Yağmurlar zamanı

Bardağını ağacın üstüne bıraktı Juliana. Bir arı kuşu geldi. Zaten çoktular. Havada durdu, bardağın üstünde. Göçükleri seyreder gibiydi. Çok hızla kanatlarını çırpıyordu. O kadar küçüktüler ki. Bardağın kenarına bile konmadan, uzandı içmeye başladı.

Bir ağaç gövdesine oturduk. Dün kesmiştik. Çürümeye başlamıştı. Sonra ev yapacaktık, uzun ve sağlam en az 10-15 direk çıkardı. Çok büyüktü. Amazon yağmur ormanında böyle oluyor. Bankalara ihtiyaç yok ev yapmak için. Dünyanın hiçbir yerinde ihtiyaç yok aslında. Yeni durmuştu yağmur. Buğusu dolanıyordu etrafta. Nemli ve romantikti hava yani. Artık neresinden bakarsanız. Karıncalar çıkmıştı ortalığa. Kendilerinin üç katı büyüklüğünde, yeşil yapraklar taşıyorlardı. En çok onlardan çekiniyordum. Koca parçalar koparıyorlardı insanın ayaklarından. Boğa yılanı öyle değildi mesela. Aynı su birikintisinde yıkanıyorduk her gün. Sadece biraz beklemek gerekiyordu, eğer sudaysa. Karıncalar öyle değil…

Ufak bir şişede ‘kanya’ çıkardı cebinden Juliana. Çok sert bir içkiydi. Şeker kamışından yapılıyordu. Bir gün önce yenisini yapmıştık. Şeker kamışını, merdaneli çamaşır makinesinin, merdaneleri gibi bir şeyin arasına sokuyorduk. Suyu altına akıyordu. Şekeri yani. Alkolü de diyebiliriz ya da birikmiş güneş, yağmur buğusu, biraz rüzgar, sabahları daha çok, bir ürperti bazen, karanlık mavi olandan ve ay da vardır mutlaka içinde, bolca şiir yani…

-Hep sarhoş gezmeli diyordu Baudelaire ‘Aşkla, şiirle ya da şarapla’..-

İki metal bardağa koydu kanya’dan, Juliana. Kenarları içine göçmüştü bardakların. Bizle beraber uzun yol yürümüşlerdi 275 kilometre, binlerce Topraksız arkadaş, biraz polis çatışması, su ve yine kanya izi. İlk yudumda ‘saúde’ diyip, birbirlerimizin gözlerinin içine baktık. Eğer ‘Şerefe’ derken birbirinin gözüne bakmazsan kötü sevişirsin diye bir inanış vardı, burada. Karşındakiyle değil, herkesle. Önemliydi yani bu. Batıl inançtı -belki- ama niye riske girsin ki insan.

-‘Batıl inanç uğursuzluk getirir’ diyordu Umberto Eco-

-Şeytan kulağına kurşun-

Bardağını ağacın üstüne bıraktı Juliana. Bir arı kuşu geldi. Zaten çoktular. Havada durdu, bardağın üstünde. Göçükleri seyreder gibiydi. Çok hızla kanatlarını çırpıyordu. O kadar küçüktüler ki. Bardağın kenarına bile konmadan, uzandı içmeye başladı. Göçüklere güvenmedi belki. Juliana’ya baktım, -bu sefer başka niyetim yoktu. Walla. - ‘Bir şey olmaz’ dedi. ‘Hep emiyorlar onlar çiçeklerden.’ Hiç karışmadım. Madem içkisini bir arı kuşuyla paylaşmak istiyor. Bir şey diyemem. Herkes özgürdür bence ve çok kanyamız vardı. Dün yapmıştık.

Sonra arı kuşu, geri geri uçtu ama bir karış ancak. Düştü. Ayılana kadar, biz onsuz içtik kanyadan. ‘Hani hep emiyorlardı onlar çiçeklerden’ dedim. ‘Bilmem’ dedi Juliana, dudaklarıyla hiç ses çıkarmadan, bir tebessüm saklıydı dudaklarında ve yakışıyordu.

Kime yakışmaz ki gülümsemek…

Uçup gitti bizim ki

Şiirdendi bence sarhoşluk…


Metin Yeğin kimdir?

Yazar, belgeselci, sinemacı, gazeteci, avukat, seyyah... CNN-Türk, NTV, Kanal Türk, Al Jazeera, Telesur televizyonlarına 200'e yakın belgesel ve kurmaca filmler yaptı. Türkiye'de Cumhuriyet, Radikal, Birgün, Gündem; Gazeteduvar, dünyada, Il manifesto, Rebellion gazetelerine köşe yazıları yazdı. Dünyanın sokaklarını anlattığı 10'dan fazla kitaba sahip. Dünyanın farklı yerlerinde yoksullarla birlikte evler inşa etti, bir sürü farklı işte çalışarak yazılar yazdı, filmler çekti. Birçok ülkede kolektif çalışmalara katıldı, kooperatif örgütlenmelerine öncü oldu. Ekolojik direnişlere katıldı, isyanlara tanıklık etti. Türkiye ve birçok ülkede öğretim üyeliği yaptı... Ve dünyayı değiştirmeye çalışmaya devam ediyor hâlâ...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Metin Yeğin Arşivi