Türkiye 17 Nisan’a hazır mı?

AKP açısından dengeleri bozup yeniden kurmanın, ortaklarıyla arayı açıp Kürtlerle barışık bir “Türkiye ittifakına” yönelmenin imkânları hiç yok değil ama sıfıra epey yakın. 17 Nisan’daki Kobani Davası, önümüzdeki dönemin nasıl şekilleneceğini gösterecek.

17 Nisan’da iktidarın, daha doğrusu devletin Kürt siyasetine yönelik politikasına ilişkin yeni bir süreç başlayacak. Devlet Bahçeli’nin açıkça, Tayyip Erdoğan’ın ise iddialara göre, Meral Akşener’in İYİP’in başını bırakmaması için çaba göstermesi yeni sürecin pek de hayra alamet olmadığının işaretlerinden biri olarak okunabilir. Zira öyle anlaşılıyor ki AKP-MHP ittifakı yeni dönem için milliyetçi müttefiklere ihtiyaç duyuyor ve İYİP’in dağılmaması bu açıdan önem taşıyor.

Öte yandan kimi iyimserlere göre AKP 31 Mart seçimlerinden çıkardığı “dersle” MHP’yle arasına mesafe koymaya başlayacak, ekonomideki gidişatı düzeltmek için “demokratikleşme” hamlelerine girişecek ve Kürt meselesinin çözümü için yeni bir kapı aralayacak.

AKP’NİN TÜRKİYE İTTİFAKINA YÖNELME İMKANLARI YOK DEĞİL AMA SIFIRA EPEY YAKIN

2015 yılından beri bütün siyasi yatırımını militarist söyleme ve onun somutlaştığı silah sanayiine bağlamış, devletin neredeyse tüm kurumlarını milliyetçi kadrolara tahsis etmiş, etrafında hiçbir “dost” bırakmamış ve nihayet kendi bütünlüğünü muhafaza etmekten bile aciz kalmış AKP açısından bütün dengeleri bozup yeniden kurmanın, mevcut ortaklarıyla arayı açıp Kürtlerle barışık bir “Türkiye ittifakına” yönelmenin imkânları hiç yok değil ama sıfıra epey yakın.

Bunun böyle olup olmadığının en somut göstergesi Selahattin Demirtaş, Figen Yüksekdağ, Gültan Kışanak, Sebahat Tuncel dâhil 108 siyasetçiden 36’sının her biri için en az bir kez ağırlaştırılmış müebbet hapis cezası istenen Kobani davasının 17 Nisan’daki karar duruşmasında ortaya çıkacak.

Hatırlanacağı üzere Suriye iç savaşında ellerine geçirdikleri binlerce sivili kurşuna dizen, yüzlerce insanı diri diri gömen, en az iki Türk askerini diri diri yakan, binlerce kadını köleleştiren ve bu vahşetinin videolarını tüm dünyaya yayan IŞİD barbarlığının doruğa çıktığı günlerde Türkiye’de de “çözüm süreci” vardı.

Çözüm süreci devam ederken IŞİD, 2014 yılının Eylül ayından itibaren Kürt kenti Kobani’ye devasa sevkiyatlar yapmaya başladı. 14 Eylül günü Kobani’yi kuşatan IŞID, daha önceki pratiğiyle yaydığı dehşet sayesinde burayı çarçabuk ele geçirip Kürtlerin yaşadığı tüm bölgelerde hakimiyet kurmayı hedefliyordu.

IŞİD “DURUP DURURKEN” NEDEN KÜRTLERE SALDIRDI?

IŞİD’in “durup dururken” neden Kürtlere yöneldiğine veya hangi güçler tarafından yönlendirildiğine dair soru bugün hâlâ yanıtlanmayı beklese de, zaferinin Suriye’deki Kürtleri siyasi ve askeri bir güç olmaktan çıkaracağı bilindiği için, o dönemde hem Ankara hem de Şam, seyirci pozisyonunun ötesine geçmemiş, ancak çözüm sürecinin ve uluslararası baskının etkisiyle Türkiye, Kürdistan Bölgesi’nden peşmergelerin Kobani’ye geçişi için koridor açmayı kabul etmişti.

IŞİD’in kuşatması ve katliamları devam ederken, Kürt hareketi çözüm masasında beraber oturduğu AKP’yi Kobani halkının yanında durmaya çağırıyordu. Fakat Eylül ayının ortalarından itibaren Kobani’yle dayanışmak için Suruç sınırında toplanan Kürtlere “çözüm sürecinin ruhuyla” örtüşmeyen sertlikte müdahaleler yapılıyor, IŞİD’e karşı siyasi bir söylem bile geliştirilmiyordu.

IŞİD’in Kobani kuşatması karşısında Türkiye ve dünya kamuoyu ayaklandığı halde AKP iktidarı kulağının üstüne yatmış, sürecin nasıl sonuçlanacağını seyre dalmıştı. Çünkü IŞİD’in Kobani’yi düşürmesi halinde iktidarın Kürt hareketiyle “müzakere sürecinde” eli güçlenecek ve belki de HDP’nin 7 Haziran 2015’teki seçimlere katılmaması, yahut bağımsız adaylarla seçime girip AKP’yi muvaffak edecek düzeyde bir sonuca rıza göstermesi dayatılabilecekti. Ayrıca iktidar içindeki bazı hizipler açısından IŞİD’in zaferinin ideolojik bir kazanım olarak da arzulandığı görülüyordu.

KOBANİ PROTESTOLARINI KİM PROVOKE ETTİ?

IŞİD’in Kürt kadınlarının örgütlerini kana bulayarak ilerlediği günlerde, 6 Ekim 2014’te Ankara’da toplanan HDP MYK’sı bu barbarlığı ve AKP’nin seyirci pozisyonunu protesto etmek üzere halkı anayasal güvence altındaki demokratik haklarını kullanarak sokağa çıkmaya çağıran bir tweet attığında, Selahattin Demirtaş’ın Kobani Davası savunmasında detaylarıyla aktardığı üzere Şırnak’tan Eskişehir’e, İstanbul’dan Adıyaman’a, Diyarbakır’dan İzmir’e kadar Türkiye’nin dört bir yanında barışçıl protesto gösterileri çoktan başlamış, hatta HDP bu protestoların “gerisinde” kalmakla eleştirilmişti. (Detaylı bir kronoloji için Demirtaş’ın kitaplaştırılan 604 sayfalık Kobani Davası Savunması’na, bu bahisle ilgili de savunmanın 540’ıncı sayfasına bakılabilir.)

Nasıl korkunç acıların yaşandığı herkesin hafızalarında diri olduğu için tekrarlamaya gerek duymadığım 6-8 Ekim 2014’deki Kobani olaylarının AKP’nin çözüm sürecini bitirme pahasına gösterdiği “ikircikli” tutumun sonucu olduğunu söylemek mümkün. Öte yandan protesto gösterilerinin kimler tarafından nasıl provoke edildiğini ve olaylarda hayatını kaybeden çoğunluğu HDP’li onlarca kişinin faillerini muhtemelen AKP-devlet dışında bilen yok. Oysa bu, şu anda Türkiye’nin geçmişini de, geleceğini de aydınlatacak en önemli bilgi.

KOBANİ OLAYLARI ÇÖZÜM SÜRECİNİN BİTİRİLME PROVASIYDI

Zira Kobani olayları çözüm sürecinin bitirilme provasıydı. Fakat bu konuda HDP’nin TBMM’de verdiği araştırma önergeleri AKP ve MHP oylarıyla engellendiği gibi yargı da Kobani olaylarında hayatını kaybedenlerin gerçek faillerini ortaya çıkaracak düzeyde etkin bir çaba sarfetmedi. Dolayısıyla Kobani protestolarını çatışmaya dönüştürenlerin, çözüm sürecini bitirip AKP’yi şimdiki hizaya getirmek isteyenler olup olmadığına dair bir malumata sahip değiliz.

Bildiğimiz tek şey, IŞİD’in Kobani’yi ele geçirmesi halinde “çözüm masasında” elinin güçleneceğini düşünen AKP’nin kısa süre sonra yapılan 7 Haziran 2015 seçimlerinde muradının tersi bir sonuçla karşılaştığı, bunun üzerine MHP’yle anlaşarak çözüm sürecini bitirdiği, 7 Haziran seçimlerini de tanımayıp 1 Kasım’da seçimleri tekrarlattığı ve bir kez daha iktidar olduğudur.

1 Kasım 2015’ten itibaren MHP ve devlet içindeki çözüm karşıtı odaklarla gayriresmi bir iktidar koalisyonu kuran AKP’nin ilk icraatı çözüm süreci boyunca Türkiye içinde güçlenmiş olan Kürt hareketini sert bir biçimde bastırmaya yönelmek ve çözüm sürecini hatırlanmaz hale getirecek bir kaos yaratmak oldu.

AKP’nin daha sonraki hamlesi ise 2013’ten itibaren iktidar alanını daraltmaya ve giderek kendisi açısından bir tehdide dönüşmeye başlayan devlet içindeki Fethullahçı çeteleri (ki bunlar aynı zamanda çözüm süreci karşıtıydı ve ordu içindeki unsurları “hendek savaşlarında” etkin biçimde kullanılmıştı) 2016 yılından itibaren yok etmek oldu.

15 Temmuz 2016 darbe girişimi “sayesinde” tüm Türkiye’de OHAL uygulaması başlatan AKP, böylece hem devlet içindeki dönüşümün-temizliğin imkânlarına kavuştu, hem de “seni başkan yaptırmayacağız” diyen Selahattin Demirtaş dâhil Kürt siyasetinin tüm ana aktörlerini hapse attırıp HDP’li veya ona yakın kurumları, belediyeleri, STK’ları, basını vs, tasfiyeye girişti.

AKP-MHP İTTİFAKINI ‘TARİHİN SONU’ OLARAK GÖRENLER AÇISINDAN 31 MART DERSLERİ

AKP’nin hançer timi gibi çalışan ve kendilerini neredeyse hiçbir hukuki müeyyideye tabi hissetmeyen kadroları, dönemin İçişleri Bakanı öncülüğünde ülkeyi “keyfistan” haline getirdi. İktidar militanlığına soyunan hakim-savcı-kolluk eliyle adalet sisteminin, yandaşlar ve akrabalar eliyle hazinenin, iki makale yazmaya bile ehil olmayan niteliksiz grupçuklar eliyle akademinin vs, çökertildiği bu sürecin sonu gelmez bir nimetler deryası olacağı zannedildi.

Fakat AKP-MHP ittifakını “tarihin sonu” olarak gören, bu ittifaktan gelen nimetlerin ilelebet süreceği ve “Reis’in” her koşulda şapkadan tavşan çıkarabileceği zannına kapılanlar açısından 31 Mart seçimleri sarsıcı bir sonuç oldu.

31 Mart seçimlerinden sonra sıklıkla “hatalarından ders çıkararak” ilerleyeceklerini söyleyen Erdoğan ve kurmaylarının nasıl bir senteze ulaşacakları henüz net değil. Kimilerine göre rasyonel bir bakış, anti-Kürt veya savaşçı politikaların tıpkı 1990’larda olduğu gibi iktisadi ve siyasi krizler yarattığı, demokratikleşme hamlelerinin ise tıpkı 2000’lerin başındaki gibi “bolluk-bereket” getirdiği yönünde. Bu iyimser bakışa göre Erdoğan 31 Mart seçimlerine dair “derslerden” böylesi “rasyonel” bir sonuç çıkaracak ve Türkiye’yi “normalleştirmeye” doğru sürükleyecek.

AKP ARADIĞI İKSİRİ BULABİLİR Mİ?

Oysa AKP, MHP’yle kurulduğu bağımlılık ilişkisinin de bir sonucu olarak Yeniden Refah’a yönelen tabanını muhafaza edecek bir formül bulmak zorunda olduğu halde radikal bir dönüşümden sakınıyor. Çünkü Dimyat’a pirince giderken, eldeki bulgurdan da olma korkusu iktidarın hâkim duygusu.

Zaten Erdoğan’ın 31 Mart akşamı yaptığı balkon konuşması, Ramazan Bayramı’nda bir tek Yeniden Refah ve DEM Parti’yi aramaması, Suriye’ye yönelik savaş hazırlıkları, geri adım atılsa bile Van’daki müdahale ve nihayet müstakbel iktidar ortağı olarak görülen Akşener’in İYİP’in başında tutulması yönündeki çabalar dâhil şu ana kadarki hiçbir gelişme iktidarın yukarıda bahsettiğim türden bir senteze ulaşacağını göstermiyor.

Öte yandan iktidar, seçim sonuçlarını belirleyen temel unsurun totaliterlik, anti-Kürt politikalar vs, değil yoksullaşma olduğunu biliyor; yoksullaşmanın kaynağının ise bizzat bu politikalar olduğunu kabullenmiyor.

Dolayısıyla anti-Kürt politikaların, militarist söylemin bu ülkedeki en büyük seçmen kaynağı olduğunu deneyimlemiş olan AKP’nin 31 Mart sonrası keşfetmeye çalışacağı strateji, ekonominin anti-Kürt politikalardan etkilenmemesi iksiri. Bu “iksirin” Yeniden Refah’a kayan seçmeni de tutmakta işlevsel olacağı düşünülüyor.

Peki böyle bir iksir var mı? Varsa, İran-İsrail arasında savaş tamtamlarının çalındığı bir dönemde ne kadar ömür uzatıcı olur?

Başta da ifade ettiğim gibi, siyasi saiklerle açılan ve nihayet siyasi saiklere göre sonuçlanacak 17 Nisan’daki Kobani Davası, AKP’nin bu iksiri bulabileceğine dair inanca sahip olup olmadığının, dolayısıyla önümüzdeki dönemin nasıl şekilleneceğinin en bariz göstergesi olacak.

Kobani olayları çözüm sürecinin kırılma noktasıydı. HDP’nin 6 Ekim 2014 tarihinde halkı protestolara çağırdığı Tweet’i dayanak yapılarak olaylardan yıllar sonra, 30 Aralık 2020 tarihinde iddianamesi sunulan ve 7 Ocak 2021 tarihinde Ankara 22. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen, 108 kişi hakkında çeşitli suçlardan 38’er kez ağırlaştırılmış müebbet ve 19 bin 680 yıl hapis cezası istenen Kobani Davası da, sonucu ne olursa olsun yeni bir kırılma noktası olacak.

Önceki ve Sonraki Yazılar
İrfan Aktan Arşivi