Şahap Eraslan
Süreç olarak travma/Sürekli travma
İkinci Dünya Savaşı sonrasından günümüze travma konusunda kapsamlı incelemeler yapıldı. Hans Keilson’un 2. Dünya Savaşı sırasında Hollanda’da varolmaya çalışan, bazıları evlatlık edilen Yahudi çocuklarının yaşadıklarını incelendiği bir metni Angela Kühner (2007, Kollektive Traumata, Psychosozial Verlag, s. 40) anlatır. Burada dikkat çeken şey travmanın bir anlık, kısa süreli bir olay olmaktan çok bir süreci kapsamasıdır ve bu süreçte çeşitli etaplarda çeşitli zulümler yaşanmıştır. Önce terör başlar, facia haberlerinin gelmesi ve çocukların korkuları. Sonra çocukların takip edilip, yakalanıp toplama kamplarına gönderilmesi, savaş sonrası çocukların nerede yaşayacağı tartışmaları (Hollandalı aileler mi yoksa yeni Yahudi aileler mi aranmalı). Süreç olarak travmada travmatik olay geçtikten sonra da travmatik etkisi olacak başka olayların da yaşanması.
Ülkemizdeki azınlıklar için sürekli travma ve süreç olarak travma var. Mesela Madımak yaşanan travmanın zirvesidir. Ama Aleviler üzerindeki tehdit ve dışlanmalar başka travmatik etkiler yaratıyor. Sünni Türklük başka yerde başka zamanlarda isterse bu zirveyi tekrar ediyor/edebiliyor. Maraş, Çorum, Sivas, Gazi Mahallesi, Gezi (Gezi’de öldürülenlerin hepsi Alevidir) gibi. Bu tehditi de sürekli güncel tutuyor. Alevilerin başka kontekslerde yaşadıkları kuşkusuz birer olumsuzluktur ve bu olaylar travmatik etki yapmaz. Ama psikanalizde birikmiş travma dediğimiz kümülatif travma oluşuyor: Sürekli yaşanan olumsuz olayların birikmesiyle oluşan travmatik etki. İşte bu travmaların sakin, barışçıl, travmanın tekrarının olmadığı durumlarda etkisi azalabiliyor... Devletin her gün aşağıladığı, birçok kontekste Alevilerin aşağılandığı ortamda bu mümkün değil ve travmatik süreç devam ediyor...
VATAN ÇOCUKLUĞUMUZDUR
Masallarda canavarlar vardır ve bu canavarlar ağızlarından alevler fışkırtırdı. Çocuklar bu canavardan ateşi silah olarak kullanarak yok edici bir güç elde ettikleri için korkarlar. Çocukları alev büyüler ama ateşten korkarlar... Sonra sirklerde vardır... Ağzından fışkırttığı benzinle elindeki meşalenin alevini çoğaltan ve böylece de izleyicilerin korkusunu artırıp sonra da alevi kontrol ederek kahraman olan sirk canbazları... Alevi ağzında söndürdüğü için hayran olduğumuz çocukluk kahramanlarımız... Alevi yutarak söndüren o çılgın adamlar... Ne çok isterdim Madımak bir masal olsun... Bir rüya... Uyanınca bu kadar zulmün sadece düşlerimizde olmasına sevindiğimiz... Ve keşke alevleri söndüren masal kahramanları olsaydı... Sivas...
Bu zulüm aslında Sivaslılara kahraman olma şansı da verdi... Bir masal anlatısının kahramanları bile olabilirlerdi... Ateşe benzin yerine su taşıyabilirlerdi. İtfaiye çalışanları ödül alabilirlerdi. Grubun baskısına direnen “Allah’tan korkun, dindirin bu zulmü” diye haykıran biri jeneriklerde gösterilebilirdi... Milyonlarca seyircisi olan bir zulmün zalimi olmayı tercih ettiler. Hiçbir deeskalasyon mekanizmasının işlemediği, etiğin olmadığı, ahlakın olmadığı bir durumu anlatıyorum... Öldürerek, ölümü gözlemleyen bir kitle... Borderline bir kent... Ergenlik döneminde bileklerini kesip kanatarak rahatlayan ve dinginlik yaşayan insanlar gibi... Arada bir kendi bileğini değil... Ötekilerin kanını dökerek rahatlayan bir kent... Her zulüm sonrası bir dönem sakin ve huzurlu...
Sivas’ta doğdum… Pir Sultan’ın asıldığı mekanlarda Pir Sultan türkülerini ıslıklayarak yürüdüm. Gül incitir diye karanfiller attım anısına. Madımak’ın olduğu sokaktan çok kez geçtim... Sonra Sivas olayları. Ardımızda bıraktık o kenti. Arada bir gidip anılarımıza daldığımız yer olmaya başladı. O ateşi yaktığınız gün çıkardım kimliğimden o kenti. Bunun bir diğer anlamı vatansız olmak. Ama vatan ne? İnsanın vatanı çocukluğudur.
İşte bu çocukluk bir mekanda geçtiğinden, biz bu çocukluğu anımsarken genelde o mekanı da düşünürüz. Çocukluğa yolculukta bu mekanı bir dış belleğe çeviririz. O mekanda gördüğümüz bir ağaçla, o eski binayla karşılaştığımızda hafızamızdakiyle reel olan buluşur. İşte bu buluşma anı anımsadıklarımızın gerçek olduğunun, sadece birer hayal olmadığının kanıtıdır. Bu önemlidir, çünkü insan hiçbir zaman objektif anımsamaz. İşte bu özel karşılaşma insana yaşadıklarının gerçek olduğunu, bir kurgu olmadığını ve hayatındaki sürekliliğe, yani şimdinin bir geçmişinin olduğunu da ispat eder. Gölgesinde uyuduğumuz ağaç, eriklerini yediğimiz erik ağacı, oyun oynadığımız bahçe, arkadaşlarla çırılçıplak çimdiğimiz ırmak… Sonra ilk aşklar. Bir kalbimizin olduğunu bir kardiyologdan önce bize fark ettiren karşılaşmalar…
Vatan aradan yıllar geçse de bu anımsamamıza yardımcı olan dış bellek işlevinden ötürü kendimizi güvende ve güvencede hissettiğimiz yerdir. Vatan, döndüğümüzde kendimizi yabancı hissetmediğimiz yerdir. Tanıdıktır, güvenlidir. Vatan, köklerimin olduğunun, benim hayatımın benimle başlamadığının, bir öncesinin olduğunun kanıtlandığı, hissedildiği yerdir aynı zamanda.
Başka bir travmatik etki ise bu vatanın gönüllü değil zorla, zulümle elinizden alınmasıdır. Terk etmek değil, bırakıp gitmek değil. Öyle olsa hani bir burukluk bırakan duygu kalır; öyle değil! El koymak, istila etmek, zorla koparmak gibi yani. Burukluk ve hüzün değil sadece. Zulüm yani… Madımak ve biyografimizde kırılma… “Vatanın neresi?” sorusu, ilk önce gelecek ya da bugün çağrışımı yapmaz. Bu soru önce bizi geçmişe yollar. Vatan başlangıcı işaret eder. Nerede başladı hikayen? İşte bu başlayan ve büyüyen insanın mekanına yolculukla soruya cevap ararız. Ya vatanınız elinizden alınmışsa, yok edilmişse ne olur? Geride kalanların görünmeyen travması da budur: İnsanın havada kalması, geçmişinin yok edilmesi, çocukluğunun hayat hikayesinden çıkarılması.
MADIMAK YENİ BİR MİLATTIR
Hayatınızda bir milat oluyor. Madımak öncesi ve Madımak sonrası… Yeter Gültekin’in milat öncesi anılarının ‘Madımak Örtüsü’yle kapatılması ve bu anıların bu yangının alevleriyle karartılması… Vatanın olmaması hayatınızı bu milatla başlatıyor. Her insan yaşamının kendisiyle başlamadığı, bir geçmişinin olduğu, cetlerinin olduğu gerçeğiyle yaşıyor. Bu travma hayatınızdaki süreklilikte önemli bir kırılmadır: Geçmişle, atalarınızla bağınızın kopması… Ben de yakınlarımı, dostlarımı, çocuklarımı alıp oralara götürmek, çocukluğumu onlarla tanıştırmak isterdim. Bu insanları çocukluğum ve yurdumla da dost etmek isterdim. Hani kendimizi anlatırsak, bugün nasıl bir kişi olduğumuz daha iyi anlaşılır umudu… İşte bu umutla onları tanıştırmak isterdim. İşte Sivas’ta bunları devlet Allahu Ekber’le elimden aldı!
Bir insandan her şeyini alabilirsiniz. Yaşadıklarını, anılarını asla... Anılarla baş edebilmenin çeşitli yöntemleri vardır ve yaşanmış bir şeyi nasıl anımsamak istediğinizin... Guernica korunmasız, sivil bir yerleşim merkezi... Bomabalar yağıyor... Pablo Picasso’nun tablosu bir anımsama ama aynı zamanda sanatla üzerinden alınmış bir intikamdır da... Zulmün resmidir adeta... İspanya’nın haykırışı... Alevi türküleri ve ağıtlarında artık Madımak... İntikam duygusu ve bunu dile getirebilmek önemlidir çünkü bu duygunun açıkça söylenebilmesi failden, zalimden korkuyu azaltır. Travma mağdurda failden sürekli korkma izi de bırakabilir. İşte bu intikam pozitif ve yaratıcılığa dönüştürülebilir... Devlet ve bu halk gerçekten zulmü öylesine içselleştirmiş, zulmü kültürüne katmış, kötülüğü yaşam biçiminin bir parçası yapmış ki, Madımak’ı Utanç Müzesi yapmak, yıllık anımsamaları, yas tutma girişimlerini bile hala sorun yapabiliyor... Böylece zalim geleneğini sürdürüyor ve fail geleneğini gelecek kuşağa da aktarıyor... Sivas’a yas tutmak için gitmek bile izine bağlı... Her kültürün helalleşme, yas tutma geleneği var... Sivas’ta bu bile hala sorunlu... Sizin kahramanlık öyküleriniz başkaları için zulüm ve sizin kahramanlarınız ötekiler için birer katil, birer fail...
FAİLLERE İNSAN OLMAK ŞANSI VERİLMELİ
Her insan tanır öfke kaybını. Bir insanın öfkesini değil de öfkenin bir kişiyi nasıl denetlediğini ve insanın kendisini kontrol edememesini. Ya kendisi yaşamış ya da yakınlarının öfke denetim kaybının tanığı olmuştur. İşte bu durumu yaşayanlar sakinleştiklerinde pişmanlık duyarlar. Adi cinayetlerde canilerin suç bilinci vardır. Ne yaptıklarını bilirler... Bir insanın canına kast ettiklerini bilirler ama suçlarını azaltmak için suçun bir miktarını pay ederler. Bazen koşulları (kader kurbanı) bazen yaşadıkları realiteyi (para, intikam kıskançlık gibi motifleri gösterirler) suçlu gösterirler ve böylece suçun bir miktarını üstlenirler. Sivas’ta başka bir şey oldu. Pişmanlık yok. Seri katillerden ya da sapıklardan bildiğimiz bir fenomen bu. Cinayet planlanır, ritüelize edilir, müzik eklenir, cinayet bir sürece yayılır. Adi suçlarda öfke kaybı, plansız bir durum vardır ve cinayetler afektiftir. Sivas’ta katılanların çoğu planlama döneminden habersiz olsalar da uygulama sürecine katılmış, vazgeçme göstermemişlerdir ve böylece uygulama sürecinin parçası olmuşlardır. Yani yaptıkları afektif anlık bir durum değil bilinçli bir süreçtir (Frank M. Lachmann, 2001, Transformation von Aggression. Kitap, Destruktiviät, Editör: Klöpper ve Lindner, Vandenhoeck& Ruprecht, s. 42).
Sivas seri katillerde ve cinsel sapıkların cinüyetleriyle benzerlik gösteriyor. Bu tür cinayetlerde mağdurlar durumdan habersizdir ve kendilerini savunacak durumda değillerdir. Silahı sözcükler olan Aziz Nesin, semah dönen kadınlar kendilerini nasıl savunabilirler ki? Düşünme, geri çekilme imkanları olmasına rağmen öldürmeyi hazza dönüştürmeyi cinsel sapıklık cinayetlerinden tanıyoruz. Ayrıca ilahiler ve tekbir müzik olarak kullanılmıştır. Hasret işi müzik olan adam... Federico García Lorca’nın bir dizesidir: “Öldüğümde bir gitarla gömün beni”... Lorca ne demek istedi... Cenazeinde gitar mı çalsınlar yoksa gitarını da mezara mı koysunlar... Hasret müzik ve ritimlerle öldürülen çocuk... Mezarında türküler, deyişler çalınır mı? Nerdedir acaba Hasret’in sazı? Sivas’ı vahşi yapan bu öfkenin, hıncın hala dinmemiş olması...
Alevilere yaşanan bu zulmü geride bırakmalarına imkan sağlanmalı... Bunun ilk koşullarından biri suçluyu ve masumu ayırmak ve masumun failden korkmamasını sağlamak olabilir. Alevilerin faile öfkelerini hissetmesine imkan tanınmalı mesela. İntikam duyguları gelişmeli. Alevilerin intikam duygularını sublime etme yetenekleri var. Yüzyıllardır sazlarında, deyişlerindeki hüzün ve gözyaşı... İntikamı pozitif intikama ve yaratıcı intikama dönüştürebiliyorlar. Barış ve demokrasi konularında uzmanlaşan Hajo Schmidt (2004, Trauma, Trieb, Fridenswunsch. Kitap: Trauma und Gruppe, Editör Karger ve Heinz, Psychosozial Verlag, s. 107) travmadan kurtulmanın yolunun kahramanlıklar ve kahramanlar yaratmak olmadığını anlatır. Travma yaşayanların travma anı ve sonrasında yaşadıkları sonsuz çaresiz durum ve bu duruma düşmenin üzüntüsünü hissetmeleri ve bu çaresizliği hayatlarına zararsız bir şekilde eklemeleri gerekmektedir. Başka türlü hayatları “normalleşemez”. Mesela Madımak ve Sivas “bir daha tekrarı olmasın ve böyle zulümler yaşanmasın” anmaları düzenlenebilir. Toplumun linç potansiyeli bilimsel olarak araştırılarak çözümler düşünülebilir.
VİCDANI ARARKEN
Sivas’da Sünni’liğin temel sorunu yeniden yaşandı: İyi, vicdan, doğru ve ideal olan psikanalizde üst-ben dediğimiz varsayımsal merci kişi dışına lokalize ediliyor. Bu değerler önce dışımızdadır ve anne/babayla/toplumla ilişkide kişi bunu içselleştirir, özdeşelmeyle de bu tür değerleri içimize alırız. Vicdan ve ideal olan bireyin içinde, içselleştirerek benimsediği bir şeymiş gibi görünse de Sünnilerde genelde bu kişinin dışındadır. Yani Sünni için doğru Kuran’da yazan, hadisler, şeyhin söylediği, hocanın anlattığıdır. Devlet, hoca, şeyh bir neyi öneriyorsa onu yapmak Müslüman olarak görevidir. Kendi muhakemesine gerek yoktur. Devlet, din adamları bir kişiye kötü diyorsa o kişi kötüdür ve birey bu söyleneni sorgulamaz. Aleviler kötüdür... Aziz Nesin din düşmanıdır... Din düşmanları öldürülmelidir. İşte bu kurguya yukarıda anlatmaya çalıştığım dinamikler, etkiler de eklenince... Yani üst-ben başkasına aktarılıyor ve böylece sorumluluk üstlenilmiyor.
Bu bağlamda Sivas failleri kendilerini bireysel olarak suçlu hissetmediler. Vatan, millet (millet= tanımı gereği de Müslümanlığa işaret eder, ulus anlamına gelmez), iman için gerekeni yapmak inancının gereğidir ve bu gerekliliği kendisi belirlemez, kendisi sadece uygular. Zaten din de sorgulamayı, kuşkuyu yasaklar. Bu tutum sadece Alevilerle ilişkide böyle görülmez. Kızın adı çıkmışsa kız suçludur. Kızının nasıl giyeceğine, nasıl davranacağına da zaten başkaları, dini temsil edenler karar verir. El alemin (burada da belirleyici merci dışarıdadır) dediği kızıma güvenimden daha etkilidir. Bir babanın çocuğuyla ilişkine, çocuğa nasıl davranacağına, çocuğu nasıl eğiteceğine de zaten baba kendisi karar vermez. Kendisine söyleneni uygular. O bir ağaçtır (insan değil) ve baba onu eğme hakkını kendinde görür. Kişinin kızıyla/çocuğuyla olan hukukunu el alem, komşular, adını çıkaranlar belirler. Kişi bazı şeyleri bireysel ahlakından ötürü etik değerleri nedeniyle değil de dışarıda konumlandırılan ve cezalandırıcı (günah/ayıp) bu merciden ötürü reddeder.
Yani ahlak, güven ilişkiden doğmaz sanki... Diğer yandan bu dış dünyanın bakışı içeri alınarak el alemin ne diyeceği öngörülerek bu iç gözle olaya olay henüz olmadan bakılır. Kız çocuğunun giydiği, davranışı ‘el alem ne der’ denilerek el alem henüz demeden engellenir. Bu kontekste belirsiz bir merci olan ‘el alem’ dediklerinden ötürü suçlanmaz ve kiş suçlanır. Aleviler bir çok zulme maruz kalan azınlıklar gibi daha yapıcı, barışçı ve bağışlayıcıdırlar. Ama onların içselleştirdikleri ahlak ve vicdan da kıskançlığa neden olur...
Hiç akla bile gelmez belki ama Sivas’ta mezarlarımız sahipsiz ve viran kaldı. Bunları yananların ve bu insanların yakınlarının acılarını arkaya itmek için yazmıyorum. Sadece katillerin yaptıklarının çeşitli boyutları anlaşılsın diye bütün bunlar. Empati, acıma, merhamet… Bunları beklemiyorum; zalimliğin boyutları anlaşılsın diye sadece. Hani, “Unutun, geçmişte kaldı” diyenlere “Unutmuyoruz!” demek için biraz da… Zulüm yapıp unutturmayı gelenek yapanlara direnme biçimidir anımsamak. Çocukluğumuzu, gençliğimizi anlatırken boğazımızdaki düğüm ve bir hıçkırık artık Sivas. Herkesin bir vatanı olsun. Çocuklarının, dostlarının en azından haritada yerini rahatlıkla bulabileceği bir vatanı. Ve her insan kendi çocukluğuyla çocuğunu arkadaş etsin ve bu çocuklar çocukluğumuzun oyunlarını da birlikte oynasınlar.
Yazıda Hasret’in adı sıkça geçiyor... Vedalaşmadan öldün arkadaşım... Vedalaşmanın, helalleşmenin, yas tutmanın birçok türü var... Hasret bu yazı da benim yasım... Uzağa, çok uzağa gidiyorsunuz; gidemiyorsunuz. O kadar uzaktayken bile orada kalmışlık… Radyoda bir ezgi, tanıdık bir mızrap. Hasret olmalı. Sonra Muhlis Akarsu’nun o türküsü: Yine gönlüm hoş değil…
BİTTİ
Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.