Yırtılan fotoğraf ve “ah”

Hanife Annenin akıbetini sorduğu oğluna ait resmin bir kadın polis tarafından yırtıldığını görmesine ve o an hissettiği acısını “affet beni oğlum” diyerek dile getirmesine, yani zamanın o “ah” çekişine, ağır çekim bakmalıyız.

Oğlunun akıbetini yıllardır devlete soran annelerden biri Hanife Yıldız.

Kendi elleriyle polise teslim ettiği oğlu Murat’tan bir daha haber alamayan bir anne o.

Devlet soğuk,

Devlet keskin,

Devlet çatık kaşlı.

Yıllardır annelerin sırtından ne copunu, ne hakaretini es geçmedi ve hepsinden beteri annelere duyduğu nefretini hiç eksiltmedi.

(Yalnız bırakma bahsinde ise utancın eşlikçisi bahanelerin yükü hepimize ait.)

Derdi tasayı annelerin, babaların, kardeşlerin yüreğine yüklemenin kaçıncı “unutulmayacak” seslenişindeyiz kim bilir?

Sözler kırık,

Kelimeler, cümleler eksik,

Ve

Sloganların iri cümlelere yazılmış karşılığı yetersiz bir vakitteyiz.

Günlerden Cumartesi…

İlk günkü gibi çocukların, eşlerin, kardeşlerin akıbetini sormanın, ilk günkü gibi yeniden öfkelenmenin ve ilk günkü gibi gelecek haftaya sözleşmenin günü. Verilmiş ve tutulması hiç ertelenmemiş en uzun söz onların Cumartesi’si.

Bilen bilir üzerine yazmak zordur.

Öfke, burukluk, kırgınlık, bir tutam iç huzursuzluktur ve bazı huzursuzluklar gerçekten kötü değildir, kendinize gerçeği hatırlatan uyarıcılardır çünkü.

Hanife Annenin akıbetini sorduğu oğluna ait resmin bir kadın polis tarafından yırtıldığını görmesine ve o an hissettiği acısını “affet beni oğlum” diyerek dile getirmesine, yani zamanın o “ah” çekişine, ağır çekim bakmalıyız belki de bu yüzden.

Ne olduğunu anlamak için değil, biliyoruz çünkü ne olduğunu. Kendimizi anlamak ve hatırlamak için sadece. Bazen ayakta kalmanın tek yoludur bu.

Her şey o kadar hızlı olup bitiyor ki biz de kayboluyoruz olup bitenin hızında çoğu zaman.

Olan ve biten arasında kalanlar ise kelepçelenip, sürükleniyorlar devlet koridorlarında.

Cehennemin kapısını sonuna kadar açanların, “cennet annelerin ayakları altındadır” demagojisinde şeytanlıklarını gizlemesi yeni değil elbette.

Asit kuyularında eritilen, ayaklarına taş bağlanıp denizlerin dibine çekilen, inşaat temellerine gömülüp üstüne beton dökülen bedenlerin hikâyesini çok dinledi bu ülke, lakin “tanırım iyi çocuktur” kartvizitliydi devletin adamları.

Devletten çocuğunu istemenin bedeli hep ağır, sormak hep kahır ve bir cevap almak hep bela oldu sorana, soruşturana.

“Devleti hissedecekler” ile “bu devlet size ne yaptı ulan” diyerek bağıran sesin bir domuz bağı vahşeti olduğunu bilen bilir.

Evet, aklımızın melekelerini işkencelerde, katliamlarda bıraktık. Yerine hatırlamayı, unutmamayı ve yüzleşmeyi aldık.

Deliliktir bu evet ve bir yarın düşleyenler bu deliliğe gönüllü olmasa, çekilmez olurdu inanın bu hayat.

Ve hatırladık yeniden elbette. Çünkü delilik bunu gerektirir.

Hanife Anne çocuğunun akıbetinin peşine düşüp, polislerin ve sorumluların yargılanması için mahkeme kapılarında adalet beklerken, o polisler görevi ihmalden 1 lira 18 kuruşluk cezayla tereyağından çekilen kıl olmuşlardı.

Aradan yıllar geçti ve o 1 lira 18 kuruş, şimdi bir başka polisin “elinin kiri” olup, oğlunun akıbetini arayan bir annenin taşıdığı fotoğrafa gözünü dikip, o resmi paramparça ederken dikildi karşımıza.

Tanık olanların gözlerinde fotoğraflanmış bir an olarak kalacak hep hafızalarımızda bu.

Annelerin kollarını büken, kelepçe takan türbanlı polislerin azmini görünce, bir zamanlar aynı devletin başlarındaki türban yüzünden nasıl kendilerine hoyratça saldırdığını hatırlamadan edemiyor insan.

Bu ironi ile düşününce ezilenin ezilene öfkesi, zulmü de bir başka oluyor diyor insan içinden. Haktan, hukuktan yana bir bilince evrilmeyen her halin zalimliğe, katliamlara dönüştüğüne çok tanıklık etti bu ülke çok…

Ez cümle;

Asıl yalnızlık hissi büker insanların yüreğini. Bir yürek büküldüğünde ses nefessiz kalır ve evet kendi içine doğru çöken insandan daha ibretlik bir yok oluş yoktur.

İbreti kendimize değil, zulme yaşatmaksa asıl dert, en önce yüzümüzü yerden kaldırmalıyız.

Yoksa hepimizin en güzel anılarını parçalamak için geçirecekler tırnaklarını.

Hatıralarımızı karalamak, kirletmek için yırtacaklar umutlarımızı.

Asıl o zaman yenilmiş olacağız.


Akın Olgun: Siyasi nedenlerle 7 yıl tutuklu kaldı. 2002’de İngiltere’ye yerleşti. 2009-2015 yıllarında BirGün gazetesinde haftalık yazılar kaleme aldı. Gazete ve haber portalları aracılığıyla düzenli olarak okurlarıyla buluştu. Adları Saklıdır, Ecel Öyküleri, Karanfil Mevsimi, Kül Sesleri ve El Alem adlı kitapları kaleme aldı. Olgun’un “Sokaksızlar” (White) ve “İnat” “Farewell” (Veda) adlı öyküleri kısa metraj olarak beyaz perdeye aktarıldı ve senaryosunu yazdığı Fısıltılar (Whispers) adlı kısa metraj filmi Feel The Reel Uluslararası Film Festivali’nden üç dalda ödüle layık görüldü.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Akın Olgun Arşivi