Ragıp Duran
Tek adam yalnız adam*
Öncelikle davetiniz ve ağırlama için teşekkürler. İnsan, üniversite kentine yeniden gelince haliyle seviniyor, heyecanlanıyor. Hesapladım, bundan tam 44 yıl önce buraya, Aix-en-Provence’a Hukuk Fakültesi birinci sınıf öğrencisi olarak gelmiştim. Dolayısıyla iyi akşamlar gençliğim!
Panelin konusunu çok isabetli seçmişsiniz: "OHAL’de/altında Gazeteciler ve Akademisyenler". Çünkü gerçekten de üniversite ve medya, iktidarın en çok saldırdığı iki alan oldu. Akademi ve medya, normalde, teorik olarak, özgür ifadenin, eleştirinin alanı, yeni, ileri/ilerici fikirlerin üretildiği alan olmalı. Türkiye’de bu iki alan da, normal ve teoriye uygun bir şekilde iş görmedi. Ama yine de iktidarın en çok bu iki alana saldırması tesadüf olmasa gerek. Bu iki alanda da esas işlevini gerçekleştirebilecek insanlar olduğunu hatırlamak gerek.
Kısa bir tarihçe:
Türkiye’de ilk gazete 1831 yılında çıktı. Avrupa’ya oranla 150-200 yıllık bir gecikmeyle. Bu ilk gazetenin sahibi, Saraydı, Padişahtı. Reformcu olarak bilinen 2. Mahmut idi. Zaten Sultan, gazeteyi, Saray’ın tutumunu, fikirlerini yaygınlaştırmak, kullarına ulaştırmak için çıkardığını da açıklamıştı o zaman. Bu ilk gazetenin çalışanları, muhabiri, editörü, yazarı… yani bizim mesleki atalarımız, Saray’ın maaşlı memurları idi.
1831’den bu yana çok şey değişmedi. Medyanın esas patronu yine Sultan, ama adı değişti. Saray 1831’de Istanbul’da idi. Bugünse Saray Ankara’da. Bugün Türk egemen medyasında çalışanlar, Saray’ın maaşlı memuru değil, Saray’ın bordrosunda değiller ama Saray’ın memurları gibi düşünüyor, yazıyor-çiziyor.
Türkiye’de matbuat, basın ya da medya, aslında kelimenin gerçek anlamıyla hiçbir zaman bağımsız ve özgür olamadı. Sadece bazı dönemlerde, konjonktür sayesinde, nispeten serbest olabildi. Saymak gerekirse:
- 1946’da Tek Parti rejiminden Çok Partili döneme geçişin ilk başlarında
- 1960 Darbesinden sonra çıkarılan Anayasa ve 202 sayılı Basın kanununun ilk aşamasında
- Bir de koalisyon hükümetleri dönemlerinde sınırlı bir basın özgürlüğünden söz etmek mümkün.
Türk Basın Tarihi aslında basına yönelik baskıların tarihidir. Ve tabi bu baskılara direnme tarihidir aynı zamanda. Cumhuriyet’ten sonra basına yönelik somut baskıları sıralamaya kalksam çok uzun bir liste çıkar. Beş somut olguyla sınırlı tutacağım:
- 1925’de ilk Kürt ayaklanma girişimi olan Şeyh Said İsyanını bastırmak için çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu çerçevesinde ondan fazla gazeteci de tutuklandı. Bu meslek büyüklerimiz arasında Ahmet Emin Yalman da vardı. Şeyh Said’le hiçbir ilgisi yoktu. İttihatçılara yakındı, Mustafa Kemal’e biraz uzaktı ve uzun süre gazetecilik yapması yasaklandı.
- 1945, Tan gazetesine baskın. Faşist bir sürü, Sabiha ve Zekeriya Sertel’in solcu gazetesinin idarehanesini bastı, yaktı, yıktı. Tan, anti-faşist bir gazeteydi, dönemin Sovyet politikalarını desteklerdi.
- 1966, solcu Akşam gazetesinin köşe yazarı ve Ankara temsilcisi İlhami Soysal, başkentte kaçırıldı ve dövüldü sonra da kan revan içinde kent dışında bir tarlanın kenarına atıldı. Çok sonra öğrendik ki bu işi Kontrgerilla, Genel Kurmay Başkanlığının Özel Harp Dairesi yapmış.
- 1994, Türkiye’de Kürtlerin Türkçe olarak çıkardığı ilk günlük gazete Özgür Gündem’in Istanbul’daki merkez binası gece yarısı bombalandı. 1 çalışan öldü, bina harap oldu. Tansu Çiller Başbakandı.
- Türkiye Gazeteciler Cemiyeti ile Çağdaş Gazeteciler Derneğinin sayım ve listelerine göre Türkiye’de 1905’den 2016’ya kadar 79 gazeteci suikast sonucu öldürüldü. Devlet, büyük bir çoğunluğunun katilleri hakkında ya soruşturma bile açmadı ya da ‘’fail-i meçhul’’ dosyasına koydu.
Bütün dünyada iktidarlar, medyayı etkilemeye, yönlendirmeye, denetlemeye teşnedir. Hatta devletler, iktidarlar, hükümetler medya üzerinde egemenlik kurmak ister. Bunun için de çok çeşitli yöntemleri devreye sokar: Sansür, oto-sansür, reklam ve mali baskı, ki bizde bir ara gazete kağıdı tekeli hükümetin elindeydi, hükümetler bu tekeli de bir baskı aracı olarak kullandı. Bizde bir de resmi ilanlar var, idarenin çeşitli birimlerinin resmi duyuruları, bu ilanların gazetelere dağıtımı da hükümetin elinde olunca, basın özgürlüğüne karşı bir silah haline geliyor. Türk makamlarının baskı yöntemlerini saymaya devam edeyim. Bizde, yukarıdan gelen bir telefonla bir köşe yazarı işinden olabilir ya da adı sanı bilinmeyen biri, bir gün pat diye bir gazetede köşe yazarı olarak sırıtabilir. Dolayısıyla Türkiye’de iktidar yanlısı iseniz, çok kolay köşe yazarı olabilirsiniz. Popüler gazete Hürriyet’in köşe yazarı Ahmet Hakan, 1-2 yıl önce yeteri kadar Erdoğan yanlısı olmadığı gerekçesiyle, evinin önünde saldırıya uğradı, dayak yedi. AKPli bir yerel yönetici, yine Hürriyet’in Erdoğan’ı yeteri kadar desteklemediği gerekçesiyle, gazete binası önünde sözümona bir protesto gösterisi düzenledi. Ama bu gösteri hemencik bir linçe dönüştü, cam çerçeve indi, insanlar yaralandı. Zaten bu iki saldırıdan sonra Hürriyet, iktidarın istediği bir gazete haline geldi. Yeni bir baskı yöntemi… Türkiye’de eskiden beri gazeteler arasında, gazeteciler arasında takılmalar, tartışmalar, polemikler yaşanırdı. Mesela Nazım Hikmet’le Peyami Sefa arasındaki polemik, kalite bakımından, edebi bakımdan, içerik bakımından üst düzeyli bir atışma idi. Okurlar da ilgiyle, merakla izlerdi bu polemiği. İş artık polemikten çıktı, doğrudan ihbarcılığa dönüştü. Hükümet yanlısı -aslında yanlısı demek bile yanlış olur- hükümet medyası bağımsız gazetecilere, hükümeti eleştiren gazetecilere karşı doğrudan ‘’Savcı Bey uyuyor musunuz? Bu gazeteci darbecileri destekliyor, Gülenci, PKKli… Hemen gözaltına alınması lazım’’ şeklinde yazılar yazıyor. Savcılar da hem hukuk ve yasadan uzak oldukları için, hem de bu mesajın yukarıdan geldiğini sandığı için gidiyor bizim meslekdaşımızı sabaha karşı 5’de evinden gözaltına alıyor. Eskiden böyle bir şey yoktu. Karşıt görüşlü gazeteciler birbirlerini kıyasıya eleştirir ama rakibinin suç işlediğini iddia edip Savcıya ihbar etmezdi. Bu ihbar işi sadece bir gazetecinin işi değil. Bazen bütün hükümet medyası, bir meslektaşımıza karşı, hükümeti eleştirdiği gerekçesiyle, hatta hükümet aleyhinde doğru bir haber yayınladığı için linç kampanyası açıyor. Can Dündar’ın başına gelen budur. Bugün Türkiye cezaevlerinde 163 meslekdaşımız yatıyor. Henüz dışarıda olan belki en az 200 gazetecinin de davaları sürüyor.
Erdoğan yönetimi, medyaya baskı konusunda faşizan dünyaya önemli katkılarda bulundu. Sadece üç örnek aktaracağım.
- 2002’de iktidara gelen AKP, kendisine yakın iş adamları aracılığı ile bağımsız ya da yaygın medya şirketlerinde mülkiyet değişimini gerçekleştirdi. Mesela Sabah-ATV grubu, ki ikinci büyük medya grubu idi, bir devlet bankasından alınan kredilerle Erdoğan’ın damadının şirketine devredildi. Ya da Kanaltürk… Kemalist, muhalif bir TV kanalı idi. Sahip değiştirdi. Hükümetin sesi kanal oldu. Bir de Star grubu vardı. Cem Uzan, garip bir kişilik… O gruba devlet hemen el koydu, sonra da iktidara yakın bir iş adamına devretti. Çok kârlı bir iş bu mülkiyet değişiklikleri. Çünkü bu satışlarda biri(leri) komisyonları cebe indiriyor. Milyon dolarlık işler bunlar. Siyasi olarak da bir taşla iki kuş. Hem bir muhalefet kanalını susturmuş oluyorsunuz, hem de iktidar yanlısı bir medyaya daha sahip oluyorsunuz.
- İkinci yöntem, iktidarın Medeni Kanunda bulduğu bir metod: Kayyım atamak. Yasal olarak, bir şirket kötü yönetiliyorsa, iflasa doğru gidiyorsa, ortaklar zarar görmesin diye, hele şirket borsada işlem görüyorsa, hisse senedi sahipleri zarar görmesin diye, devletin böyle bir yetkisi var. Anlaşılır bir uygulama… Ama Türkiye’de iktidar, yasanın zorunlu gördüğü koşullara bakmaksızın, işine gelmeyen medya şirketine kayyım atadı. Ne oluyor o zaman? Kayyım, yani yeni Genel Müdür, herkesi işten atıyor, iktidar yanlısı gazetecileri işe alıyor ve gazetenin, radyonun, televizyonun yayın politikası ertesi gün 180 derece değişiyor. Muhalifken bir günde iktidar yanlısı oluveriyor.
- Nihayet üçüncü ve en güncel yöntem: OHAL ve KHK’lar. Türkiye OHAL ve KHK’ları ilk defa yaşamıyor. Benim hatırladığım 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 darbelerinden önce ve sonra da bazı bölgelerde OHAL ve KHK’lar vardı. O zamanki uygulamalar farklıydı. Mesela bugün Anayasa Mahkemesi, temel işlevi hatta hikmeti sebebi olan yasa, tüzük ve idari kararların Anayasaya uygunluğunu denetlemeyi red etti. KHK’lara itiraz yolu yok. Bu nedenle mağdurlar şimdilerde Strasbourg’a, AİHM’e gidiyor. Uygulama şöyle: Bir sabah uyanıyorsunuz. Resmi Gazete’yi okuyorsunuz. Memursanız, üniversitede hoca iseniz hakkınızda hiçbir idari ya da cezai işlem yapılmamış olmasına rağmen, işten atıldığınızı öğreniyorsunuz. Bu konumda yaklaşık 150 bin insan var! Terör örgütü ile irtibat şüphesi gibi muğlak bir gerekçe olabiliyor bazen. Soruşturma yok, savunmanız alınmamış, mahkeme kararı yok. Pat diye işsizsiniz. Emeklilik, sigorta dahil tüm özlük haklarınız elinizden alınıyor. Üstelik hayat boyu kamuda bir daha çalışamayacaksınız. Pasaportunuz geçersiz ilan ediliyor. Bazı vakalarda eşinizin, çocuğunuzun pasaportu da iptal ediliyor. Gülen yanlılarının malına mülküne de el konuldu. Ki henüz hiç biri mahkum olmadı. Bazılarının duruşmaları bile başlamadı.
Gazeteci iseniz, bir bakıyorsunuz, gazeteniz, radyonuz, televizyonunuz, çalıştığınız yayınevi yasaklanmış, kapatılmış. Bu sefer bir yenilik daha var, olumsuz. Eskiden de gazete kapatılırdı. Ama geçici olarak. OHAL bitene kadar ya da yeni bir KHK çıkana kadar. Şimdi gazete kapatıldığı yetmiyormuş gibi, gazetenin, radyonun, televizyonun tüm malına mülküne el koyuyorlar, Hazine’ye devrediyorlar önce, sonra da TRT’ye ya da yandaş medyaya gidiyor müsadere edilen medya organının alet edevatı, binası…
Tüm bunlar hukukun katliamı. Ama şunu da saptamak gerekir ki, hukukun, yasanın, meşruiyetin, vicdanın Türkiye’de devre dışı kalmasının siyasi bir nedeni var: Erdoğan müthiş bir korku atmosferi yarattı. Muhalefet artık terörizm olarak algılanıyor. İktidara yönelik en küçük itiraz bile bölücülük, Gülen taraftarlığı olarak muamele görüyor. Böyle bir ortamda savcı, hakim iktidar aleyhine tutum alamıyor. Çünkü alanlar hemen ihraç edildi ya da Anadolu’nun uzak kasabalarına sürüldü. Yargı bağımsız ve tarafsız değil artık. Yurttaşlar da, memurlar da, gazeteciler de korkuyor. Açık söyleyeyim, hepimiz korkuyoruz. Türkiye bugün, bırakın hakimi savcıyı gazeteciyi, eski ve/veya yeni Cumhurbaşkanının her an tutuklanabileceği bir ülke. Hiç kimsenin can güvenliği, özgürlüğü güvence altında değil.
Türkiye uzun zamandan beri kelimenin tam anlamıyla Hukuk Devleti olamamıştı. Az çok Yasa Devleti görünümündeydi. Ama artık OHAL ile ve bu KHK’larla Türkiye Yasa Devleti olmaktan da çıktı. Çünkü başta Cumhurbaşkanı olmak üzere neredeyse bütün idare, yürürlükteki Anayasa’yı ve bir çok kanunu göz göre göre her gün ihlal ediyor.
1923’de işe Ulus-Devletle başladık. Olmadı. Sonra Hukuk Devleti dendi, o da olmadı. Son olarak Kanun Devleti de uymadı. Bu durumda yerli ve yabancı bir çok gözlemci Türkiye’yi ‘’Haydut Devlet’’ (Etat Voyou/Rough State) olarak nitelemeye başladı. 80’lerde Humeyni’ni İran’ı ya da bugünkü Kuzey Kore gibi…
Ahmet İnsel, konuşmalarında ve yazılarında ‘Erdoğan Devleti’ olarak değerlendiriyor bu yeni durumu. Yeni Türkiye’yi…
Bitirirken iki umut kıvılcımı:
- İktidar partisinin içi kaynıyor, çatlamalar kırılmalar çoktan başladı. 2002’deki ilk AKP Bakanlar Kurulundan bugün hala Erdoğan’ı destekleyen bir tek bakan kalmadı. AKP’nin bazı yöneticileri ‘’Böyle giderse 2019 seçimlerini kaybederiz’’ diye açıkça itiraf etti.
- İktidar, savaş harcamaları ve Saray giderleri ayrıca temel motor saydıkları inşaat sektörünün duraklaması nedeniyle ekonomiyi yönetemiyor. Maliye de bunalımda. Avrupalı ve uluslararası reyting kurumlarının Türkiye’ye verdikleri notu sürekli düşürmeleri ve Türk Lirasının sürekli değer kaybetmesi olumsuz durumu yeteri kadar açığa vuruyor.
Sonuç: Erdoğan Tek Adam olmak istiyor. Ama bu arada Yalnız Adam olma riski de giderek büyüyor.
Dinlediğiniz için teşekkürler.
(*) Bu metin 9 Mayıs 2017 günü Aix-en-Provence Siyasal Bilgiler Fakültesinde Fransızca olarak yaptığım konuşmanın yeniden düzenlenmiş Türkçe çevirisidir.