Ragıp Duran
Yoksa Albert Camus Türk mü?
Albert Camus ile ilk temasım orta 2 ya da orta 3’de olmuştu. 1966 ya da 67 olmalı. Galatasaray’da Fransızca edebiyat dersinde hoca, Camus’yü, Yabancı’yı bir de anti-tez kategorisinden Sartre’ı anlattı. Ertesi gün akşam etüdünde daldık kitaplara. Ve sınıfta bir süre sonra müthiş bir kutuplaşma başlamıştı: Camus’cüler Sartre’çılara karşı. O kadar ki, akşam yatakhanede Albert partizanlarıyla Jean Paul taraftarları arasında yastık savaşları bile yapılıyordu. Çok fazla şey bilmiyorduk, daha çok hissi, belki de ham ideolojik tercihlerle bu iki yazar/düşünür üzerinden yarı ciddi yarı mizahi kapışırdık. Biri Nobel almıştı, öbürü ise kendisine verilen Nobel’i redetmişti. O zamanlar Sartre bana daha solcu geldiği için Jean Paul’ü tutardım. Şimdilerde sadece Galatasaray’ı tutuyorum.
O günden bu yana Camus okurum, geç de olsa olağanüstü gazeteciliğini de keşfettim. Konuyla ilgili bir kitap hakkında tanıtım yazısı da yazmıştım.
Geçen gün kitapçıda, Fransız haftalık Nouvel Observateur dergisinin, 7 Kasım 2017 tarihli ‘’Albert Camus: Ebedi İsyankâr’’ başlıklı özel sayısını gördüm, kaptım hemen. Esaslı bir derleme. Camus meraklılarına hararetle tavsiye edilir.
Camus’nün farklı yönleri hakkında bilgi dolu makaleler, incelemeler ve söyleşiler var.
Üç konu özel olarak dikkatimi çekti:
- Yoksul bir aileden gelen Albert’in özellikle Paris entelektüel çevresinde çektiği sınıfsal sıkıntılar ve bağlı olarak Cezayirli bir Fransız olarak bugün Cezayir’de neredeyse hiç rağbet görmemesi
- Olağanüstü öngörülü gazeteciliği
- Nihayet, şaşırtıcı bir istatistik: Camus’nün Türkiye bağlantıları!
İKİ MECRADA OFSAYT: Sınıf kökeninin ne kadar önemli olduğunu gösteren bir öykü: Albert’in askere alınan babası 1. Dünya Savaşında çatışmada hayatını kaybediyor. Annesi, ailenin geçimini temizlikçiliğe giderek sağlayan bir kadın. Oran ve Alger’de yoksul bir semtte büyüyor. Camus, 1940’da genç bir gazeteci olarak Paris’e gelip yerleştikten birkaç yıl sonra adı sanı duyulan bir yazar haline geliyor. Ne var ki aristokrat ya da burjuva kökenli, solcu ya da sağcı aydınlar bu parlak yazara pek yüz vermiyor. Camus de zaten o entel çevrelere girip hava atmaya pek teşne değil. Çalışkan, içine kapanık, kendine güvenen biri, ne var ki yoksul geçmişi hala üzerinde ağır bir yük.
Camus, Cezayirli ama Arap değil. Dolayısıyla yerli halk tarafından ‘’Sömürgecilerin memleketimize getirip yerleştirdiği bir ailenin çocuğu’’ muamelesi görüyor. Dahası, Cezayir’in Fransız sömürgeciliğinden kurtuluş mücadelesi başlayıp ‘’Bağımsız Cezayir’’ şiarının yükseldiği bir dönemde ve sonuna kadar bağımsızlık taraftarı değil Camus. Araplarla yarı-Cezayirli Fransızları uzlaştırmanın derdinde. Bu nedenle de bugün hala Cezayir’de bir tek Albert Camus sokağı yok, resmi tedrisatta adı geçmiyor. Arap edebiyatçı ve aydınlar da bağımsızlık karşıtı olan siyasi konumu nedeniyle Camus’yü pek övmüyor.
Çifte sıkıntı: Bir yandan yoksul geçmişiyle tam olarak yüzleşemeyen Camus, bir yandan da o geçmişin ülkesinin bağımsızlığına tahammül gösteremiyor.
Aklıma Bourdieu örneği geldi. O da taşralı ve yoksul bir aileden geliyordu. Gerçi bir Fransız sömürgesinde büyümedi ama Parisli değildi. İlkokuldan neredeyse üniversite eğitiminin sonuna kadar şivesi, giyimi-kuşamı, taşralılığı ve yoksulluğu nedeniyle çevresinde küçümsenen hatta alay edilen biriydi. Ama Türkçesi Bağlam’dan çıkan "Bir Otoanaliz İçin Taslak’’ başlıklı kitabında anlattığı üzere, sınıf tahlili yapıyordu ve kendisini hor görenlere karşı ‘’Sınıf psikozu’’ kavramını uyguladı ve geliştirdi. Bourdieu’nün Camus’den önemli bir farkı vardı: Kendisi Marksistti. Albert ise evet isyankâr ve kuşkucu ama bireyselci, hümanist, varoluşçu… filan…
'BEN PROFESYONEL BİR GAZETECİYİM': Roman, öykü, deneme, tiyatro piyesleri, başmakale ve köşe yazıları yazmış olan Camus’nün bir de futbolculuğu ve futbol sevgisi var. Gençliğinde kalecilik yapmış. Ama çocukluğunda geçirdiği verem yüzünden futbola devam edememiş. Başka bir sefer gideriz fileyle altı pas arasındaki o endişe verici heyecanlı alana…
Albert abi, Cezayir’de ve Paris’te, adliye muhabirliğinden köşe yazarlığına, haber müdürlüğünden yazı işleri müdürlüğüne kadar gazeteciliğin çeşitli kademelerinde görev yaptı. Bu meslek ona ‘’bir özgürlük izlenimi’’ veriyordu. Ama bilhassa 2. Dünya Savaşı sonrasındaki Fransız egemen medyasının da sıkı bir eleştirmeniydi. ‘’Gazetecilik benim için önce bir isyandır’’ demişti. Adliye muhabiri iken kaydettiği yargıç, savcı, sanık ve mübaşirlerin sözlerini ileride romanlarına diyalog olarak sokacaktı. Gazetecilik sayesinde hem gerçek hayatla bağlarını yoğunlaştırıyor, hem uslubunu geliştiriyor, hem de siyaset dünyası ile temasa geçiyordu. Camus’nun kıdemli gazeteci abilerinden biri, onu anarken, ‘’Ne görev verdiysek en iyisini yaptı, getirdi. Yazdığı habere ek bir anlam katan, üstelik de biçem zenginliği getiren bir muhabirdi’’ dedi. Camus’nün gazeteciliğinde birkaç temel ilke vardı: Hakikat, adalet, güçsüzlerin sesi olabilmek! Bugün hala geçerli, gerekli ve ihtiyaç duyulan üç kalem bunlar. Paris-Soir gazetesinde şanslıydı, çünkü Saint-Exupéry, Kessel ve Cendrars ile çalışıyordu. O zaman mesleğe iyice ısınmıştı. ‘’Gazeteci olacağım ve genç yaşta öleceğim’’ demişti. İki öngörüsü de gerçekleşti.
Nazi işgali başlamıştı, yeraltı gazeteciliğine geçti. Sansüre karşı amansız bir şekilde mücadele etti. Savaşın sonlarına doğru, Hiroshima bombalandığında, çoğunluk savaşın bittiğine sevinirken, galiba bir tek Camus, bu vahşete açıkça karşı çıktı. Zaten her zaman şiddete karşıydı. Kısa süre üyesi olduğu Komünist Parti’den de, Sovyet sistemindeki şiddete açıkça muhalefet ettiği için atılmıştı. Gazetecilik, Camus’ye göre mutlaka eleştirel ve ahlaklı olmalıydı. Müthiş bir öngörü sahibiydi. Combat gazetesindeki bir makalesinde şöyle yazmıştı: ‘’Yayınladığımız haberlerin, yazıların derin anlamı olması gerekir. Yalan haberler ya da kuşkulu bilgiler doğru haber gibi sunulmamalı.’’
ABD BİRİNCİ, FRANSA ÜÇÜNCÜ, TÜRKİYE? : Özel sayıda Camus’nün kızı 1945 doğumlu Catherine ile bir söyleşi var. Başlık: ‘’Babamın eserleri bütün dünyaya iyilik aşılıyor’’. Catherine, Güney Fransa’da babasının vakti zamanında satın alıp yerleştiği ev-ofiste sadece bir asistanı ile Albert Camus’nün yayın hakları ile uğraşıyor. Bütün dünyadan her gün onlarca mesaj geliyor Catherine’e. Yeni çeviri talepleri, film senaryoları, tiyatro eserlerinin oynanması için izin isteyenler, babasına ve eserine methiyeler… Catherine, aynı zamanda Albert Camus’nün resmi Facebook sayfasının yöneticisi. Albert’in bugün 1.6 milyon FB arkadaşı var. Camus’nun sanal dostlarının ülkelere göre dağılımı ise şaşırtıcı: ABD bir numara (151.134), TÜRKİYE ikinci sırada (109.308), Fransa üçüncü (98.638), Cezayir ise sekizinci (50.568) sırada! Nüfusa ya da FB kullanan insan sayısına oranla bir hesap yaparsak garip bir şekilde Türkiye liste başı olur. Nasıl açıklanabilir bu liste, bu sıralama? Camus’nün neredeyse bütün eserleri Türkçe yayınlandı. Kitap başlıkları bir ipucu verebilir mi? : Yabancı, Veba, Düşüş, Başkaldıran İnsan, Sürgün ve Krallık, Mutlu Ölüm, Sisifos Efsanesi… Türkiyeli okurlar, bu kitap başlıklarına aşina sanki. Metin Üstündağ, Albert Camus’den ‘’Kamu Vicdanı’’ diye söz ederdi. Neyse…
Dünyanın dört bir yanından isyancıların, muhaliflerin, direnişçilerin Camus’ye sık sık mesaj gönderdiğini hatırlatan, ‘’Albert Camus: Yalnız ve Dayanışmacı’’ kitabının yazarı Catherine’e kulak verelim: ‘’ Facebook sayfamızda, son aylarda mesela Türkiye’den yüzlerce mesaj geliyor. Erdoğan’ın kurmak istediği mutlakiyetçi iktidara karşı direnen insanlar, Camus’ye ve kitaplarına gönderme yapan mesajlar yazıyor.(…) Türkiye’den ya da başka ülkelerden gelen bu mesajları okuyorum ve kardeşlik mesajlarının paylaşılmasına katkıda bulunmamın, kendimden daha önemli olduğunu anlıyorum.’’