Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Thomas’ın 47 yıllık Türkiye kavgası…

Demirtaş’ı Nobel ödülüne aday gösteren insan hakları savunucusu Hammarberg, 1972’den beri her daim Türkiye halklarıyla dayanışma içinde olmuştur.

Halkların Demokratik Partisi (HDP)'nin iki yılı aşkın süredir Tayyip zındanında tutsak tutulan eski eşbaşkanı ve iki kez cumhurbaşkanı adayı Selahattin Demirtaş, İsveç’in en saygıdeğer parlamenterlerinden biri tarafından Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi.

Düzen karşıtı medyada kısmen yer bulan haber havuz medyasında ya yok sayıldı ya da Akit’in yaptığı gibi "Skandal! Demirtaş Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterildi" türünden başlıklarla Türk düşmanlığının yeni bir nişanesi olarak yansıtıldı.

Hammarberg’in Demirtaş’ı niçin aday olarak önerdiğini açıklayan aşağıdaki sözleri, onu asılsız iddialarla zındana attıranların, Türkiye halklarının demokrasi ve özgürlük mücadelesine getirdiği büyük katkıları yok saymaya ya da küçümsemeye çalışanların suratına inen bir şamardır:

"Son 12 yıl boyunca, Demirtaş, Türkiye’deki Kürtler ve Türkler arasındaki barışı, azınlık haklarını, kadın haklarını, LGBTİ haklarını ve demokrasiyi destekleme konusunda yapılan hemen hemen her girişimde hayati bir rol üstlendi. Önde gelen bir Kürt politikacı olarak hayatını bu amaçlar uğrunda mücadeleye adadı. Otoriterizmin, mezhep çatışmalarının, kusurlu adalet sisteminin olduğu, ifade özgürlüğünün ve temel insan haklarının olmadığı bir ülkede, Türkiye halklarının barış içinde yaşayabileceği iç içe geçmiş kültürel ve politik tarihlerinin bilgisiyle bir toplumun inşası için her zaman kararlı oldu. Kürt sorununun barışçıl bir çözümü için çalışmalarında yılmaz ve cesurdu. Türkiye ve Suriye’deki Kürtlere karşı savaşın sona ermesi için çalıştı. Parmaklıklar ardında olsa bile, barış mücadelesinin şimdiki zor zamanlardan çok daha fazla önemli olduğunu bize hatırlatıyor. Bütün bu nedenlerden dolayı, 2019 Nobel Barış Ödülü için Selahattin Demirtaş’ı saygıyla aday olarak gösteriyorum."

Demirtaş tüm bu nitelemeleri sonuna dek hak ediyor. Ama bu nitelemelerin herhangi bir kimseden değil, Thomas Hammarberg gibi tüm ömrünü insan hakları ve özgürlükler mücadelesine adamış bir şahsiyetten gelmiş olması bile Demirtaş için tek başına müstesna büyük bir ödüldür.

CUNTALARA KARŞI BİR GAZETECİ VE İNSAN HAKLARI SAVUNUCUSU

İnci ve ben, Thomas Hammarberg’i 1971 askerî darbesinden sonra sürgünde cuntaya karşı demokratik direnişi örgütlerken halen hayatta olmayan değerli dostlarımız Barbro ve Güneş Karabuda aracılığıyla, hem etkin bir gazeteci, hem de Amnesty International’ın bir militanı olarak tanımıştık. İsveç’te Karabuda’lar ve o dönemde cuntaya karşı mücadelede fiilen yer alan uluslararası ün sahibi heykeltraş İlhan Koman, gazeteci Arslan Mengüç gibi Thomas da yakın dostlarımızdandı. Hep birlikte İsveç’te bir Türkiye Komitesi oluşturmuşlardı. İsveç Yazarlar Birliği Başkanı Per Wästberg de komiteyi aktif olarak destekliyordu.

Thomas o dönemde Türkiye’den bize ulaşan işkence belgelerini, askerî mahkemelerde yargılanan devrimcilerin savunmalarını İngilizce’ye çevirerek ulaştırdığımız ilk insanlardan biriydi. Türkiye sorununun sadece Amnesty International ve diğer sivil toplum örgütlerinde değil, Avrupa Konseyi’nde de sürekli gündemde tutulmasında büyük katkısı vardı.

1972 yazında Thomas’la askerî mahkemelerdeki yargılamaları izlemek, işkence kurbanlarıyla, ifade özgürlüğü çiğnenen yayıncı ve gazetecilerle görüşmek üzere gittiği Türkiye’den dönüşünde Almanya’da Amnesty International’ın uluslararası bir toplantısında buluşmuştuk.

Türkiye’de bulunduğu sırada görüşmek istediği yayınevlerinin hemen hepsi polisiye bir operasyonla basılmış, yöneticileri göz altına alınmış ve kitaplarına el konulmuştu. Bu operasyonla ilgili avukatların kendisine verdiği bazı tutanakları birlikte getirmişti.

Basılan yayınevlerinden biri de kızkardeşim Çiğdem Özgüden’in kurup yönettiği Yöntem Yayınları’ydı, o da gözaltına alınmıştı. Thomas’ın onunla ilgili tutanağı verirken Çiğdem’in kız kardeşim olduğunu öğrenince nasıl duygulandığını, dostça ifadelerle üzüntümü nasıl paylaşmaya çalıştığını asla unutmuyorum.

Thomas’la tanıştığımızda İnci de ben de hâlâ illegaldeydik, Türkiye’den çıkabilmek için resimlerini değiştirip isimleri tahrif ettiğimiz bir aile pasaportuyla, Mehmet ve Hacer Tuğsan takma adlarıyla seyahat ediyorduk. Türkiye’de Ant’ın yöneticileri olduğumuzu ve gerçek isimlerimizi biliyor olmasına rağmen, Thomas da diğer dostlarımız gibi bana hep Mehmet diyordu, ta ki rejimin işlediği insanlık suçlarını belgeleyen İngilizce Türkiye Dosyası’nı 1972 yazında yayınlayıp Avrupa hükümetlerine ve parlamenterlerine ulaştırmamıza kadar…

Dosya Turhan Feyzioğlu olmak üzere Türk delegasyonu üyelerini çılgına döndürmüştü. Tüm bu iddiaların komünistler tarafından uydurulduğunu söyleyerek Cunta rejimini savunmaya çalışıyorlardı. Türkiye Barolar Birliği’nin şimdiki başkanının dede-babası olan Turhan Feyzioğlu konuşması sırasında benim ve İnci’nin isimlerini de vererek Türkiye’nin Moskova’dan tezgâhlanan uluslararası bir komplo karşısında bulunduğunu söylemişti. Oysa Türkiye’den gelen belgeleri içeren kitabı Paris’te İngilizceye çevirip metnini Siyah Panter militanı dostlarımıza düzelttirdikten sonra bir ressamın damı akan garajdan bozma atölyesinde teksir makinesinde basarak yayınlamıştık.

AKPM’nin fırtınalı toplantısından sonra Türkiye’nin demokratikleşmesi mücadelesine büyük destek veren Hollandalı parlamenter Piet Dankert bizimle uzun bir görüşme yapmıştı. "Biliyorum, ilk fırsatta Türkiye’ye geldiğiniz gibi gizlice dönebilmek için legale çıkmak istemiyorsunuz," demişti. "Ama Avrupa Konseyi’nde Feyzioğlu sizin Avrupa’da illegal faaliyet gösterdiğinizi açıkladı. Türk istihbaratı muhakkak ki peşinizdedir. Bu açıklamadan sonra Avrupa polisi de sizin yerinizi tespit edip başınızı derde sokabilir. Kendinizi iki tehdit arasında daha fazla tehlikeye atmayın. Türkiye’de devlet terörüne hedef olmuş gazetecilersiniz. En kısa zamanda demokratik bir ülkeden sığınma talep edin. Hollanda da olabilir, olursa ben sizi desteklerim."

Bu tavsiye üzerine 1973 yılı başında Fransa sınırını kaçak yollardan geçerek Paris’ten Amsterdam’a geçmiş, Zaandam’daki evlerinde Dankert ve eşi Paulette tarafından sıcak bir şekilde ağırlanmıştık.

Üzerimizde asıl kimliğimizi gösterir belge olmadığı için iltica başvurusundaki ilk sorguda İnci de ben de gerçek kimliklerimizi ve başımızın dertte olduğunu kanıtlamak için tanık göstermek zorundaydık. Bizi iyi tanıyan Dankert sormuştu: "Ben tabii ki birinci tanığım, sizin geçmişinizi ve buralardaki kavganızı iyi biliyorum. Ama sizi tanıyan bir başka etkin şahsiyeti de tanık gösterebilir misiniz?"

"Tanıdıklarımız çok. Ama Hollanda’ya kadar gelip tanıklık edecek kimi bulabiliriz?" deyince, Dankert imdadımıza yetişmişti: "Amnesty International’in İsveç sorumlusu Thomas Hammarberg sizi iyi tanıyor. Geçenlerde bir toplantıda sizin durumunuzu konuşmuştuk. Sanırım memnuniyetle gelir."

Hemen Thomas’a telefon ettik. İsveç’te değilmiş, Amnesty International’in Avrupa çapında bir toplantısı için Londra’ya gitmiş. Thomas’ı Londra’da bulduk. Konuyu anlatarak Amsterdam’a gelip gelemeyeceğini sorduk.

"Ne demek, siz tereddüt etmeden beni tanık gösterin, dedi. Buradaki toplantım biter bitmez hemen gelirim."

Ertesi gün Dankert’le birlikte Schipol Havaalanı’na giderek kendisini karşıladık. Thomas uçağa yetişebilmek için alelacele giyinip otelden çıkmıştı. Bir de ne görelim, ayaklarından birinde beyaz, ötekinde kırmızı çoraplar...

Alanda çoraplarını değiştirdikten sonra hep birlikte yeniden Zaandam Emniyet Müdürlüğü’ne gittiğimizde o da Dankert’inkine benzer bir ifade vererek gerçek kimliğimizi kanıtladıği gibi, Türkiye’deki rejimin tehdidi altında olduğumuza dair ayrıntılı bilgi vermişti.

Sürgünümüzün üçüncü yılında artık gerçek kimliklerimizle yaşamaya başlayacak, kısa süre sonra da Brüksel’e geçerek İnfo-Türk’ün kurulması çalışmalarına başlayacaktık.

Ancak Avrupa’lı birçok dostumuz gibi, Thomas için de ben uzun süre illegaldeki sahte adımla Mehmet olarak kalmaya devam ettim.

5 Temmuz 1973’te Expressen gazetesinin antetli kağıdına yazdığı ve bana yine Mehmet diye hitap ettiği mektubunda, Amnesty International’ın Londra’daki toplantısında Cunta’ya karşı mücadele konusunda alınan kararlarla ilgili şu bilgileri veriyordu:

  • Uluslararası Hukukçular Komisyonu gibi sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte idam cezaları konusunda Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’e bir mektup gönderilecek,
  • Bir genel af kampanyası başlatılacak,
  • İskenceler konusunu Avrupa İnsan Hakları Komisyonu’na yansıtmaları için Konsey üyesi ülkeler hükümetlerine bir memorandum verilecek,
  • Türkiye sorunu Birleşmiş Milletler’e de götürülecek.

Thomas, mektubunda ayrıca, askerî mahkemelerde yargılanan sanıkların avukatlarının bir süre önce Türkiye’ye gidip gelmiş olan İsveçli gazeteci Ulla Lundström aracılığıyla ilettikleri bazı ivedi talepleri naklediyor, sosyalist yayıncı Süleyman Ege ve TİP yöneticilerinden Yalçın Cerit için kampanya açabilmek için de bilgi istiyordu.

İNSAN HAKLARI KONUSUNDA ULUSLARARASI BİR OTORİTE

Thomas’la iki alanda mesleki yakınlığımız vardı. Benim gibi o da Yüksek Ekonomi Okulu’ndan mezun olmuştu. Ama iktisatçılığı değil gazeteciliği meslek olarak seçmişti. 1979’a kadar İsveç’in büyük gazetelerinden Expressen ile İsveç Televizyonu’nda dış siyaset editörü olarak çalışacaktı.

1973 yılında Thomas’ın Güneş Karabuda ile birlikte gerçekleştirdiği tüm dünyadaki işkence uygulamalarını, bittabi Türkiye’dekileri konu alan 45 dakikalık belgesel 8 Aralık 1973’te İsveç televizyonunda yayınlanmış ve büyük yankı yaratmıştı.

Gazeteciliğin yanı sıra Amnesty International’ın (AI) İsveç sorumlulusu olan Thomas, 1976’da bu kuruluşun uluslararası yürütme kurulu başkanlığını, 1980’den 1986’ya kadar da genel sekreterliğini üstlenecekti. Bu sıfatlarıyla Türkiye’deki 12 Eylül 1980 darbesinden sonra AI’nin cunta yönetimine karşı mücadelesinde her daim belirleyici rol oynayacaktı.

1977'de, Uluslararası Af Örgütü adına Nobel Barış Ödülü alan Thomas daha sonraki yıllarda uluslararası yardım örgütü Save the Children'ın İsveç'teki temsilciliğinde ve Uluslararası Olof Palme Merkezi'nde, ayrıca Birleşmiş Milletler İnsan Haklan Özel Temsilcisi olarak Kamboçya'da görev yapacaktı.

2006-2012 yılları arasında Avrupa Konseyi İnsan Hakları Yüksek Komiseri görevinde bulunan Thomas Hammarberg’ı Hürriyet gazetesinde Sedat Ergin şu ifadelerle övmüştü: "Thomas Hammarberg, bugün Batı dünyasında insan hakları alanındaki en saygın isimlerden biri olarak kabul ediliyor. Yaşamı, insan haklarına adanmışlığın bir öyküsüdür."

Ancak bu görevdeyken Türkiye’de gittikçe ağırlaşan insan hakları ihlalleri konusunda sürekli uyarılarda bulunduğu için AKP yönetiminin ve onun kontrolündeki medyanın saldırılarına hedef oldu.

Halen İsveç Parlamentosu’nda sosyalist milletvekili olarak yer alan ve bu sıfatıyla tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de insan hakları ihlallerine karşı mücadelesini ödünsüz sürdüren Hammarberg’in, zındanda tutsak Demirtaş’ı Nobel barış ödülüne aday gösterdikten sonra, daha ağır saldırı ve hakaretlere hedef olacağında hiç kuşku yok. Ödülün verilmesini engellemek için ellerinden geleni artlarına koymayacaklarından da…

Ama onlar ne derse desin, Hammarberg de, Demirtaş da gerçek insanlığın saygısını ve sevgisini defalarca haketmiş şahsiyetlerdir. Sonuçta Nobel ödülü Demirtaş’tan esirgense de, her ikisi de gerçek insan sevgisiyle zaten ödüllendirilmişlerdir. En büyük ödül de budur…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi