'Zarrab davası 2018'de yaşanabilecek krizlerin ilk sinyali'

'Zarrab davası 2018'de yaşanabilecek krizlerin ilk sinyali'
Artı Gerçek’e konuşan HDP Sözcüsü Ayhan Bilgen, 2019'daki seçimlerden, Zarrab davasına, ittifak tartışmalarından, NATO krizine önemli mesajlar verdi.

Erdal İMREK


ARTI GERÇEK - HDP Sözcüsü ve Kars Milletvekili Ayhan Bilgen’le, baraj tartışmalarından, HDP’nin 2019’daki seçimlere nasıl bir hazırlıkla gittiğine, ittifaklara, Erdoğan’ın son dönemki üslubundan, NATO krizi ve Reza Zarrab davasına gündemdeki birçok konuyu değerlendirdik. Türkiye’nin kritik bir eşikte olduğunu belirterek önümüzdeki dönem için "Ya sahici bir demokratik mekanizmaya kavuşacağız ya da bir faşizan rejim tescillenecek" diyen Bilgen, yeni bir toplumsal alternatif için tüm kesimlerin omzunda önemli bir görev olduğunu belirtti. CHP’ye net bir duruş çağrısı yaparak, "Kimsenin ayrı kalma lüksüyle hareket edebileceği bir dönemde değiliz" diyen Bilgen, Zarrab davası ve hükümetin bu konudaki hassasiyetlerine dair de önemli mesajlar verdi.

'VATAN CEPHESİ MANTIĞI CİDDİ BİR TEHDİT'

- MHP lideri Bahçeli, ‘seçim barajı ağır’ çıkışından sonra seçimlerde AKP ile iş birliği mesajı verdi. 2019’da bir AKP-MHP ittifakının ülke için anlamı ne olur sizce?

AKP’yle MHP’nin 7 Haziran’da çok net tescillenen bir ilişkisi var. Ve bu ilişki de stratejik bir ilişki gibi gözüküyor. AKP bu tercihi yaptığından dolayı mı HDP’ye baskılar yapıyor, Kürt sorununda bu politikayı güdüyor, angajmanlarının sonucu mu bu, yoksa tersi; zaten öyle bir politik konsepti tercih etti ve ona uygun ittifaklar mı oluşturdu bunu bilmiyoruz. İkisi de olabilir, birisi daha belirleyici olabilir. Ama sonuç itibariyle bu bir tercih. Bu tercihin de sonuçları Türkiye açısından son derece tehlikeli. Türkiye’yi milliyetçi cephe mantığıyla yönetmek, tekrar 1950’lerdeki Vatan Cephesi mantığıyla kamplaştırmaya kalkmak elbette başta muhalifler olmak üzere bütün toplumsal kesimler için ciddi bir tehdit oluşturuyor.

'TÜRKİYE KRİTİK EŞİKTE; YA DEMOKRASİ YA FAŞİZAN REJİMİN TESCİLİ'

- Erdoğan 2019’daki seçim için ‘kritik dönemeç’ diyor. HDP’nin nasıl bir hazırlığı var 2019’a?

İçinden geçtiğimiz süreci göğüsleyebilecek, bunu aşabilecek bir alternatifin geliştirilmesi Türkiye’de demokrasiden yana, barış talebi olan herkesin sorumluluğu. Burada sadece milletvekili sayısıyla ilgili hesap yapmak, sadece grubumuz ne kadar büyüyecek, ne kadar küçülecek gibi bir mantıkla hareket etmek yanıltıcı olur. Türkiye kritik bir eşikte; ya gerçekten artık temsili demokrasinin mekanizmalarını tasfiye olmuşken daha köklü, daha radikal adımlar atarak sahici bir katılımcı demokratik mekanizmaya kavuşacak ya da bir faşizan rejim tescillenmiş, pekişmiş ve artık kalıcılaşmış, daha uzun süre kendini dayatır bir pozisyon yakalayacak. Dolayısıyla böyle bir süreci yönetirken elbette sadece siyasi kaygılarla, sadece partizan kaygılarla değil, Türkiye’nin nereye gittiği ve Türkiye’yi bu sürüklendiği uçurumdan çıkartmak için ne gerektiğiyle ilgili çok daha cesur, çok daha kararlı bir tavır sergilemek gerek. Elbette bu günden bir tercih yapma anlamında söylemiyoruz fakat Türkiye’nin çözüm konsepti demokrasi eksenli bir güçlü iradenin inşasından geçer. Bu demokrasi eksenli iradenin inşası konusunda elbette siyasi aktörler de önemli rol oynayabilir. Emek hareketi, kadın hareketi, diğer toplumsal muhalefet dinamikleri de önemli rol oynayabilir. Tek tek duyarlı her yurttaş, bu tehdidin, tehlikenin farkında olan herkes çok örgütlü olmayan, çok politize olmamış kesimler de sürece pekala katılabilir, katılmalı. Bunları katabilecek bir mekanizma kurabilmek, o genişlikte, o kapsayıcılıkta bir inisiyatif ortaya koymak gerekiyor. Yoksa sadece var olanları yan yana yazıp, aritmetik bir hesapla işin içinden çıkmaya kalkmak ya da sanki oylar partilerin tapulu malıymış gibi HDP’yle, CHP’yi toplayıp bunu tamamlamak için şu kadar oya ihtiyaç var gibi okumalar, eğilimler bence doğru okumalar değil. Kriz dönemlerinde, kaos dönemlerinde büyük düşüşler yaşanabilir. Kimsenin oyu garanti değil. Büyük açılımlar yapılabilir. Çok beklenenin üzerinde kazanımlar, alan açacak büyük bir pozisyon yakalanabilir. Dolayısıyla da sadece son seçim rakamları üzerinden hesap kitap yapmak değil, aslında yeni bir toplumsal iddiayı nasıl bir umut, bir alternatif haline getirebiliriz bunun arayışına girmek gerekiyor.

'AYRI KALMA LÜKSÜYLE HAREKET EDİLECEK BİR DÖNEMDE DEĞİLİZ'

- HDP ve CHP arasında bir iş birliğinin koşulları var mı sizce?

Birbirimizle ilgili kaygılarımız, itirazlarımız, eleştirilerimiz elbette var. Ama bunları merkeze alıp, ayrı kalma lüksü ile hareket edilebilecek bir dönem değil. İçinden geçtiğimiz dönemin koşulları açısından söylüyorum. Burada biz zaten son derece netiz. Son derece ilkesel bir tutumu ortaya başından beri koyuyoruz. Bizim de hassasiyetlerimiz var ama biz kendi hassasiyetlerimizi değil, Türkiye’nin içinden geçtiği dönemin hassasiyetlerini önceleyerek bir ihtiyaç tarif etmeye çalışıyoruz. Dolayısıyla da burada şimdiden partiler ya da çevreler üzerinden, somut bir şey söylemek zor. Ama CHP’nin bu konuda biraz daha net, biraz daha kararlı bir tercih yapması gerekiyor. Elbette farklı çevreleri kapsayacak bir tarzın, tutumun geliştirilmesi önemlidir. Bir kazanımdır. Biz hiç kimsenin HDP’yle aynı öncelikler üzerinden siyaset yapmasını falan beklemiyoruz. O düzeyde bir pozisyon almasını bekleme hakkımız yok. Her partinin kendine özgü dengeleri var ama bir tercihin de açık yapılması gerekiyor. Yani bugünkü iktidar blokunun yanlışlarını tekrarlayacak, onun benzer reflekslerini sergileyecek bir alternatifin siyaseten de karşılığı yok. Bunun anlamı da yok. Aynı şeyi söyleyeceksek, aynı dış politikayı tekrarlayacaksak, Kürt sorununda aynı görmezlikten gelme tutumunu sergileyeceksek, sadece tabelaların rozetlerin değişmesiyle değişecek bir durum değil. Yani çok net, belirleyici bir sorunla karşı karşıyayız ve bu sorun karşısında cesur, açılım yapabilen kararlı bir irade ortaya koyabilen ancak Türkiye’nin diğer sorunlarını da çözebilecek bir kapasiteyi sergilemiş olacak. Yoksa sorunları pas geçerek, ‘onu konuşursak şöyle bir tepki gelir, bunu konuşursak iktidar bize şöyle bir kuşatma, saldırı gerçekleştirir’ derseniz o zaman hiçbir şey söylemezsiniz. Böyle kriz dönemlerinde hiçbir şey söylemeden, atlatma ve bir şey elde etme imkanı ne yazık ki yok.

'BASKI DÖNEMLERİNDE BÜYÜK SÜRPRİZLER OLABİLİR'

- Seçim anketleri yeniden dolaşıma girmeye başladı. AKP’nin yaptığı ankette HDP barajın üzerinde. Ama baraj altı gösteren anketler de var. HDP’nin baraj problemi yok mu artık? Bunca tutuklama partinizi etkilemedi mi?

Şüphesiz ‘barajı kaldıralım, anlamsızlaştı’ diyenler aslında bir şeyi itiraf etmiş oluyor. Yani barajın muhatabı belli. O muhatap barajı boşa düşürdüğü için şimdi baraj tartışması bu kadar açık sözlü olarak yapılabiliyor. Dolayısıyla böyle bir risk yok. Biz bırakın baraj riskini tam tersine Türkiye’de geçmişte başka siyasi geleneklerin de yaşadığı, yani büyük medya ambargosuna uğrandığı ve görünür olma imkânlarının tümüyle engellendiği dönemlerde başka sürprizler olabilir. Başka tepkisel, HDP’ye yönelim, ilgi ortaya çıkabilir. Yani burada sadece medyadaki görünürlük üzerinden bir analiz, bir değerlendirme yapılırsa bu herkes için yanıltıcı olabilir. Çünkü toplum bazen özellikle engellenene daha fazla ilgi gösteriyor. Bunu geçmişte Refah Partisi yaşadı. Bir dönem çok yoğun bir ambargoya maruz kaldı sonra sürpriz bir çıkış ortaya koydu, kimsenin beklemediği bir çıkış yakaladı. Her türlü baskıya rağmen, referandum dönemi için özellikle söylüyorum muhtarlar üzerinden, işte hizmet tehdidiyle, başka bir takım baskılarla bile etkileyebildikleri bütün potansiyel ortada. Yani bizim kitlemiz kaldı ki bu konuda son derece net. İnadına sahip çıkan, inadına bu baskılara karşı partisinin yanında duran bir kitle var. Bu yöntemlerle bu partinin geriletilemediğini bundan önce herkes gördü, öğrendi. Bütün iktidarlar denedi bu yöntemi. Başarılı olamadılar. Bu iktidar onlardan daha zeki, daha kurnazca yöntemler denese de alabileceği bir mesafe yok. Elbette ki baskılar kabul edilemez, bir partinin milletvekillerinin, belediye başkanlarının içeride olması sıradan bir durum değil. Ama biz şuna inanıyoruz; Bu baskıların belki bugüne kadar HDP’ye oy vermemiş çevrelerde yeni bir değerlendirme yapma, bu baskılara mesaj verecek bir tavır, bir tepki geliştirme potansiyeli çok yüksek.

'TABANDA BÜYÜK BİR ÖFKE VAR'

- Hükümet, kayyım atanan belediyeler için, ‘halk hizmet gördü’ diyor. HDP’nin kitle gücünün eski düzeyinde olmadığı, bölgede HDP’nin güç kaybettiği yönlü iddialar da var. Siz cezaevinden çıktıktan sonra halk buluşmaları gerçekleştirdiniz. Nasıl bir duygu var HDP tabanında?

HDP’nin en vefalı kitlesi, geçmişte de en zor dönemde partisinin yanında durmuş toplumsal kesim. Kendi partisiyle ilgili elbette eleştirisini yapar, eksik olduğu yerde tavrını koyar, onu hissettirir ama bu asla partisini terk etme ve ondan daha kıyas yapılmayacak kadar kötü bir yerde duran düzen partilerine bir yönelim anlamına asla gelmez. Bunu düşünen, bunun hesabını yapanlar şunu bilmeli ki; HDP tabanı en politik tabandır, en örgütlü tabandır. HDP’den daha fazlasını bekler, onun hakkıdır da, buna zorlar, çünkü düzen partilerinde olduğu gibi para karşılığı profesyonel kurulmuş, bir çıkar ilişkisinden çok, bir varlık yokluk mücadelesi anlamı yüklüyor siyasi mücadeleye. Dolayısıyla da öyle bir tablo yok ortada. İktidarın umduğu, beklediği fotoğraf çıkmaz. Fakat şu da ortada; özellikle demokratik kanalların kullanımıyla ilgili çok ağır cezalandırmalar, bir basın açıklamasına katılmanın, bir sosyal medya paylaşımının, bir yasal etkinlikte bulunmanın bile yüksek cezalarla sonuçlandığı bir süreçte elbette insanlar enerjisini, gücünü, nereye ne kadar kattığında ne kadar verim elde ediyor bunu sorgulayacak. Bu son derece anlaşılır bir şey. Demokrasiye yönelik umdun kırılması, daralması birilerini memnun ediyor olabilir fakat bunun sonuçta toplumda daha telafisi imkânsız tahribatlar oluşturacağını onlar kendilerine dert edinmeli. Biz zaten durduğumuz yerin farkındayız, onlar dert edinmeliler. Bir tabi mahcubiyet de var. Bunu da ifade etmeliyim. Belki daha fazlasını yapamıyor olmanın mahcubiyeti. Bir takım kaygılar da var. Son derece insani şeyler bunlar. Yani bütün bir kitleyi ya çocuğunun işten çıkarılmasıyla ya bilmem neyle korkutarak baskılamaya çalışıyorlar. Ama bunun yanında büyük bir öfke de var. Ve sandık gibi fırsatlar yakaladığında ders verecek bir kararlılık da var bence.

'ERDOĞAN'IN O SÖZLERİ DERİN TRAVMA OLUŞTURACAK'

- Erdoğan’ın ‘Nikahlanın, evlenin, çoğalın. Türkiye'deki terör örgütü bu konuda çok hassas. En az 10, 15 çocukları var’ sözleri çok konuşuldu. Siz nasıl yorumluyorsunuz bu sözleri? Erdoğan bu söylemle ne hedefliyor sizce?

Yani Türkiye’de militarize edilen, milliyetçilik duyguları gıdıklanan, tahrik edilen, kesimler elbette son derece lümpen bir milliyetçi tepkiyle, bir nefret söylemiyle Kürtlerin sayıca arttığını, her yeri ele geçirdiğini falan bir takım ortamlarda dillendiriyorlar. Erdoğan da galiba buna oynayan, bunu daha da kenetlemek, pekiştirmek, daha keskinleştirmek isteyen bir tarzı tercih ediyor. Bu elbette bir kesimde memnuniyet, hoşnutluk oluşturuyorsa da bir o kadar da bence sorgulama nedenidir bu. Nasıl Irak Kürdistanı’ndan yaşanan referandum sürecinde takınılan tavır, dil Kürtlerde büyük bir duygusal kırılma, sorgulama ortaya çıkardıysa bence bu ‘10-15 çocuk’ söylemi de en az onun kadar derin travma oluşturacak ve uzun süre unutulmayacak bir iz bırakacak. Burada çok açık biçimde nüfusu tehdit olarak gören bir anlayışla karşı karşıyayız. Bu İttihat ve Terakki döneminde vardı, böyle şeyler söyleniyordu. 1930’lu yıllarda bütün dünyada faşizmin kol gezdiği ortamda Türkiye siyasetinde de böyle şeyler devlet politikasıydı. Darbe dönemlerinde, 28 Şubat’ta, 12 Eylül’de yine böyle planlamalar üzerinden yaklaşımlar geliştiriliyordu. Şu anda da Erdoğan bu konsepte selam veriyor, mesaj gönderiyor bence. Bu anlamda 15 Temmuz’da kurduğu ittifakı, Kürtler üzerinden pekiştirmeye çalışıyor. Artık kim kimin çizgisine gelmiştir, kim kimin politik paradigması üzerinden siyaset yapmaktadır bunu da takdir edecek olan şüphesiz aynı zamanda AKP tabanıdır.

'HALKLAR ARASI SAVAŞ HERKESE ZARAR VERİR'

- Siyasetteki bu dille birlikte, en son Irak Kürdistanı’ndaki depremin ardından sosyal medyada da bir nefret söylemi açığa çıktı. Deprem gibi bir acı karşısında bile ortaya böyle bir tablonun çıkması ne anlatıyor sizce? Türkler ve Kürtler artık birlikte yaşama duygusunu yitirdi mi tamamen?

Birlikte yaşamanın modellerini, alternatiflerini, siyasi yöntemlerini tartışmak başka bir şey ama ilkesel bir duruşu korumak başka bir şey. Biz şunu ilkesel bir yaklaşım olarak görüyoruz; Ortadoğu’da halkların birbirine kırdırılması, birbiriyle çatıştırılması, birbirine düşmanlaştırılması hiçbir halkın yararına değil. Ne Kürtlerin kurtuluşu buradadır, ne Türkler, Araplar, Farslar, böyle bir durumda rahat edebilirler. Devletler zaman zaman böyle politikalar geliştirir. Kendi içlerine ya da öteki devlete karşı öteki toplumsal kesime karşı bir halkı mobilize etmek için, kendi etrafında kenetlemek için böyle yöntemler tercih ederler. Ama biz bu yöntemi ilkesel olarak reddediyoruz. Ortadoğu’da barış, eşitlik, özgürlük, demokrasi eksenli, emeğin hakkının korunduğu, gelir dağılımındaki çarpıklığın giderildiği bir yaşam standardının yakalanması hangi yöntemle olur, hangi modelle olur? Bu sadece Kürtlerin tercihiyle değil, aslında daha çok belki diğer halkların Kürtlerle ilgili yaklaşımına ya da Türkiye devleti başta olmak üzere diğer devletlerin Kürtlerle ilgili yaklaşımına bağlı. Kürtler elbette kendileri bir özne, kendi gelecekleriyle ilgili karar verecekler ama onları farklı seçenekler aramaya zorlayan, teşvik eden politikalar da bunda şüphesiz son derece etkili olacak. Dolayısıyla burada bir tarihsel dönemeçteyiz. Yüzyıllık bir haksızlığın telafisinin imkanları var. Bu bir geçiş dönemi yönetimi meselesidir. Bu yönetimi başaramayan ülkeler, işte Yugoslavya örneğinde olduğu gibi birbirini boğazladılar. Irak örneğinde olduğu gibi üzerinden geçen 15 hatta 20 yıla rağmen birlikte yaşamanın formüllerini geliştiremediler. Bütün bu örneklerden ders çıkarmak, iç savaşın herkese kaybettirdiği, halklar arası savaşın herkese zarar verdiğinin farkında olarak herkesin hem yöntemini gözden geçirmesi hem birlikte yaşamın formülleri konusunda son derece esnek, halkların çaresizlik içerisinde olmadığının, alternatifler ortaya koyabileceğinin farkında olarak hareket etmesi gerekiyor.

'YARGI MUHALİFLERİ TERBİYE ETMENİN ARACINA DÖNÜŞTÜ'

- Meclis başkanlığı için tutuklu vekil Selma Irmak’ı aday göstererek vermek istediğiniz mesaj neydi?

Son Anayasa Mahkemesi’nin Gülser Yıldırım kararı bir kez daha gösterdi ki Türkiye’de bu sorun teknik, hukuki bir sorun gibi tartışılacak aşamayı çoktan geçmiş durumdadır. Halkın seçtiğini, halkın görevlendirdiğini, yetkilendirdiğini tanımamak, yok saymak, yargıyı bir sopa haline getirip muhalifleri terbiye etmenin aracına dönüştürmek elbette onların açısından son derece anlaşılır bir yöntem. Ama bizim açımızdan da hiçbir meşruiyeti olmayan ve sonuna kadar karşı çıkılması gereken bir pozisyon. Biz siyasette meşruiyetin birinci kaynağının toplum olduğunun farkındayız. Yani burada hukuki kısıtlamalar engellemeler, yasaklamalar evet bir fiili durum oluşturabilir ama sonuçta haklar, bu fiili durumlar ya da devletlerin çizdiği yasal sınırların ötesinden anlam ifade eder. Seçme, seçilme hakkı gibi demokratik katılım hakkı gibi, ifade, örgütlenme özgürlüğü gibi haklar bir iktidarın keyfi tutumuyla ortadan kalkmaz, bitirilemez. Biz bunun mesajını vermek için bu tercihi yaptık. Parlamento bizim bir lütufla gelip oturduğumuz bir yer değil. Onlar izin verdikleri ölçüde, onların onayladıkları ölçüde bir yerde durmak durumunda değiliz.

'ATATÜRKÇÜLÜK TARTIŞMASI STRATEJİK TERCİH'

- Son dönemin popüler tartışması Atatürkçülük. Partiler birbiriyle ‘En Atatürkçü benim’ yarışına girmiş durumda. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz bu tartışmayı?

Türkiye’de ne yazık ki ilkeli, programatik bir siyaset egemen olmadığı için, partiler popülist, pragmatik yaklaşımı küçük denge hesaplarıyla, küçük işbirlikleriyle sadece anı kurtarmıyorlar aslında kendi rotalarını da çizmiş oluyorlar. Yani burada elbette ki bir saygı çerçevesinde tartışma, bir dönemi anlama, kazanımlarının arkasında durma ama aynı zamanda ders çıkarılacak, eleştirilecek boyutların da dogmalaştırmadan, tabulaştırmadan değerlendirebilme cesaretini her ülkenin göstermesi gerekiyor. Kuruluş dönemiyle ilgili, kurucu önderleriyle, liderleriyle ilgili siyasetçilerle ilgili bunu yapabilmesi gerekiyor. Türkiye’de özellikle sağ iktidarlar, sağ partiler bunun çok somut örneklerini taşıyor. İşte Demokrat Parti ‘Atatürk’ü koruma kanunu’ çıkardı. Belki muhafazakarların bile çoğu bilmiyor ama birçok muhafazakar yazar, gazeteci Demokrat Parti’nin çıkardığı bu kanun yüzünden yargılandı, yıllarca cezaevlerinde kaldı. ‘Dondurulmuş Kemalizm’, ya da ‘Gardrop Atatürkçülüğü’ denilen kavramlar kendini emaneten, bir biçimde bu alana taşıyan sağ siyasetçiler için kullanılır literatürde. Bu tabi iyi bir durum değil, iyi bir tablo değil. Ama galiba sembolik anlamının ötesinde bir işbirliğini, bir ilişkiyi, bir stratejik tercihi de içeriyor.

'NATO KRİZİNİN ZAMANLAMASI MANİDAR'

- Erdoğan ve Atatürk’ün ‘düşman kategorisinde’ gösterildiği NATO tatbikatıyla yeni bir krizimiz oldu. Erdoğan ve hükümet yetkilileri bu eksende sert açıklamalar yapıyor ve öyle görünüyor ki önümüzdeki dönemin önemli bir argümanı olacak bu konu. Sizin yorumunuz nedir bu krize ilişkin?

Tabi zamanlama biraz manidar. Tam da Türkiye’de AKP’lilerin İzmir Marşı söyleme provaları yaptığı, ya da Anıtkabir’e kim daha çok gitti, kim ne zamandan beri gidiyor yarışının yapıldığı bir dönemde bunun yaşanıyor olması anlamlı bence. Tamamen tesadüf de olabilir ama biraz ilginç bir tesadüf. Bunun Türkiye’nin artık Rusya’yla görüşmeleri haftalık periyoda indirdiği bir dönemde yaşanıyor olması, Türkiye dış politikasının tamamen ilkesiz, uzun soluklu stratejiye dayanmayan bir yöntemle şekilleniyor olması elbette kaygı verici. Bu gidecek hiçbir yeri kalmayanın her bulduğu kapıyı çalması ve her gerilimi de bir pazarlığa çevirme çabasıdır. NATO’yla böyle kontrollü, aşılabilir gerilimler üzerinden Rusya nezdinden elini güçlendirmeye kalkması, Rusya’yla girdiği ilişkileri tekrar geri dönüp NATO’ya pazarlamaya kalkması, NATO’yla yeniden barışa bilmek için bunu araçsallaştırması dönemin son derece sık ve istikrar içermeyen savrulmalarını gösteriyor.

'ZARRAB DAVASI TÜRKİYE SİYASETİNİ REHİN ALABİLECEK KADAR CİDDİ'

- Bir diğer konu, Reza Zarrab davası. Nasıl değerlendiriyorsunuz hükümetin Zarrab meselesindeki hassasiyetini?

Bir sene önce Erdoğan bu konuyla ilgili, ‘Bu Türkiye’yi ilgilendiren bir konu değil’ diyerek tepki vermişti. Sonra bu konunun İran tarafından da özellikle Zencani davasında gelinen nokta Türkiye’yi ciddi biçimde sıkıştırdı. Belli ki artık bu sadece İran ambargosunu kırma, aşma meselesi değil. Sadece basit bir rüşvet vakası da değil. Doğrudan doğruya Türkiye siyasetinin rehin alındığı, Türkiye’nin ülke olarak artık, sadece kişisel bir şey olarak değil, bir aile falan değil, bunu çok aşan biçimde bütün ülke dış politikasının rehin alınmasının vesilesi haline geldi. Çok yoğun bir ilgi göstermek, üç günde iki kez nota vermek, neredeyse giden her bakanın, başbakan, cumhurbaşkanı dahil olmak üzere buna odaklanması gösteriyor ki çok kaygı verici bir durum. Zarrab’ın alacağı pozisyon, paylaşacağı bilgiler çok tedirgin ediyor, bu çok net biçimde kendini hissettiriyor. Ama bu korku, bir fayda sağlar mı bilemiyoruz. Elbette başka pazarlıklarla Amerika daha farklı tavizler kopararak, bu rehine pozisyonunu Türkiye’nin aleyhinde farklı bir şeye çevirebilir. Onu bilmiyoruz, bir uzlaşma da olabilir, bir örtme de olabilir. Bütün bunlar mümkün ama şu an itibariyle şu kesin ki; Reza Zarrab dosyası Erdoğan ailesini de, doğrudan finanse ettikleri kurumları da kapsayacak bir yargılamanın konusu olacak gibi. Ve buradaki gelişmeler 2018’de yılında yaşanabilecek muhtemel krizlerin, siyasi krizin tetiklediği ekonomik krizlerin de ilk sinyali olabilir. Dolayısıyla hem ülke ekonomisi, siyaseti açısından ifade ettiği anlam, hem de kişisel olarak Erdoğan ve yakınlarının karşı karşıya bulunduğu risk bu işi önemli kılıyor. Üçüncü dünya ülkelerinde benzer örneklerini bildiğimiz çok vaka var. Orta Asya ülkelerindeki otoriter rejimlerde hem yoksul halk ama hem yönetici elitin son derece zengin, bütün rantı yönettiği örnekler, yine Afrika ülkelerinde sıkça var. Ve bu rejimlerin nasıl tasfiye edildiği, nasıl sonra belki insani dramlarla birlikte, yargılamalarla, ülke dışına çıkamama halleriyle birlikte, yurt dışındaki mal varlıklarının dondurulmasıyla birlikte nasıl örnek vakalar olduğunu biliyoruz. Türkiye bundan çok muaf pozisyonda bir ülke değil. Kendisini artık ne yazık ki o lige o pozisyona itmiş durumda.

Öne Çıkanlar