Yetvart Danzikyan
Umut ile umutsuzluk arasında
Yılın son yazılarında toplu bir değerlendirme yapmaya gayret edilir, geride bırakılan yılın bilançosu çıkarılır, gelecek yıldan beklentiler temkinli bir ifadeyle dile getirilir vb.
Hele ki Türkiye gibi ülkelerde bu (temkinlilik kısmı) daha bir vurgulu olur, çünkü bizim genel olarak başımız dertten kurtulmaz. Dertten derken baskıcı, anti demokratik, insan hayatını hiçe sayan, işçi sınıfını ezen, kadın ve çocukları eşiti görmeyen, farklı halk ve inançlara tahammülsüz, ya da lütfen tahammülü, kasaba taassubunu Diyanet vb. kurumlarla her fırsatta yayan, en basit hukuk devleti işleyişlerini göz göre göre ayaklar altına alan bir rejimden söz ediyorum. Evet şimdi böyle bir rejim altında yaşıyoruz ancak kabaca 1980 sonrasında daima, aslında bu saydıklarımın en az ⅘'ini içeren bir rejimde yaşamış idik. Şimdikinin farkı yukarıda kabaca yaptığım ve elbette ki eksik bıraktığım listedeki tüm kutucukları doldurması, ayrıca çağımıza ilişkin yeni kutucuklar ihdas etmesidir.
Dolayısıyla 1980 öncesi ayrı bir dönem olmakla birlikte 1980 sonrasında yılın son günlerini hep bu halet-i ruhiye içinde geçirdik diyebiliriz. En 'seküler' dönemlerimizde bile az evvel bahsettiğim gibi Diyanet vb. kurumlar yoluyla ve elbette 12 Eylül cuntasının (yurt, zorunlu din dersi gibi) devlet politikalarıyla şimdiki taassubun temelleri zaten atılmış idi ve diyelim bu açıdan 1989 yılında da farklı bir gündem yoktu. Sadece gelecek olandan endişe ediliyordu, şimdi ise gelinecek yere geldik bile.
Ya da öyle mi? Yani gelinecek yere geldik mi? Esas soru bu. Yazılarda bu konuyu zaman zaman gündeme getiriyorum çünkü önemli. Biz bugüne kadar genel olarak devlet kaynaklı baskı rejimlerinde yaşadık ve sol, demokrat muhalefet ya da siyasi zemindeki Kürt muhalefeti, bu türden yani devlet kaynaklı baskı rejimlerine karşı çıkış yolu aradı hep. Evet, toplumun muhafazakâr ya da "İşime gücüme bakarım"cı kesimi bu baskı rejimlerine hep destek verdi ama kısa süreliğine. Birkaç yıl sonra bu desteğini çekti ve zaten bu destek aslına bakılırsa "Dışarıdan" bir destekti, yani rejimle bütünleşmiş, rejimin organik tabanı/unsuru haline gelmiş bir destek değildi. Herkesin aslında içinde bulunduğu, işini gördüğü, ticari bağlantılarını yürüttüğü şekilli ya da şekilsiz siyasi (ya da kimileri için mezhepsel) bir çizgi vardı ve "olağanüstü hâl" geçince herkes kendi yoluna gidiyordu.
Mevcut durum ise başka baskı rejimini tarif ediyor. AKP şu ya da bu şekilde toplumsal tabanı olan bir baskı rejimi inşa etti. Bunu belki kısmen parasal ilişkilerle yani o tabanı maddi anlamda kendine bağlayarak kurdu ama bu tabanın kurulmasında esas tayin edici olan totaliter bir mantıktı ve her totaliter rejimde olduğu gibi bir 'tek adam' kültüne bağlandı.
Elbette bu tek adam rejimleri kendi kendine ortaya çıkmaz. O tek adam önce kendi yol arkadaşlarını ayıklar, temizler, kendine göbekten bağlı, kendisi olmasa yok olacak ve bunu bilen yeni bir çekirdek halka yaratır, bu halka bu nedenle o tek adamı sorgusuz sualsiz kabul eder ve tek adamın en canhıraş savunucusu olur, bu süreçte taban da zaten "bu rejim olmazsa biz yok oluruz" düşüncesine kapılmıştır, daha doğrusu öyle düşünmesi sağlanmıştır, ve eğer tek adam, popülizm ile tarif edilemeyecek derecede, toplumun çoğunluğunun dini ve mezhepsel iç güdülerine hitap etmeyi alışkanlık haline getirmişse, geçmişten kalan etnik, dini, mezhepsel tortuları kullanıyorsa ve bu içgüdüleri kullanıp topluma sürekli bir düşman gösteriyorsa, her totaliter rejimde gördüğümüz gibi kendisine bir taban yaratması ne yazık ki zor değildir.
Bu tür rejimler kendilerine sürekli düşman yaratmak zorundadırlar. Bu genellikle iç düşman olur. AKP bunu yaptı zaten. Toplumun seküler kesimini iç düşman olarak tarif etti ve seçmenini ona göre örgütledi. Bu iç düşman tükenir gibi olunca bir süre dış düşman meselesine girildi. Suriye iç savaşı bunun için altın bir fırsat sunuyordu. Buraya da girildi ancak hesaplar tutmadı. Bu sefer yine iç düşman meselesine dönüldü. O uğursuz darbe girişimi böyle bir imkânı kendiliğinden sundu. Yeni durumda ise dış düşman 'Fırat'ın doğusundaki Kürtler", iç düşman ise Türkiye'deki Kürt siyasi hareketi ve yine seküler muhalefettir. Fırat'ın doğusu konusu Rusya'nın iznine bağlı, dolasıyısla rejim öyle görünüyor ki önümüzdeki yıl yine dönüp dolaşıp Kürtler'e ve (Gezi isyanı şahsında) seküler muhalefete sardıracaktır.
Bunun ipuçlarını da zaten Fatih Portakal, Metin Akpınar, Müjdat Gezen gibi isimlerin hedef haline getirilmesinde görüyoruz. Beri yandan akademisyenlere, insan hakları savunucularına yönelik baskıların da 2019'da -ne yazık ki- süreceği görülüyor.
Velhasıl böylesi bir rejim ile başetmek zorunda kalan sol ve demokrat muhalefet umut ile umutsuzluk arasında sıkışmış durumda. Çünkü böylesi bir rejimin daha hangi evrelerden geçeceğini öngörmek çok zor. Dolayısıyla siyasi itikad gereği umutlu olmak gerekir ancak mevcut tablo da ortada. Sıkışmaktan kasıt bu.
Yazının sonunu bağlayacağım sihirli bir cümlem yok. Tablo bu. Ama yine de umudu ve dayanışmayı elden bırakmayalım. 2019 daha iyi bir yıl olsun.