Türkiye’nin “Kaçınılmaz Kaderi”ne dair

“Mavi Vatan” doktriniyle tanınan Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz, “Montrö’yü uygulamayalım” diyor, sonra da Kemalist olduğunu söylüyor. Oysa Atatürk’ün yaptığı en önemli antlaşma Lozan değil Montrö’dür. Montrö, Boğazları Türkiye egemenliğine bırakır.

T24’ten Cansu Çamlıbel, “Mavi Vatan” doktriniyle tanınan Emekli Tümamiral Cem Gürdeniz’le bir söyleşi yaptı.

Jeopolitik, devletlerin coğrafi özellikleri ile politikaları arasındaki ilişkileri inceler. En bilinen teorisyeni, “Manifest Destiny” (Aşikâr Yazgı; kaçınılmaz kader) kavramını savunarak ABD’nin denizlere hakimiyet sayesinde kıtasına ve hatta dünyaya yayılmasının hem hak hem de tanrı tarafından verilmiş bir görev olduğunu ileri süren Amiral A. Mahan’dır (1840-1914).

***

E. Amiral Gürdeniz’in, kendi ifadesiyle, iki temel niteliği var: 1) “Ben kendimi bir Kemalist olarak tanımlıyorum. Bu çizgim 15 yaşımdan beri hiç değişmedi.” 2) “Ben her şeyi jeopolitik üzerine oturtan biriyim.” Zaten gazeteci de “Her şeyi jeopolitik üzerinden değerlendirdiği için tam manada bir ‘zor konuşma’ oldu” demekte.

Gürdeniz’in temel yaklaşımı,­ gazetecinin şu cümlesinde: “Son 13 sene içinde yaşadıklarını, ‘Bağımsız duruşuyla batının canını sıkan Türk donanmasını bertaraf etmek için Anglosakson hegemonya tarafından kurgulanan kumpaslar’ diye özetliyor.

Tamamını dikkatle okumanızı hassaten önererek, bu kadar uzun bir söyleşinin Türkiye açısından en önemli yönlerini mümkün olduğunca özetlemeye çalışayım. “Kemalist” niteliğinden dolayı, Türkiye’nin civar denizlere hâkim olmasını (tanrının verdiği değil ama ulusal çıkarların verdiği) kaçınılmaz bir hak ve görev bilen E. Amiral Gürdeniz’in temel görüşleri (ve italik harflerle yazacağım kendi düşüncelerim) şöyle:

***

KKTC’nin tanınması için ne yaptık? Hiçbir şey. 2004’teki Annan Planı rezaletini hatırlayın. Eğer Rumlar son anda ‘hayır’ demeseydi, bugün Türkiye’nin Kıbrıs’taki 30 bin kişilik kolordusu orada olmayacaktı.

İyi de, Annan Planına Rumlar da Türkler gibi evet deseydi bugün Türk dış politikasının en büyük tökezleme taşı mevcut olmayacaktı. Türkiye işgalci pozisyonundan kurtulacaktı.

NATO’da olduğumuz sürece Türkiye askerî gücünü kullanarak bu sorunları çözemez zira askerî gücünü kullanmasına izin verilmez. Kıbrıs müdahalesi olduğunda ABD’nin kenar kuşak jeopolitiği çıkarları Türkiye’nin müdahalesine izin veriyordu. Ancak ikinci harekattan sonra işler değişti. Bunu da hatırlatalım.”

Güzel de, Avrupa Konseyi Parlamenterler Meclisi (AKPM), 29.07.1974 tarihli ve 573 sayılı kararında, birinci harekata itiraz etmedi, çünkü harekat haklıydı. AKPM harekatın 1960 Garanti Antlaşmasının 4. Maddesine dayandığını belirtti: “Müşterek veya anlaşarak hareket mümkün olmadığı takdirde, garanti veren üç devletten her biri, bu Antlaşma ile ihdas edilen nizamı tekrar kurmak için harekete geçme hakkını saklı tutmaktadırlar.”

Oysa Türkiye, bunun ardından 15.08.1974’te ikinci harekatı başlattı ve adanın %37’sini ele geçirerek 15.11.1983’te de KKTC’yi ilan etti. Bu durumda, BM Güvenlik Konseyi 11.05.1984’te Türkiye’yi işgalci ilan edecektir.

***

Gazeteci soruyor: “Bu söylediğinizi tersten okuduğumuzda şu anlama geliyor değil mi; Türkiye Ege sorunlarını masada diplomasiyle çözemez ancak askerî güç kullanarak çözebilir?” Cevap:

ABD’nin Rusya’yı ve Çin’i Avrasya’da çevreleme jeopolitiği devam ettiği sürece Yunanistan ile Türkiye’nin yakınlaşması, birlikte hareket etmesi ve zamanı geldiğinde ABD jeopolitik etki alanından çıkmasına izin vermez.

Tamam da, NATO’nun yara almamasını isteyen ABD bu iki ülkenin çatışmasını mı önlüyor yoksa yakınlaşmasını mı? Dahası, antlaşmaların ihlali olduğu kesin ama, gerçekçi konuşmak gerekirse 11 milyonluk Yunanistan’ın Ege adalarını tahkim etmesi esas olarak 86 milyonluk Türkiye’ye mi tehdit yoksa Rusya’ya mı?

***

Benim savunduğum modelde Türk dünyasıyla (Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan ve KKTC) ortaya çıkmış bir Avrasya birliğinden bahsedebiliriz. Türkiye’den doğuya doğru ilerlediğiniz zaman Vladivostok’a kadar Türkçe konuşarak gidebiliyorsunuz. Türk devletleriyle iş birliği ya da bir tür ‘Türk İttifakı’ gerçekleşebilecek bir vizyondur.”

Bir kere, dil birliği bir temenniden ibaret. Ben şahsen Azerbaycan dışındaki Orta Asyalı diplomatlarla hep İngilizce konuştum kokteyllerde. Ama asıl meseleye gazeteci Çamlıbel değiniyor: “Putin’in böyle bir şeye izin vermesi mümkün mü, Türkiye önderliğinde bir tür Türk İttifakı’nın kurulmasına?” Cevap:

Putin'in izin verip vermemesi önemli değil. Önemli olan bu girişimin Rusya’ya tehdit olup olmamasıdır. Türkiye o dengeyi sağlayacak birikim ve yeteneğe sahiptir.

Soru geliyor: “Putin’in sürdüğü genişlemeci dış politika da nihayetinde başka türlü bir emperyalizm değil mi? Suriye, Balkanlar, Kafkaslar…küresel siyasette sizin Atlantikçi dediğiniz hegemonyaya karşı başka tür bir hegemonya öneren bir lider değil mi nihayetinde?” Cevap:

Ben şu an Rusya'nın emperyalist bir modelde olduğuna inananlardan değilim. Çünkü dünya ekonomisine sadece yüzde 2 katkı ile emperyalist olunmaz. Sadece askerî güç emperyal olmaya yetmez.”

***

Soru geliyor: “Balyoz nedeniyle haksız biçimde hapis yatmanıza itirazı olmayan bir Erdoğan vardı. Sizi haksız yere hapis yatıran siyasi iradeyi nihayetinde Erdoğan’ın koyduğunu bilmenize rağmen 15 Temmuz’da kendisine destek verdiniz.” Cevap: “Doğru, çünkü FETÖ yüzünden devleti kaybediyorduk.”

Yahu, “devleti kaybediyoruz” dediği, Erdoğan’ın ortağı Fetullahçıların dinsel ideolojisi. Oysa Erdoğan şimdi şeriatı açıkça savunuyor; “Şeriata düşmanlık esasında dinin bizatihi kendisine husumettir” diyor

E. Amiral ardından şunu ilave ediyor: 15 Temmuz darbe girişimi başarılı olsaydı bugün Kıbrıs'ta varlığımız yoktu, denize çıkışı olan bir Kürt devleti de kurulmuştu.”

Şimdi bu da nereden çıktı, bunu söylemenin olgusal mantığı nedir? Fetullahçılar Kürtçü müydü? “Denize çıkışı olan” Kürt devleti de neyin nesi?

***

Devam ediyor: “Tabii, Rusya dış ticaretinin yüzde 60’ının geçtiği Türk boğazlarında siz kuvvetli biçimde Montrö’yü uygulamakta ısrar ederseniz ve ABD, NATO donanma varlıklarının Karadeniz’de sürekli varlık göstermesine karşı çıkarsanız (…) başınıza işte bizim başımıza gelenler gelir.

İnanılması zor. Montrö’yü uygulamayalım, diyor, sonra da Kemalistim diyor. Yahu, Atatürk’ün yaptığı en önemli antlaşma Lozan değil Montrö. Çünkü Lozan 1 değil 2 savaşı bitirmek nedeniyle bir uzlaşma olduğu için Boğazları Türklere vermedi. Oysa Montrö, ikinci büyük savaşın geldiğini gören Batılıların paniğe kapılıp Boğazları TC’nin egemenliğine verdiği metin. Son Ukrayna olayında Türkiye postu tam da Montrö’yü uygulamak sayesinde deldirmedi.

***

Tabii ki anlamak zor değil; Fetullahçılara ciddi bir kin duyuyor. Ama kardeşim, bu kin bu kadar mı etkiler insanın doktrinini? Gazeteci soruyor:

Artık Anayasa Mahkemesini ve kararlarını tanımama konusunda dahi çok rahat davranabilen bir hükümet var Türkiye’de. Ve bu yolu meşrulaştırmak için 15 Temmuz’u çıkış noktası olarak kullandılar.” Cevap:

AKP iktidarının yaptıkları ile FETÖ’nün yaptıkları arasında çok büyük ve önemli bir fark var. FETÖ’de adres belli değil (…) AKP iktidarında kim kimdir belli, ne istiyor belli ve yaptıkları her şey biliniyor ve tarihe kaydediliyor.”

Soru geliyor: “Navalni gibi muhalif bir siyasetçi cezaevinde ölü bulunuyor?” Cevap: “Seçimlere 1 ay kala hiçbir devlet başkanı en büyük muhalifini hapishanede öldürtmez.

Soru geliyor: “O zaman Navalny’yi Rus hapishanesinde batılı istihbaratçıların öldürttüğünü mü ima ediyorsunuz?” Cevap: “Biliyorsunuz batının 11 Eylül ve Pearl Harbour dahil olmak üzere kendi jeopolitik çıkarları için yaptığı çok manevra var.

Soru geliyor: “11 Eylül’ü de ABD’nin kendisinin planladığına inanlardansınız, öyle mi?” Cevap: “Kesinlikle. Tartışmam bile.”

İsrail konusu açılıyor. Cevap: “İsrail de bir güvenlik devleti. Bunu üzülerek söylüyorum ama, Anglosakson hegemonya bizim jeopolitik çıkarlarımızı kabul edene kadar Türkiye de güvenlik devleti olmak zorunda. Bakın biz her ay şehit veriyoruz. Neden? Yarın güneyimizde denize çıkışı olan Kürt devleti kurulmasına izin versek, KKTC’den geri çekilsek (…) o zaman güvenlik devleti olmak zorunda kalmayız. Bu bir seçim.”

Son soru: “Peki, siz Rusçu musunuz?” Cevap: “Hayır, kesinlikle değilim. Ben bir Kemalistim. Ama şunu iddia ediyorum, eğer Atatürk bugün yaşasaydı ona da ‘Rusçu’ derlerdi.”


Baskın Oran: 1945 İzmir doğumlu. Uluslararası ilişkiler emekli profesörü. Özellikle azınlıklar üzerine çalışıyor. 1968’de bitirdiği SBF’de (Mülkiye) asistanken 1971 ve 1980 cuntaları tarafından toplam 9 yıl üniversiteden atıldı, her seferinde Danıştay’da kazanarak döndü. 1999-2009 arasında Avrupa Konseyi ECRI nezdinde ulusal irtibat görevlisi idi. Ekim 2004’te Başbakanlık İHDK’nın Azınlık ve Kültürel Haklar Raporu’nu yazınca mahkemeye verildi ve beraat etti. 2006’da erken emekliliğini isteyerek Oxford (2006) ve Harvard’da (2009) dizi konferanslar verdi. Aralık 2008’de Ermenilerden Özür Kampanyası’nı başlatan 4 kişi arasında yer aldı. Nisan 2013’te Kürt Barışı çerçevesinde Akil İnsanlar Ege heyetinde bulundu. Ocak 2016’da 1.128 akademisyenin Bu Suça Ortak Olmayacağız bildirisini imzalayanlardan biriydi. Mülkiye’deki lisansüstü dersleri Temmuz 2016’daki OHAL’den sonra kaldırıldı. 1985’te başlayan haftalık yazıları günümüzde Agos ve Artı Gerçek’de çıkıyor. 90’ı aşkın bilimsel makalesi ve 3’ü yurt dışında da olmak üzere 26 kitabı yayınlandı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Baskın Oran Arşivi