Topyekûn saldırı, topyekûn direniş, sahada birlik...

Koşullar Kürtlerin aleyhine gibi görünse de hesaba katılması gereken en önemli etken hiç kuşkusuz Kürtlerin olası bir saldırı karşısında takınacağı tutum olacaktır.

Ortadoğu’nun başına bela olan, binlerce yıkımın, katliamın, talanın nedeni ‘Stratejik Derinlik’ ucubesinin mimarı Ahmet Davutoğlu, şimdi de Kerkük için ‘çözüm önerileri’ sunmuş. Başbakan eskisi Davutoğlu’nun 10 maddesi, aslında Irak hükümetinin Kürt cumhurbaşkanı Fuad Mahsum aracılığıyla Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne gönderdiği 6 maddenin biraz daha süslenip püslenmiş hali.

Her iki teklif de özü itibariyle herkese hak Kürtlere nahak görülen taleplerden vazgeçilmesini ve Kürtlerin bölge ‘egemenlerine’ biat etmelerini öneriyor.

Doğrudur, Doktor Fuad Mahsum’un bu önerileri Kürdistan’a taşımasına karşı çıkanlar, bunu zayıflık emaresi olarak görenler oldu. Mahsum’un bu önerileri bölgeye getirmek yerine yüzlerine çarpmalarını ve Kürdistan’a dönmesini savunanlar oldu. Böyle düşünenlerden değilim. Söz konusu duygusal tepkilerin verilmesi savaş ilanını Kürtlerin yapması anlamına gelir ki Kürdistan yönetimi bunu istemediğini birçok kez açıkça dillendirdi. Sonuçta, sorunların çözümü için diyaloga ve müzakereye açık olduğunu belirten bir siyasal anlayış var. Bu anlayış aynı zamanda uluslararası güçlerin meseleye yaklaşımlarını belirlemeleri açısından da önemli... Böyle bir anlayış esas alınıyor ise öneriler –ucube de olsa– alınır, tartışılır ve yanıtı verilir. Nihayetinde öyle oldu. KDP ve YNK yönetimleri  Fuad Mahsum ve Mesud Barzani başkanlığında bir araya geldi ve Irak’ın önerilerine, diyalog kapılarını kapatmayarak ön şartsız müzakere talebi ile yanıt verdi. Kürtler, referandumu yok saymayacaklarının altını bir kez daha çizdiler.

Her şeye rağmen diyalog kapılarının kapatılmak istenmemesinin bir nedeni de durumun alabildiğine hassas olmasından kaynaklanıyor. Kürtler, olası bir savaşın nedeni olmak yerine diyalog ve müzakereden yana olduklarını açıkça belirtmeyi doğru görüyorlar ki bu yanlış bir tutum değil. Olması gerekendir.

Hassas, hatta belki de 1991’den bu yana yaşanan en hassas dönemin yaşanılan dönem olduğu çok belli. Hem İran, hem de Türkiye, tek başına bir hiç olan Irak hükümetini Kürtlere karşı tetikliyorlar ki dönemin hassasiyetinin bir nedeni de budur.

İran’ın derdi Kerkük’ü kuşatıp işgal ederek Irak yönetimine teslim etmek. Bunun için de Haşdi Şabi denilen İranlı General Kasım Süleymani’nin kurduğu Şii milis örgütünü kullanıyor.

Türkiye’nin derdi ise Kürdistan’ın güneyi ile batısı arasındaki bölgeyi, Şengal’i de kapsayacak bir biçimde Dicle nehri boyunca kontrol altına alarak Telafer’e ve oradan Musul üzerinden Bağdat’a kadar ulaşacak bir hat oluşturmak.

Türkiye, biraz da uluslararası güçlerin konjonktürel konumu nedeniyle bunu direkt bir askeri işgal operasyonu ile yapamayacağını biliyor. Hedeflerini yaşama geçirmek için bu nedenle işgal operasyonunu resmi olarak Irak’a yaptırıp özünde İran ile ortak askeri operasyonla Kürtleri güçsüz, yalnız ve çaresiz bırakmanın hesaplarını yürütüyor.

Ne yazık ki İran ve Türkiye, bölgeye dönük politikalarında yalnız değil. Doğrudur, bu iki devleti Kürtlere, Kürdistan’ın batısı ile güneyine karşı bunca pervasız kılan nedenlerden biri Kürtlerin kendi içlerindeki dağınıklığıdır. Ancak bir diğer önemli neden var ki her iki devleti de cesaretlendiren ağırlıkla bu nedendir. Son 30 yılda çoğu bölge devletleri ile geliştirdikleri kara ticaret sonrasında palazlanan ve büyük olanaklar elde eden Kürt sermaye sınıfının hesaba katılması gereken bir kesimi şu veya bu biçimiyle Türkiye ve İran’ın tezlerini savunuyor. Bu ikinci grubu ilgilendiren Kürtlerin, Kürdistan halklarının geleceği değil kendi sermayeleri, bu sermayeyi elde ettikleri karanlık ilişkileridir.

Şunu da diyelim ki nispeten daha iyi anlaşılsın. Sözünü ettiğimiz bu ikinci grubun azımsanmayacak bir kesimi aynı zamanda Kürdistan’ın güneyindeki siyaseti de yöneten elit sınıftır. Bu elit sınıfın kimlerden oluştuğunu öğrenmek çok kolay... Türkiye ve İran’ın tehditlerine rağmen bu devletlerin tezlerini savunan, o tezleri çözüm diye ısıtıp halkın önüne koyan siyasetçiler, yöneticiler kimse, sözünü ettiğimiz elit sınıf da odur.

Doğrudur, Türkiye ve İran’a savaş açmak, savaşa neden olacak yaklaşımlar sergilemek akıl karı değil. Bu anlaşılır bir durumdur. Ancak bu realite, bölge devletlerinin tetiklediği Irak’ın öne sürdüğü tezleri İran ve Türkiye adına savunan bir siyaset ağzının kullanılmasını zorunlu kılmıyor. Kürtlerden sadece biat isteyen Türkiye ve İran’a kırmızı güller sunularak bir çözümün olmayacağı da belli. Söz konusu elit sınıfın tutumu, siyasal davranışı ne yazık ki Türkiye ve İran’a Kürtlerin dağınık olmasından çok daha fazla cesaret veriyor.

Bu dönemde dikkat çeken bir başka nokta ise provokasyonlardır. Irak’ta adeta İran’ın askeri gücü gibi hareket eden Haşdi Şabi milislerinin Kerkük’e yığınak yapması, şimdiye kadar esemesi okunmayan Irak Milli Türkmen Cephesi gibi MİT şubesi örgütlerin birden hareketlenerek silahlanması, provokatif söylemlere sarılması, Arap milliyetçilerinin PKK adına yalanlar üreterek HPG’nin Bağdat’a saldıracağını propaganda etmesi, YPG’nin Kürdistan’ın güneyine güç kaydırdığı iddiaları gibi yalan söylemler tamamen sözünü ettiğimiz planlı provokasyonun bir parçasıdır.

Provokasyonlar bir tek Kürdistan’ın güneyine değil İdlib hesabı üzerinden Rojava’ya karşı da yürütülüyor. Afrin’in kuşatmaya alınmak istenmesi, sınır boylarında YPG ve YPJ savaşçılarına taciz ateşlerinin artması, Türk askeri konvoylarına YPG ve YPJ tarafından saldırı düzenlendiğinin hükümet yanlısı gazetelerde tefrika edilmesi, Türkiye’nin keşif uçaklarının Rojava semalarından ayrılmaması hiç kuşkusuz Rojava’ya saldırıyı ‘haklı’ kılma amacıyla yürütülen provokasyon arayışlarının ürünüdür.

Bölge hassas. İki devlet Kürtlere karşı kılıçlarını kuşanmış. Batı, ABD, Rusya kendi konumlarını belirlemek için hem gelişmeleri, hem de birbirlerini sessizce izlemeyi ve bilindik hamasi söylemlerden öteye geçmeyi, henüz tercih etmiyorlar. Kürtler ise ortak bir akıl merkezi oluşturabilmiş durumda değil.

Tüm bu yazılanlardan koşullar Kürtlerin aleyhine gibi görünse de hesaba katılması gereken en önemli etken hiç kuşkusuz Kürtlerin olası bir saldırı karşısında takınacağı tutum olacaktır. Kürtler topyekûn saldırı karşısında topyekûn direniş ile birliği sahada göstermekten kaçınmayacaktır. Bu birlik belki çokça yeni yıkım ile ölümü beraberinde getirir ancak kaybeden Kürtler olmaz.

Kobani direnişi nasıl her Kürdün yüreğinde yer etti, karşıtı ve yandaşı ile nasıl ki herkes referandumdan evet çıkmasına sevindi ise topyekûn bir saldırı da hiç kuşku olmasın topyekûn direnişi beraberinde getirir ki bu durum bir türlü gerçekleşmeyen siyasal birliğin o zaman alanlarda, direnişte gerçekleşmesini sağlar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi