öyleydi. Yaşadığımız mahallelerde egemen ahlak anlayışına göre de bir Türk kadını yabancılarla düşüp kalkmamalıydı.
O sırada akraba gençlerden Ahmet Tansuğ Ankara’da Harbiye öğrencisiydi… Hafta sonlarında bizi ziyarete gelirdi… Bir gün sofrada laf siyasetten açılınca, orduda yavaş yavaş Amerikan normlarının uygulanmaya başladığından, hattâ kılık kıyafetin de giderek ABD subaylarının kılıklarına benzetildiğinden dert yanıyordu.
O zamana kadar büyükler arasındaki "ciddi" konuşmalarda lafa karışmak bizim için pek adetten değildi. Herhalde İngilizce hocasına duyduğum nefretin etkisiyle olmalı, birden patladım: "Bu gidişle Amerikan sömürgesi olacağız."
Hiç unutmam, Ahmet ağabey birden yerinden fırlamış, "İşte vatanperver bir genç!" diyerek beni alnımdan öpmüştü. Babam ve annem de benim müstakbel bir subay tarafından böyle takdir edilmemden çok duygulanmışlardı. O günden sonra da yavaş yavaş büyükler arası sohbetlere karışmama, düşüncelerimi ifade etmeme göz yumulmaya başlanmıştı.
Ancak Amerikan muhibbi İngilizce hocamıza nefretimiz, benim ömrümün sonuna dek sağ gözümden mahrum kalmama neden olacaktı.
Haylazlığımızın iyice azdığı günlerden birinde bizim arka sıralardan bir çığlık koptu. Hatun kürsüden koşar adım inerek bizim sıralara yöneldi ve benim hizama gelince, suratıma şiddetli bir şamar patlattı. Oysa ben hiçbir şey yapmamıştım. Şamarın şiddetinden gözümdeki gözlük yere düştü ve camları kırıldı, çerçevesi yamuldu.
Evdekiler olayı öğrenince, önce okulda haylazlık ettiğim için iyi bir zılgıt yedim. Daha sonra da babam okula giderek İngilizce hocasının beni tokatlayıp gözlüğümü kırmasından dolayı büyük olay çıkardı.
İngilizce hocası bir süre sonra başka sınıfa verildi, ben de haylazlıktan kurtulmam için sınıfın ön sıralarında bir yere yerleştirildim. Belki de o yılların geçim sıkıntıları içinde kırılan gözlüğümün yerine bir yenisi de alınmadı. Bu yüzden tembel sağ gözümün tedavisi de mümkün olmadı.
Gazeteciliğe başladıktan sonra yeniden göz doktoruna gittiğimde ise, iş işten geçmişti, ileri yaşlarda artık tembel gözün düzeltilmesi mümkün değildi. Ömrümün sonuna kadar sol gözümle idare etmek zorundaydım.
*
83 yıl bana sadakatla hizmet verdikten sonra teklemeye başlayan sol gözüm bu son ameliyatla yeniden eski performansına kavuştu… Ömrümün kalan kısmında da sorunsuz okuyup yazabileceğim, güzellikleri de çirkinlikleri de aynı netlikte gözlemlemeye, yorumlamaya devam edebileceğim için mutluyum. Sosyal medyada iletişime ara vermek zorunda kaldığım için bana "geçmiş olsun" mesajlarıyla dostluklarını ileten tüm dostlarıma teşekkür borçluyum...
Evet, son üç günde neler olup bitmedi ki? Her biri islamcı faşizmin "kadılar heyeti" haline dönüştürülmüş yüksek mahkemelerden ve Yüksek Seçim Kurulu’ndan çıkan fetvalarla İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı seçimi iptal edildi. Türkiye’nin en büyük kenti gelecek ay yeniden sandık başına gidecek.
Şaşırtıcı mı? Hiç de değil…
Üniversite mezunluğu şaibeli, 1980 faşist darbesinden sonraki askerlik hizmeti şaibeli, servetine servet katışı şaibeli Erdoğan’ın önüne önce başbakanlığa, ardından cumhurbaşkanlığına kadar uzanan iktidar merdivenlerini tırmanırken kırmızı halı döşeyen ana muhalefet CHP, onu militarist rejimin tek alternatifi varsayarak referandumlarda desteklemek gafleti gösteren bir bölüm demokratlar ve de AB kapılarını açan Avrupa liderleri, geç de olsa, şimdi kara kara düşünsün…
Ve de 25 yıl önceki o uğursuz 1994… Yani çeyrek asır öncesi iyi anımsansın….
Belediye seçimlerinde kendine "sol" diyen beş adet siyasal parti (SHP, DSP, CHP, SBP ve İP) oyların toplam yüzde 34,39’unu elde etmişken, İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı’nı oyların sadece yüzde 25,19’unu, yani dörtte birini alabilmiş RP’li Recep Tayyip Erdoğan’a nasıl kaptırarak Türkiye’nin başına bela ettikleri bir kez daha ciddi ciddi düşünülsün.
Vakt erişti… Kaybedecek zaman yok… Tayyip’in 2003 ara seçimlerinde milletvekili seçilip başbakanlık koltuğuna oturmasına «ortanın solu» adına kirvelik yapan Deniz Baykal’ın, 15 Temmuz 2016 çakma darbesinden sonra derhal Beştepe’ye tırmanıp ardından «ortanın solu» adına Yenikapı ruhuna bendelik eden Kemal Kılıçdaroğlu’nun Türkiye halkına ettikleri artık tekrarlanmamalıdır.
Kırk gündür yaşanan seçim sonrası rezaletlerinden sonra İstanbul’un 11 milyonluk seçmeni 23 Haziran’da kullanacağı oylarla sadece kendi kentinin değil, tüm Türkiye’nin, hattâ ve hattâ Orta Doğu’nun yazgısını belirleyecek…
CHP-İYİP ortak adayı 31 Mart’ta AKP-MHP’nin ortak adayından daha yüksek oy alabildiyse, bu sonuç bir önceki 2018 milletvekili seçiminde İstanbul oylarının yüzde 12,7’sini almış olduğu halde bu kez ayrı bir başkan adayı çıkartmayarak doğrudan İmamoğlu’na destek vermiş olan HDP’nin eseridir.
Uzun bir tecrit döneminden sonra Öcalan’ın sırf açlık grevindekilerin yaşamını koruma kaygısıyla verdiği mesajı bahane ederek HDP’nin bu özverili tutumuna gölge düşürmeye kalkışanlar her şeyden önce kendi partilerinin ve diğerlerinin ne yapabileceğine biraz kafa yorsunlar.
Eğer Tayyip’in değirmenine su taşmak niyetleri yoksa, 31 Mart seçimlerinde oyların yüzde 2.47’ini paylaşan SP, DSP, BTP, DP, VP, TKP bu seçimde ayrı aday göstermeyerek muhalefetin tek adayına destek vermelidir.
Dahası, 31 Mart seçimlerinde toplam 10,5 milyon seçmenin yüzde 13,28’i sandık başına gitmemiştir. Bu kitlenin mevcut iktidardan yana olmayan kesimlerinin de 23 Haziran’da oy kullanmasını sağlamak için tüm olanaklar seferber edilmelidir.
Bu konuda en büyük sorumluluk da bittabi kendi aday gösterdiği Ekrem İmamoğlu’na destek isteyen CHP’ye düşüyor.
Kılıçdaroğlu’nun partisi artık kendi seçmeninin ayağına da pranga vuran negatif seçmeciliğini bir yana bırakıp, HDP karşıtı partilerle sınırlı «Millet İttifakı»nı sürdürmek yerine, en başta HDP olmak üzere "Cumhur İttifakı"na karşı tüm partilerin yer alacağı bir "Demokrasi İttifakı"nın parçası olmaya kendini hazırlamalıdır.
Evet, İstanbul’da seçimin iptali CHP adayı için alçakça bir darbedir, ama unutulmamalı ki, Kürt illerinde seçilmiş HDP’li belediye başkanları ve yöneticilerine yıllardır işten el çektirilmekte, yerlerine kayyum atanmakta, kendileri de zındana gönderilmektedir.
Sadece CHP değil, kendilerini hâlâ solda sayan tüm parti, grup ve kişiler de, ister "radikal sol"da, ister "ortanın solu"nda olsun, HDP’nin temel direklerinden biri olduğu bu "Demokrasi İttifakı"nda yerini almalıdır, İstanbul’un belediye başkanına olduğu gibi, Kürt illerinin belediye başkanlarına da aynı duyarlılıkta sahip çıkarak mücadelelerine destek vermelidir.
Daha önce de kaç kez yazdım… Bugünün HDP’si, 60’lı yıllarda sol’un tarihsel sosyal ve siyasal şahlanışını temsil eden Türkiye İşçi Partisi’nin ülke coğrafyasında yarım yüzyıl sonraki izdüşümüdür. Yarım yüzyıl öncenin efsanevi 15-16 Haziran direnişi gibi, Türkiye solu tüm bileşenleriyle 23 Haziran’da yeni bir tarihsel direnişe birlikte imza atmalıdır.
Sol gözüm, ille de sol gözüm… Yeniden işlevlik kazanan sol gözümle yazdığım bu ilk yazıdaki dileğimdir: 23 Haziran, Türkiye Solu’nun tüm bileşenleriyle islamo-faşist "cumhur"culara kahredici darbeyi indirdiği gün olmalıdır.
HDP cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş’ın 2018 seçimlerindeki sloganı artık tüm solcuların sloganı olmalıdır:
SENLE DEĞİŞİR – TU DIKARÎ!