ayşe düzkan
ülke yoksulluğun eşiğindeyken…
siyasi analizcilerin ve iktisatçıların ortaklaştığı bir şey var: önümüzdeki dönemde türkiye’ye siyasi baskının artması ve ekonomik kriz damga vuracak. bu iki meselenin 2019 seçimlerinden bağımsız ve seçimde bir mucize olmazsa (buna kılıçdaroğlu dışında inanan yok sanırım ve onun da en güçlü yanının öngörü olduğunu söylemek mümkün değil) engellenmesi zor görünüyor. o yüzden bu iki durum için muhakkak hazırlık yapmak gerektiğine inanıyorum.
siyasi baskı karşısında iki farklı taktik -direnme ve korunma- birbirinin alternatifi olarak değil, birlikte, iç içe geçmiş bir biçimde sürdürülebilir bence. baskıya karşı dururken bir yandan da tek tek kendimizi, mevzilerimizi yani kurumlarımızı ve daha önemlisi haklarımızı korumamız gerekiyor. bu sadece direnerek olmaz, zaman zaman geri çekilerek ama güçlü olabildiğimiz noktalarda ve anlarda başkaldırarak yürütülebilir bence.
ekonomik kriz meselesininse çok daha önemli olduğunu düşünüyorum. özellikle yaklaşan gibi, toplumun –çok küçük bir sermaye grubu dışında- hiçbir kesimi için baş edilebilir olmayan krizlerin iktidar devirdiği vakidir ama bu kendiliğinden olan bir şey değil; hele bizim gibi iktidarın kendi taraftarlarını krizin etkilerinden korumak için kamu kaynaklarını kullandığı durumlarda tam aksi etki yapma ihtimali yüksek. çok yazdım, tekrar etmek zorundayım, "haklıyız, kazanacağız"ı, "fazla dayanamazlar" kadar kaderci buluyorum. o yüzden güncel bir "ne yapmalı?" tartışmasına çok ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum.
evet, şu anda da işsizlik çok yüksek, ücretler çok düşük. ama daha fazla işsizlik ve daha az gelirle sonuçlanacak büyük bir krizin kapıda olduğu söyleniyor. buna karşı birbiriyle bağlantılı iki farklı hazırlık yapmak gerekiyor bence. bunlardan bir tanesi, halen çalışan emekçilerin krizi örgütlü bir biçimde karşılamalarının sağlanması yani sendikalaşma. çok yakında gerçekleşen metal sözleşmesi bize örgütlülüğün önemini ve neler sağlayabileceğini gösterdi, bu başarı bile sendikalaşmak için önemli bir basamak sağlayabilir. sendikalar, zaman zaman esas olarak sol siyasetlerin varlık alanı gibi görülüyor, oysa emekçilerin haklarını ve yaşamlarını koruyacak kurumlar olarak değerlendirilmeleri çok daha önemli ve işlevli. sendikalı olmak sadece ücret artışı değil, -siyasal mücadelede yer alabilmenin en önemli koşullarından olan- iş güvencesi için de gerekli ve bu şekilde ele alınması çok önemli. ayrıca var olan kutuplaşma sebebiyle sesimizi, sözümüzü duyuramadığımız kesimlere ulaşmanın belki de tek yolu.
ikinci adım bence, temel ihtiyaçların teminine yönelik örgütlenmeler; yani üretim ve satış kooperatifleri, hatta ortak mahalle mutfakları olmalı. bu aralar muhaliflerin örgütlediği ve kendi ürünlerinin satışını yapan birçok üretim kooperatifi olduğunun farkındayım. bunların çoğu belli ki piyasada bulunanlardan çok daha kaliteli ürünleri hak ettikleri ama piyasanın çok üzerinde olan fiyatlarla satıyor. bu ürünlerinin marketlerde bulunanlardan daha sağlıklı olduğuna hiç şüphem yok ama ben peynirin, salçanın, reçelin en ucuzunu bularak mutfağını döndürmeye çalışan insanların ihtiyaçlarına çare olacak bir şeyden söz ediyorum. piyasadan daha ucuza, daha sağlıklı ürün bulabiliyorsak o daha da iyi tabii. ama ucuza alışveriş yapılabilen, hatta işsiz kalanın en azından bir süre karşılıksız ihtiyaçlarını gidermesinin ya da bakmakla yükümlü olduğu kişilerle birlikte karnını doyurabilmesinin sağlanabildiği örgütlenmeler ekonomik krizi göğüslemekte ve buna sendikal ve siyasal mücadeleyle karşılık verebilmekte çok önemli bir işlev görür. çünkü kapitalizmin sonuçlarının yanı sıra, iktidar da açlığı, parasızlığı bir siyasal baskı aracı olarak kullanıyor. birçoğumuz için işsizliğin ve parasızlığın, birkaç ay hapis yatmaktan çok daha ağır sonuçları var. ve çoğu insan tam da bu sebeplerle sendikal ve siyasal mücadele içinde yer almaktan çekiniyor. birçoğu çok uzun saatler hatta birden fazla işte çalıştığı için başka bir şeye zaman ayıramıyor. oysa ekonomik krizin getireceği baskıyı göğüslemeyi aile kurumuna, arkadaş çevresine, bağışlara bırakmayıp örgütlü mekanizmalar kurmak mümkün ve bu yardımseverlikten ya da sosyal sorumluluk projelerinden çok farklı.
bütün bunların ötesinde, ister seçimlere ister derdimizi anlatmaya isterse haklarımızı korumaya yönelik olsun; bundan sonra yapılacak işlerin odağı, merkezden işyerlerine, ve denetimin daha zor, yüz yüze ilişkinin, derdimizi anlatmanın daha kolay ve mümkün olduğu mahallelere kaymak zorunda bence. bu aynı zamanda muhalefeti, temel meselesi laiklik olan ama hayatına dokunulmadıkça sesini çıkarmaması muhtemel beyaz yakalıların ötesine taşıma potansiyeli de taşıyor. bunları mutlak öneriler olarak değil, muhakkak yapılacak bir tartışmada işe yaraması ümidiyle yazdığımı da ifade edeyim. bu sefer hiç soru sormayıp hep cevap yazmamın sebebi budur.