Üniversitenin misyonu

Yükseköğrenimin mesleki eğitim ve araştırmadan çok daha önemli bir misyonu, kültür ya da çağın sahip olduğu canlı fikirler dizgesinin eğitimini yeniden yaratmaktır.

"Kurbağa kendi bataklığından çıkmamışken, ben
ona nasıl denizden söz edebilirim? Kendi yöresinde kalan yaz kuşuna buzdan nasıl söz edebilirim?
Bilge kendi öğretisinin tutsağıysa eğer, ona nasıl yaşamdan söz edebilirim ki?" Chuanga Tse (İ.Ö. 4 y.y)

 

Kültürün temel alanları olan düşünce, bilim ve sanatta değişmez payda yaratıcılıktır. Bu nedenle insanları yarınlara hazırlayabilecek ve yaratıcılığı ön plana çıkartabilecek bir eğitim sistemini sağlayabilmemiz çok önemli. Ortak amaç yaratmaktır.

Düşünce ve bilimin okullarını ilk kez Antik Yunan’da görüyoruz. İlk üniversiteleşme hareketi 11. yüzyılda (Salerno -1076, Paris- 1110, Oxford-1167, Cambridge-1209) ortaya çıkıyor. Farabi’nin ders verdiği Harran Üniversitesi 900’lü yıllarda faaliyet gösterirken13. Yüzyılda Çifte Minare (1200), Konya Karatay (1252), Sivas Gök (1271) medreseleri kuruluyor, bu medreselerde Fatih ve Kanuni döneminde felsefe, mantık, matematik, astronomi, anatomi, dersleri verilmeye başlanıyor.

16 ve 17. yüzyıllarda Fransız Edebiyatı Racine, La Bruyere, Corneil, La Fontaine, Montesquieu ile altın çağını sürerken, İngiltere’de Newton ve J.Watt’ın buluşları yaşanıyor, 1765’te Diderot Fransız Ansiklopedisini bitirirken, 1768’de Edinburgh’da "Encylopaedia Britannica" yayınlanıyordu. Batı eğitim sisteminin araştırıcı ve yaratıcı nitelikte gelişmesi 16. ve 17. yüzyıldaki buluş ve keşiflere zemin hazırlamış oldu.

Avrupa bu süreci yaşarken, Osmanlı medrese eğitim sistemi felsefeden (Felsefe=Filyo+Sofia=Bilgi Sevgisi) (Osmanlıcada İlm-i Hikmet) koparak mevcut bilgilerin yinelenmesi ve dini referanslara dayanılması sonucu gerilemeye başlayarak çağının gerisine düşüyordu.

Osmanlı’da bilim ve sanat eğitimi yıllar sonra 1795 yılında Mühendishane-i Berri-i Hümayun adı altında kurulan ve 1929 yılında İstanbul Teknik Üniversitesine dönüşen kurum ile 1863 yılında Darülfünun adı ile kurulan ve 1933 yılında İstanbul Üniversitesine dönüşen kurum, yine 1881’de Sanayi-i Nefise adı ile kurulup 1928’de Güzel Sanatlar Akademisine dönüşen kurum ile başlamış oldu.

Yapılan araştırmalarda eğitilmiş insanımızda iletişim, ekip çalışması, sorunları çözme, öğrenmeyi öğrenme eksiklikleri saptandı. Bu durumun nedeni olarak eğitim sistemimizin kalıplaşmış bilgiler vermesi ve yaratıcı düşünceyi kazandırmaya yönelik bir sisteme sahip olmayışı görülmekte.

Yaratıcılık, bireyin kendi gücünü kullanma ve kendisinde var olan olanakları akıllı ve özgür anlamda gerçekleştirme yeteneği olarak tanımlanmakta. Yaratıcılık gücü gelişmiş birey, kendi kişilik çizgilerinin niteliğine uygun bir yaratıcılık alanına yönelirken hem kendisinin hem de bulunduğu ortamın özgür olması gerekir.

Ne yazık ki ülkemizdeki eğitim sistemi ezberciliğe dayanmakta, araştırmacı ve yaratıcı öğeleri barındırmamakta. Türk toplumunun sorunları çözen değil, biriktiren ve kapalı düzen gösteren bir yapıya sahip olduğu görülmekte.

Öğreticinin bireyi şekillendirirken yapacağı şey bireyde okumaya, araştırmaya yönelik bir istek ve merak uyandırmak, bireyin kültürel etkinliklere katılımını sağlamak, sorun çözebilme yöntemleri konusunda bilinçlendirmek, katılımcı bir birey yaratmanın heyecan ve tutkusunu aşılamak olmalı.

Eğitimde toplam kaliteyi sağlayabilmek için sistem değişikliğinin eğitimin her kademesinde aynı anda uygulanması gerekir. Kendisine öz güveni olan, katılımcı, araştırmacı, sorun çözebilen, özgür düşünceli, yaratıcı özellikler taşıyan birey, hangi mesleğe sahip olursa olsun ülkenin gelişmesine de katkıda bulunacaktır. Bunun anlamı eğitimde toplam kalitedir.

Eğitim sistemimiz söz konusu nitelikte birey yetiştirecek ilke, anlayış ve araçlara sahip bulunmamakta. Yaratıcılıkta başarıya ulaşan bir toplum temelde yurttaşlarına kendi olma özgürlüklerini verebilmekte. "Hükümetlerin en iyisi bize kendimizi idare etmemizi öğreten hükümetlerdir." (Goethe)

Kültürlerin oluşumunda değişmez payda yaratıcılıktır. Bir toplum yaratıcılığı oranında evrenselliğe ulaşabilir. Yaratıcı kültür sürecinde "üniversitenin misyonu" ne olmalı sorusu önem kazanmakta. Bunun için "Üniversite neye yarıyor? Niçin orada duruyor?" sorusunun yanıtını aramak, bu soruyla yüzleşmek gerekiyor.

Üniversite gençlere doktor, avukat, hâkim, öğretmen, mühendis, ekonomist, yönetici olma gibi birçok mesleği öğretir. Ayrıca üniversitede araştırma yapılır, bilim üretilir ve araştırma yapmanın teknik ve metotları gösterilir.

Ancak altyapısı olmadan açılan, ülkenin zayıf siyasi ve ekonomik yapısının yansıdığı üniversitelerden fazla bir şey beklenemeyeceği açık. Yine ülkemizde üniversitelerin bilim üretme ve bilim adamı yetiştirme işlevi de çok düşük düzeyde. Bu kusur üniversitelerin örgütleniş biçiminden, yasal düzenlemelerden doğduğu gibi bilimsel yönelimin ve araştırma yeteneğimizin geleneksel kıtlığından kaynaklanmakta.

Ülkenin ihtiyaç duyduğu meslek kategorileriyle üniversitelerde kurulan fakülteler arasındaki bağlantının planlanmamış olması, üniversite mezunu gençlerin alanlarında istihdam edilebilmesi imkânını ortadan kaldırırken, işsizlik sorunu durumu vahimleştirmekte.

Ayrıca üniversiteler Yüksek Öğretim Kurumu (YÖK) sistemiyle merkezi, hiyerarşik yapılanma içinde kendi dinamiğini harekete geçiremediği gibi herhangi bir reform hareketine karşı kilitlenmiş bulunmakta. Siyasetinde, ekonomisinde, yargısında çözüm üretemeyen bir ülkenin üniversitesini iyi duruma getirmesi ise olanaksız.

Ancak yükseköğrenimin mesleki eğitim ve araştırmadan çok daha önemli bir misyonu, kültür ya da çağın sahip olduğu canlı fikirler dizgesinin eğitimini yeniden yaratmaktır. Yaşam bir kaos, vahşi bir ormandır. Ama insan beyni o kargaşa ortamında kaybolmuşluk duygusu içinde tepki gösterir. Kendisine yollar, patikalar bulmaya çalışır.

Evren üstüne fikirler, nesnelerin ve yaşanılan dünyanın ne olduğu hakkındaki fikir ve kanılardan oluşan dizge tam anlamıyla kültürdür. Kültür insanın yaşamı anlamsız bir trajedi gibi yaşamamasını sağlar.

Çağımız üniversiteleri mesleki eğitimleri karmaşıklaştırmış ayrıca kültür aktarımını ise ortadan kaldırmış bulunmakta. Bu eleştiri Avrupa üniversiteleri bakımından yapılmakta. Bizim üniversitelerimiz bakımından ise böyle bir misyon düşünce alanına girmiş değil.

Üniversitenin kültür aktarımı yapması çok önemli bir işlevi. Bugünün insanı her zamankinden daha bilgili ama dünya ve insan üstüne çağına yakışır bir fikir dizgesinden yoksun durumda.

Bu nedenle meslek sahiplerinin meslekleri dışında kendi çağlarının düzeyinde yaşayarak toplumun yaşamını etkileme yeteneğini kazanmaları önemli. İşte bu nedenle üniversitede kültür eğitimini yaratmak temel bir uğraş olmalı.

Doktor, yargıç, avukat, general veya din adamı bugün fizik kozmosun ne olduğunu bilmiyorsa, insanlığı bugünkü kavşak noktasına getirmiş bulunan tarihsel değişimler konusunda kafasında tutarlı bir kavram bulunmuyorsa, fizik biliminin yarattığı yaşamsal evren fikrine, tarih ve biyoloji fikrine yabancı ise kültürlü insan sayılmaz.

Böyle bir insanın gerçekten iyi bir avukat, iyi bir doktor ya da öğretmen olması da çok güçtür. Ayrıca yaşamının mesleki uğraşı dışında kalan alanlarında etkisiz ve güdük kalacak, vasatlığı aşamayacaktır. Oysa yaşam ormanında yolu şaşırmamak için yaşanılan zaman ve mekân üstüne fikir sahibi olmak gerekir. Avrupa Üniversitelerinde artık kültür eğitimi baş role çıkmaya başlamış durumda.

Sonuç olarak üniversitenin öncelik sırasına göre işlevini "kültür aktarımı", "meslek eğitimi", "bilimsel araştırma ve yeni bilim insanlarının yetiştirilmesi" olarak üç başlıkta toplamak mümkün.

Şimdi ülkemizdeki üniversitelerin bu işlevi ne denli yerine getirdiğini düşünelim, üniversitelerimizin çoğu sahiden üniversite değildir. Dilediğimiz her şeyi olacağımızı iddia edebiliriz ama olmadığımız şeyi olmuşuz gibi yapmak doğru bir davranış değildir. "Mış gibi yapmak" sonuç olarak yozlaşmayı ve çürümeyi getirir.

"Mış gibi yapan" bir kurum aşağılanmaya alışır ve özsaygısını yitirir. Bu nedenle üniversitelerimizde hem altyapı hem zihniyet olarak köklü bir reforma gereksinim bulunmakta.

Üniversitelerimiz YÖK’ün vesayeti altında gerilerken bu kurumu dahi by-pass eden partili cumhurbaşkanlığı sisteminin cumhurbaşkanına tanıdığı yetkilerin yarattığı erozyon kurumsal bir çöküşe neden olmakta.

1946’dan 1981’e kadarki 35 yılda üniversitelerde seçim yoluyla rektör olunurken, 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra kurulan YÖK ile birlikte atama sistemine geçildi. 1992'de rektörlerin belirlenme sürecini düzenleyen kanun maddesi değişti ve seçimler geri getirildi.

Kanuna göre, devlet üniversitelerinde rektör adayları, profesör unvanına sahip akademisyenler arasından önce öğretim üyeleri tarafından seçiliyor, daha sonra YÖK adayların üçünü Cumhurbaşkanının onayına sunuyor, en son da Cumhurbaşkanı rektörü atıyordu.

15 Temmuz 2016 darbe girişiminden sonra 2016'da yayımlanan bir Kanun Hükmünde Kararname (KHK) ile devlet üniversitelerine rektörlerin YÖK tarafından önerilecek üç aday arasından Cumhurbaşkanınca atanması sistemi getirildi. Böylece üniversite devre dışı bırakılarak zaten yaratıcılığı ve kültür aktarımını engelleyici bir vesayet kurumu olan YÖK ile birlikte partili ve bu nedenle tarafsız olması beklenmeyen ikinci güçlü bir vesayet makamı oluşturulmuş oldu.

Bu durumda rektörlerin seçilme kriterlerinin objektif olması, liyakatin ön plana alınması mümkün değildi. Bunun yerine sübjektif, indi ve şahsi ölçülerin esas alınması ise beklenen bir durumdu.

Rektör seçiminde devre dışı bırakılmış Boğaziçi Üniversitesi öğretim üyelerinin ve öğrencilerinin itirazlarının şiddetle bastırılması, yapılan atamada ısrar edilip yeni fakülteler açılarak üniversitenin insicamının bozulması ve bütün bunların U.S. News & World Report sitesinin hazırladığı "Dünyanın En İyi Üniversiteleri" sıralaması 2019 verilerine göre dünyada 234’üncü, 2020’de 186’ncı olan, fizik alanında ise dünyanın en iyi ilk 100 üniversitesi arasında 66’ıncı sırada bulunan Boğaziçi Üniversitesi’ne reva görülmesi hüzün verici.

Üniversitelerce yapılacak rektör seçimlerinde en çok oyu alan üç aday arasından rektör atama yetkisi ancak parlamenter sistem içinde toplumun tamamını temsil eden, partili olmayan, tarafsız bir cumhurbaşkanına verilebilir.

Bir ulusun politikacılarının ve akademisyenlerinin kültürel insani seviyesi başta üniversiteler olmak üzere tüm kurumlarının medeniyet seviyesini belirler.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi