Akın Olgun
Yenilgi, zafer ve kanlı yastık (2)
Seçimlerin sonucu, Cumhur İttifakı hariç her partide bir dizi tartışmanın önünü açtı. Kazanan taraf hızla içyapısını şekillendirmeye girişirken, “kaybedenler”, iç tartışmalar, istifa çağrıları, hayal kırıklıkları ve öfke ile baş etmeye çalışıyor.
İlk bölümde, asıl bakmamız gereken şeyin, seçimlerde alınan 25.5 milyon oy olduğunu, bir arada durma gücünün iktidarı çoklu bir koalisyon yapmaya zorladığını ve Erdoğan’da somutlaşan tek adam rejiminin, gücünü yeni ortaklarına dağıtmaya mecbur kaldığını anlatmaya çabalamıştım. Bu tablo, uzun zamandır yaşanan rejim krizinin bir sonucu olarak ortaya çıktı diyebiliriz. Şimdi Erdoğan herkesi kucaklamaya hazır olduğunu, barış elini uzattığını söylemek zorunda kalıyor. Bunu ona söylettiren şey, 25.5 milyon insanın değişim talebi etrafında blok bir tavır koyabilmiş olmasıdır. Hiç de küçümsenecek bir şey değildir bu.
Yeni dönemde siyasetin nasıl şekilleneceğine bakarken, bu iki kutba bölünmüş gibi gözüken seçmen tercihi çok açık ki belirleyici olacak.
Duygularımız, siyaset bilincimiz, politik tavır alışlarımız çok uzun zamandır vasata mahkûm edilmiş bir konjonktürün içinde savrulup duruyor. Yanımızdakini fişeklemek, mahkûm etmek, suçlamak, suçlarken taraftar toplamaya çalışmak, kendimiz gibi düşünenlerin yankı odasında kendi gerçeğimizi tek gerçek sanmak ve sanılarımızın bıçağını keskinleştirmek gibi bir anlamsız ruh halindeyiz.
Neden bu haldeyiz sorusunu, 23 yıllık iktidarın yarattığı siyasi erozyondan bağımsız düşünemeyiz elbette. İktidarın, kendimizi var edip, koruduğumuz ideolojik ve entelektüel zeminlere yaptığı saldırıların sonuçlarını yaşıyoruz aslında. Buna katkı sunan, hatta güçle kol kola girmekte hiçbir beis görmeyen ve iktidarın kendilerine ihtiyacı kalmayınca dış kapının dış mandalı haline getirilen düşün dünyamızın “nefer”lerinin payı da, bugün neden bu kadar ağır bir yenilgi duygusu yaşadığımızı tarif ediyor.
Meselenin bu kısmı uzun bir konu lakin vasatlığın içimizde bulduğu boşluğa yerleşmesine gösterdiğimiz o rızanın, bugün birlikte yürüdüğümüz kesimlere karşı neden keskin bir bıçağa dönüştüğüne mutlaka ama mutlaka göz atmalıyız. Neyi kazanıp, neyi kaybettiğimizi orada bulmamız çok mümkün.
“YA BENİMLE, YA HİÇ” PARANTEZİ
Kürt siyasetini eleştirmek egemen olan için kolay, yan yana duran için ise zordur. Kolay kısmında egemen anlayışın, her ne yaşanırsa yaşansın suçu Kürt siyasetine atmaktaki hüneri sabittir. Kürt siyasetinin hanesine yazılacak her başarıdan ödü kopan “beka” yazarlarının, sözcülerinin ağızlarına gelen her şeyi söylemekte mahir oluşları bundandır. Zor kısmında ise egemen dilin zeminine düşmeden, olan biteni ezilen ulus hassasiyetini gözeterek yapma çabası içinde olanlar vardır.
Bu ruh hali, biraz da nasıl bir engel içerisine sıkıştığımızı tarif eder. Oysa eşit cümle kurmanın şartları zorlaştıkça ya suskunluk hâkim olur, ya da öfke. Zorlamalı dönemlerde bu katlanarak büyür. Rasyonel söz, cümle kurmanın koşulları ortadan kalktığında hakaretler, suçlamalar hızla o boşluğu doldurur. Boşluğu dolduranın cesareti, başkalarını kendine benzeştirdikçe yükselir. Bu öyle bir hale gelir ki, en mantıklı, olgun sandığınız insanları bile kendi kuyusuna çeker.
İttifak çeperinde seçimden önce başlayan, seçim sürecinde ivmesi artan ve seçimden sonra devam eden ithamlarla dolu durum ve bunu yönetememe veya yönetmek istememe hali, çok uzun zamandır verilen ortak bir kültür inşa etme mücadelesini de sekteye uğratmıştır diyebiliriz. Bu bir kayıptır. “Büyük İnsanlık” siyasetinin kapsayıcılığı sadece ortak zeminlerimizi güçlendirmiyordu. Aynı zamanda eleştiride de eşitliği, görgüyü sağlıyordu. Gazetecisi, yazarı, siyasetçisi ortak mücadele kültürünü ve dostluk, yoldaşlık hukukunu zedelemeyecek bir hassasiyeti gözetiyor, ideolojik mücadelenin yan yana duruşları eksiltmeyecek ayarını kolluyordu her zaman.
Doğru olan buydu ve bu mücadele kültürü herkesi ayağa kaldırmış, kendine getirmiş “şüphe” yerine “güven” duygusunu inşa etmişti.
Bu noktadan adım adım gerileme yaşanmasının yaratacağı kaçınılmaz sonuçlar olacaktı. Her geri adım, her “bekle gör” tavrı, her “şimdi sert yapmayalım” yaklaşımı, halk için siyaset zemini kayganlaştırıyordu. Halkın öfkesini, taleplerini, beklentilerini Ankara siyasetinin heyulası içinde sineye çekilmesi, mücadele dilinin de silikleşmesine yol açma potansiyelini içinde taşıyordu. Denge siyasetinin mücadeleci yanını törpüleyen liberal yaklaşımın, tüm yapıya sirayet etme riski ise hep vardı. Bünyenin hangi yanını güçlendiriyorsanız, o yanı öne çıkar.
Ortaya çıkan tablo bu yanıyla da değerlendirmeye muhtaç kanımca.
Siyaset dilinin dar bir alana sıkışması, kendisi dışındaki seslere kulakların kapatılması ve sadece kendini eğleyeni yanında görme isteği, bu tür durumlarda kaçınılmaz bir sondur.
Statüko ve hegemonya her parti için böyle alanlarda kendini var eder. Tek belirleyici şeyin güç olduğuna inanmak, başkasının iradesini küçümsemek, kraldan daha kralcı davrananları sıvazlamak, istediğini elde edemediğinde suçlamak ve elindeki gücü “ya benimle ya hiç” parantezi içine almak vb gibi. Bu zaten kaybetmektir.
Bir insan tükenebilir ve bunun sonuçları kendi çeperi kadar olur ama bir yapının, partinin “tükenme” şansı olamaz. Bu olduğunda binler, yüzbinler, milyonlar bundan etkilenir ve toplu bir yenilgi duygusu hızla her kesimi içine alarak, öğütür. Kürt siyaseti buna asla izin vermediği ve en zor zamanlarda dahi kendisini yeniden ve yeniden var edebildiği için, sadece kendisine değil, tüm toplumsal güçlere moral ve dinamizm katabilen bir siyasi gelenektir.
Tam da bu nedenle Türkiyeleşme siyaseti ve “Demokratik Cumhuriyet, Demokratik Toplum” hamlesi hem kendisinin hem de Türkiye demokrasi güçlerinin önünü açmıştır. Birbirini besleyen, büyüten, kollayan ilişkinin yarattığı enerji ve sinerji, tartışmasız her kesime “yapabilme” gücü vermiştir.
7 HAZİRAN BİR MİLATTI
7 Haziran seçimlerinde HDP’nin aldığı %13.1 bu yanıyla bir milattır. Gerici, şoven, ırkçı kesimlerin duvarında kocaman bir delik açmış ve bu deliği kapatmak için aynı güçler, “barış, özgürlük, demokrasi” sesini yükselten masum insanların içinde bombalar patlatmış, şehirler, meydanlar onların kanlarıyla sulanmıştır.
Kürt siyaseti ve demokrasi güçleri için konan % 10 barajının hep birlikte aşılıp, anlamsız hale getirilmesinin bedeli çok ama çok ağır ödenmiştir. Katledilen o insanlar kimdi, nereye aittiler, ne istiyorlardı diye baktığınızda göreceğiniz tek şey, Kürt siyasetiyle omuz omuza vermiş, barışın ve kardeşliğin mayasına tutunmuş devrimciler, demokratlar, sosyalistler, her milliyetten ve mezhepten yurttaşlar olduğudur.
“BİZLER”i bulursunuz orada. Unuttuk mu hayır ama bu çıplak gerçeği “bizim sırtımızdan meclise giriyorlar”, “barajı aşmak için biz bedel ödedik, şimdi bizi kullanıyorlar” diyerek göze görünmez kılmak veya buna teşne bir yerden söz kurmak acıdır. Bu, ortak mücadeleyi kanatmaktır.
O seçim barajının, herkes siyasi temsiliyet kazansın ve “Demokratik Cumhuriyet” paradigması ve birlikte mücadele etmenin mayası güçlensin diye aşıldığını unutmamalıyız. O baraj, el birliği, güç birliği, ortak inanç birliği ile yıkıldıysa eğer, dönüp kurduğumuz cümlelerin anlamına bir kez daha bakmamız icap eder. İktidarın diline mi yoksa “demokratik toplum” anlayışının cümlesine mi sahibiz? Bir tartmak gerekir.
TİP ve HDP arasında yaşanan ittifak tartışmalarının hukukuna dair çok şey söyleyebiliriz elbette ama en başa yazmamız gereken şey, sürecin, yani masada konuşulan yol ve yöntemlerin kitlelerle şeffaf bir şekilde paylaşılmamasıdır.
Devamla;
Birlikte yol yürüyen partilerin kendi açmazlarını, iddialarını ve iradelerini gözeten ortak bir hattın çok önceden netleştirip, yol haritasını net bir şekilde ortaya konulamayışı,
Partilerine oy veren yurttaşların duygu ve düşüncelerini manipülatörlerin eline teslim eden ve boşluğa sızarak ittifak ve bileşenleri hakkında şüphe yayan, itham eden, suçlayan sosyal medya trollerine karşı net bir çizgi çekilmeyişi,
HDP’nin bir seçim stratejisinin ve stratejisine uygun bir seçim iletişim planının neredeyse sahada hiç olmayışı ve el yordamıyla bir seçim çalışması yürüttüğü görüntüsü vermesi,
Seçimi kazanmayı hedefleyen özgürlükçü ruh halinin, iradesinin, neşesinin sahada olmayışı (ki bu önemli bir etki yaratmıştır) ve HDP içi aktörlerin, olaylar ve gelişmeler karşısında sürüklenen bir görüntü vermesi,
Seçim barajının düşürülmüş olması, Millet İttifakı Cumhurbaşkanı adayının Kürt-Alevi kimliği ve ciddi bir kitlenin yörüngesinin CHP’ye kayacağının herkes tarafından görülmesi ama HDP’nin hiç böyle bir şey olmayacakmış gibi seçim çalışmasını sürdürmesi,
Ortaya konulan % 15 ve 100 milletvekili hedefinin neye ve hangi verilere göre belirlendiğinin somutlanmayışı, ortaya konulan iddiaya paralel bir iletişimin, siyasetin ve stratejinin belirsizliği, aday seçiminin ve sıralamalarının “adil” olma beceresinin istenildiği oranda yansıtılamayışı.
Örneğin, Artı TV’de gazeteci arkadaşımız İrfan Aktan’a konuk olan Spectrum House Genel Koordinatörü Ebru Özdemir, TİP’in tek bir milletvekili bile çıkaramayacağını, yaptıkları farklı simülasyonlarda da bunu gördüklerini anlatıyordu hemen seçimin arifesinde. Aynı araştırma firmasının Genel Direktörü Azad Barış ise Ocak 2023’de Duvar Gazetesinde Ceren Bayar’a verdiği söyleşide “HDP 7 Haziran 20015 seçim sonuçlarını aşan bir siyasal matematik elde edecektir” tespitinde bulunuyordu. “Diyarbakır’da 12’de 12 yapacağız” iddiası sunan yaklaşımların, Kürt seçmen eğilimi içindeki payını bilmiyoruz ama anket yoklamaları ile sahanın nabzı arasında farklı atan bir şeyler olduğunu anlıyoruz.
Somut verileri doğru okumanın, duygudan ve taraftarlıktan uzak tutup sorunun tespitini yapıp ve çözümler konusunda hızla strateji belirleyebilmenin kıymeti, sanırım bu seçimde herkes ve hepimiz için iyi bir deneyim olmuştur.
Mağduriyete yaslanmanın ve aşırı özgüvene yakalanmanın kibri, zafer kazananın kibrinden daha tehlikeli olduğunu kendimize her zaman not düşmeliyiz kesinlikle.
HDP %10 barajını geçsin diye oy veren yüzbinlerin, bu seçimde de aynı şekilde HDP’ye oy vereceğini düşünme, 1.5 milyon olduğu ifade edilen yeni genç Kürt seçmenin partiye yöneleceği bakış açısının, rahat, fazla rahat bir beklenti içinde olması, TİP’i hedef alan, küçümseyen, suçlayan dilin hakim kılınması ve “oy vermeyin” temelli çağrıların ittifaka akacak enerjiyi ve sinerjiyi tüketmesini de önemli etkenler olarak sayabiliriz.
Oy veren yurttaşların kendini değerli kılacak bir siyaset çizgisinin, aday seçiminin ve stratejisinin ortaya konulmasında yaşanan eksiklikleri de buna eklediğimizde ortaya çıkan tablo şaşırtıcı değil ama sarsıcıdır.
TİP’in “sabun köpüğü” olduğu, ÖDP deneyimini yaşayacağı, tek bir milletvekili bile çıkaramayacağı, kendilerini bir “halt” sandıkları söyleminin, bir süre sonra “oy kaybettiriyorlar”, “ittifaktan atın”, “Ergenekoncu Türk Sol’u bunlar” vb gibi bir hatta evirilerek, nefret ve öfke patlaması yaratan ve hızla ittifak seçmenini uçlara savuran yaklaşımlar, siyasetin zekâsını, iradesini ortadan kaldırarak, yerini tamamen duygulara teslim ettiğini bize gösterdi. Bu duyguları zehirli bir sarmaşığa dönüştüren organize güçler, şimdi çıkan tablonun keyfini sürmekteler.
TİP’in, Kürt siyasetiyle bir ittifak deneyiminin geçmişe dayanmayışı, birbirini doğru tanımlama, anlama ve hassasiyetlerini gözetme alanlarının dar olması, büyük ligde oynamanın siyasi tecrübe ve yetersizliği, derdini anlatma zeminini doğru kuramaması, üstüne gelen suçlamaları ve eleştirileri göğüslemenin yolunu bulamayışı da var olan yetersizlikleri derinleştirmiştir diyebiliriz. Yaşanan tüm bu deneyimlerin nasıl yorumlanacağı, önümüzdeki süreçteki yansımalarını ise hep birlikte göreceğiz.
Özetle, HDP tüm baskılara ve kuşatılmışlığa rağmen meclisin 3. Partisi olma gücünü kaybetmedi. İktidarın karşısında pozisyonlanan ve değişim isteyen milyonlarca yurttaşa, duruşu ve tarzı ile güven verdi.
TİP aldığı bir milyona yakın oyla bir aktör olduğunu ortaya koydu.
İttifak siyaseti denildiği gibi değerini kaybetmedi, aksine yeni dönemin ortak mücadele zeminini bir krizi aşarak güçlendirdi.
HDP’nin tüm ülke genelinde aldığı oy düşüşünün elbette nedenleri üzerinde tartışılacaktır ve çok önemli değerlendirmeler hali hazırda konunun uzmanlarınca ortaya konuluyor. HDP tüm örgütlülüğünü bu tartışmalara katacak, yenilenecek ve toplumsal muhalefetin öncü gücü olma misyonunu sürdürecek. Bu büyük bir güçtür.
Bahanelere sığınmayan, kendi eksikliklerini ortaya koyabilen ve eleştirinin özeleştirisini siyaset sahasında verebilen bir siyasetin ruhunu teslim almak asla mümkün değildir çünkü.
Bu konunun başlıkları ayrı ayrı bir tartışma konusu elbette ve bunu yapmayı mutlaka sürdürmeliyiz.
Hem HDP, hem TİP, hem de Sol bileşenler kendi “yankı” odalarından gelen sesleri değil, kendileri dışında olan kesimlerin de sesine kulak vermeli ve deneyimleri, görüşleri, önerileri mutlaka ortaklaştırmalıdır.
Gerici ve şoven cephenin bir araya geldiği ve toplum üzerinde ideolojik bir üstünlük kurmak için çalıştığı, koşturduğu yerde, Emek ve Özgürlük İttifakında yer alan tüm partilerin, toplumun en geniş kesimlerine seslenen ve onları demokrasi cephesinde yan yana getiren siyasetin dilini kurma ve toplumsallaştırma sorumluluğu var.
Demokrasi güçleri arasına “şüphe” ekmek ve ideolojik alanı zehirlemek isteyenlere karşı da bir panzehir olacaktır bu.
Ve evet, o kanlı yastığın örtüsü yeniden yıkanacak ve yarının mücadelesi için o yastığa yeniden başlar konacak.
Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.