Gözlerimi sen ört - 4

Sevmekten korkanlar sonsuza dek Araf’ta asılı kalırmış. Orada asılı kalanları çoktan anladım. Çoktan anladım, benim bir günüm Araf’ta ki o sonsuzluğa eşdeğermiş…

Sevmek, ruhumun tek sahibi olan seni sahiplenmemeye kanaya kanaya razı olmaktı... Çocuksu bir saflıkla tek vazgeçemeyeceğinin ben olduğuma kendimi inandırarak, hayatına boyun eğmekti...

Seni sevmek, bir babayı, bir can yoldaşını, hayatinin sonuna kadar yanında olduğunu bildiğin güvenilir bir dostu, ilgiye ve şefkate doymayan çaresiz bir küçük çocuğu, ama en çok da tutkulu, kıskanç ve yüreği sonsuz maviliklere akan bir deli asığı sevmek gibiydi... Birgün ansızın, telefonda duyduğun bir sese, ya da yeni tanıştığın bir kadına asık olduğunu, sanki tepkimi ölçmek ya da seni nasıl kıskandığımı görmek isteyen abartılı bir heyecanla söylediğinde, telaşa kapılmamak, bunun gelip geçici bir duygu olduğuna ve asla benden vazgeçemeyeceğine inanmaktı... Yine de içimdeki o kaçınılmaz endişe ister istemez sarardı yüzümü... Sesim soluğum kesilirdi birden... İste, öyle anlarda beni sımsıkı sarıp, tutkulu bir sevişmenin ilk öpücüklerini dudağıma kondururken, "Sen küçücük bir kızsın, biliyor musun" diyen şefkatli sesini severdim en çok... Ve aslında ben dahil, hiç kimseye asık olamayacağını düşünür, hüzünlenirdim...

Rüyalarımın gül kokusu...

Sonra birgün aska açıldı yüreğinin sürgüleri...

Sonra birgün şiirlerin baksa bir aksin kokusuna büründü...

Yıkıldı tabuların... Kırıldı zincirlerin... Uzağıma düştün…

Bu defa farklıydı, hissetmiştim. Yalnız bedenini değil, ruhunu da paylaşmaya başlamıştın bir baksa kadınla...

Sonra sevmek yavaş yavaş kayışını izlemek oldu avuçlarımdan... Seni sevmek, sen sabaha karsı uyuduğumu sanarak yanımdan kalkıp bir baksa yürekle telefonda özlem giderirken, içimde kopan fırtınaları susturmaya çalışmak oldu sessizce...

Habersizce kapını çaldığım o gün, kapında kalıp, içeri girememek oldu...

O güne kadar hiç olmazsa bana karsı dürüst olmanla, yasadıklarını benden gizlememenle, yalan söylememenle avunuyordum... Ama bir başkasını incitmemek, üzmemek için ondan gerçekleri gizlediğini, yalanlarla da olsa onu koruduğunu fark edince bu avuntu da terk etti beni... Yalanlarını bile kıskanır oldum.

Neden dürüst olmak için beni seçmiştin sanki... Gerçeğin acımasız zindanlarında neden beni kilitli bırakmıştın...

Ne çok düşündüm bu soruların cevaplarını... Ne çok sorguladım kendimi, nerde hata yaptığımı, neyi eksik bıraktığımı...

Kadınca oyunlardan haberim olmadı hiçbir zaman. Seçtiğin yasam biçiminden koparmak, seni soluksuz bırakmak demekti benim için. Hatam seni bir mülk gibi sahiplenmemek miydi? Acaba istediğin bu muydu? Seni yanlış mı tanımıştım?.. Bana hep, ne kadar asil bir yüreğim olduğunu söyler dururdun... İsyanım, kalbimin ezilmiş parçalarının üstünü örtüp, sessizce çekip kapını çıkmak olurdu en fazla...

Yalnız kalmak istediğini daha sen söylemeden yüzündeki bulutlardan hisseder, çıkıp giderdim... Özür diler gibi bir sesle, onun geleceğini söylediğinde, sessizce çıkıp giderdim... Karsında ben otururken, onunla saatlerce telefonda konuştuğunda çıkıp giderdim... Hep giderdim...

Bu onurlu tavrımdı belki de ezen yüreğini... Vazgeçemediğin tek yanım buydu belki...

Sonra, sevmek yaralı kadınlığımı baksa yüreklerle avutma yanılgısına kapılmak oldu... Buna hakkım olduğunu söyleyip dursan da, biliyorum, aslında içten içe hiç affetmedin beni... Sen çoktan parçalanmıştın zaten... Benim de yüreğimi böldüğümü düşünmek sana bile ağır geldi... Oysa ben, seni değil, kendimi cezalandırıyordum başka bedenlerde... Ruhumu kemiren bu deli aşkı cezalandırıyordum... Bunu anlamadın mı sevgili?

Sevmek seni değil çocukluğumu, düşlerimi, kendimi aldatmak olmuştu artik... Bana bağlanan masum aşkları seninle aldatmak olmuştu... Kimseye veremedim yüreğimi. Ne zaman baksalar içime, yüreğimin kırık aynasında kendilerinin değil, senin yüzünün aksini gördüler hep. Sessizce çekip gittiler. Fark etmedim bile gittiklerini...

Gittin...

Seni sevmek, bensiz akıp giden hayatına bir yabancı gibi uzaktan bakmak oldu çoktandır... O çocuk ellerinin, bir başkasının saçlarında gezindiğini, aniden özlemle sarılıp bir baksa yüzü öpücüklere boğduğunu, sabahları uykunda bir baksa kadına sarılıp bir baksa yüzü öpücüklere boğduğunu, sabahları uykunda bir baksa kadına "gitme" diye sayıkladığını düşünmek oldu, seni sevmek... Geceleri, kokuna hasret yatağımda ter içinde uyanmak, kendimin bile affedemediği bir bencillikle, kalbindeki tek aşkım benimki olması için gözyaşları içinde Tanrı’ya yalvarmak oldu…

Seni yasak bir ask gibi gözlerden uzakta, rutubetli duvarlar arasında yasamak oldu, sevmek... Beni hayatından dışladığın için öfke nöbetlerine kapılıp, bana bile yabancı gelen, hiç tanımadığım bir sesle sana bağırmak, haykırmak, ağlamak, sonra pişmanlıkla affedip tutkuyla sana tekrar sarılmak oldu...

Yabani bir ot gibi ruhumu sarıp sarmalayan öfke ve kıskançlık duygularıyla benliğimden uzaklaşmayı kendime yakıştırmamak, sıkışıp kaldığım bu karanlık dehlizde, kendi kalbimde, yalnızlığımda, sensizliğimde, kendi aşkımla delirmek oldu artık seni sevmek...

Simdi, bu acıya bir son vermesi, kendisini terk etmesi, sonsuzluğa bırakıp gitmesi için birbirine yalvaran iki yüreğiz artık... "Ayazda İki Yürek" gibiyiz...

Sen benim şizofren aşkımsın... Bense senin kanayan vicdanınım...

Affet beni sevgilim... Verdiğim sözleri tutamadım...

Çoğu kez ölümün bu hayattan bir kurtuluş olduğunu sanırdım. Ama değilmiş, anladım. İnsanın asıl öyküsünü anlatmadan ölmesinin, onun aslında hiç tanımayan, ama çok iyi tanıdıklarını iddia edenlerin insafına kalmasının sonsuz bir esaret olduğunu belki de ilk kez bu kadar derinden hissettim… Ve bu hissediş anından itibaren ölümle aramda korkunç bir yarış başladı… Aslında beni hiç tanımayan, ama tanıdıklarını iddia edenlerin insafına bırakmayacaktım hayatımı… Ölmeden önce öykümü anlatmalıydım. Sonsuza dek susturulmadan önce kim olduğumu bilmeliydi tanıyan, tanımayan…

Peki bu mümkün müydü… İnsan birini deliler gibi severken kim olduğunu anlayabilir miydi?… Sanmıyorum, insanı bu haldeyken, sadece şunu söyler: Ne oldu bana, ne oldu…

Kendisiyle ilgili bütün doğrularını kaybeder. Bir başka akışa, damarında kapkara akan bir kana teslim olur… Çünkü dört sıvı vardır insan vücudunda. Biri de sevdadır. Sevda dedikleri kara, küçük bir kan pıhtısıdır. Gelir kalbin en içteki, en gizli bir yerine saplanır kalır. Ve oradan bütün vücuda yayılır. İşte o andan itibaren kan simsiyah akmaya başlar. Buna Süveyda, denir… İçinizde, damarlarınızda bu kan aktığı sürece artık iflah olmazsınız... Kendinizden koparsınız. Bildiğiniz bütün zamanlardan. Gerçekliğinizden, dünya görüşünüzden, beklentilerinizden… Uyku tutmaz olur geceleri. Bitkin düşüp uyuduğunuzda yine onu görürsünüz o simsiyah kana bulanmış rüyalarınızda. Uyandığınızda yine onun ismiyle uyanırsınız. Mıh gibi saplanmıştır yüzü yüzünüze… Giderek delirdiğinizi, onu aklınızdan atamazsınız mahvolup gideceğinizi, artık buna bir son vermek gerektiğini söyleseniz bile nafiledir. İçinizdeki o ses ne derse desin, siz doğru bildiğinize değil, mahvoluşunuza doğru koşarsınız. Yanlışınıza… Bütün dünyevi arzularınızdan kopmuşsunuzdur. Beklentilerinizi, umutlarınızı, ihtiyaçlarınızı kendinizi silmişsinizdir. Bütün zamanların dışına çıkmışsınızdır… Hayatınız ortalık bir yerde kalmış, siz onun tersine doğru koşmaya başlamışsınızdır… Bilirsiniz, sizin için dünyanın en yanlış insanıdır o… Gerçekte sizi sevmiyordur. Sevmeyi bırakın, kim olduğunuzu bile bilmiyordur. Aşkınızın önünde küçük düşmemek için durmadan ona kendinizi anlatmaya çalışırsınız bu yüzden. Duymaz bile. O sürekli kendisiyle meşguldür çünkü. Dünyaya nasıl baktığınızın, düşlerinizin, arzularınızın, ihtiyaçlarınızın onun gözünde hiç önemi yoktur. Sizin ayrı, farklı bir insan olduğunuzun bile farkında değildir. O dünyayı kendi zihninde taşır. Ve sizi bu dünyasının parçası kılmaya çalışır…

Hatta siz ben ayrı birisiyim, benim umutlarım, beklentilerim, düşlerim var, dedikçe kendisini yeterince sevmemekle, uzak kalmakla suçlar… Bu yüzden durmadan incitir sizi, küçümser, aşağılar… Sevmeyi bilmemekle, bencilikle suçlar… Bunu öylesine etkili bir şekilde yapar, size bunu öylesine derinden hissettirir ki, kendinizi değil, onu haklı bulmaya başlarsınız… Onu eksik sevdiğiniz, ona yeterince kendinizi vermediğiniz için suçluluk duymaya başlarsınız… İşte o zaman damarlarımızda kan daha siyah akmaya başlar. O siyah kanda sadece onu görürsünüz. O aynada kendini seyreder. Siz durmadan aynaya bakan onu seyredersiniz… Karşıtınıza dönmüşsünüzdür. Onun gözünden kendinizi görmeye başlamışsınızdır, yargılamaya… Artık eksilmeye başlamışsınızdır. Umutlarınızı, düşlerinizi, beklentilerinizi bilinmez bir tarihe erteledikçe ona direnme gücünüzün azaldığını hissedersiniz… O kendini üstün gördükçe siz kendinizi küçük görürsünüz. O sizi incittikçe, küçümsedikçe ona biraz daha bağlandığınızı hissedersiniz… Ona her teslim oluşunuzda kendinizi ömrünüzden bir kez daha düşersiniz… Gelip açtığı yara sizin elinizden çıkmıştır. Yaranızın sızısı size ait değildir sanki… O yıllardır herkeslerden gizlediğiniz, gelip kimseler kanatmasın diye büyük bir çabayla üzerini örttüğünüz yaranızı sizi hiç tanımayan birine göstermiş, onun kanatmasına izin vermişsinizdir…

Artık onun elindedir yaranız. Onun insafındadır…

Hayatınızın onun elinde mahvoluşuna durmadan anlamlar yüklemeye çalışırsınız… Bugüne dek kimse değil, bir tek o yaranızı kanattığına göre onunla aranızda mutlaka büyülü bir bağ vardır. Kaderinizdir o sizin… Kendinizde yıllardır eksik bulduğunuz, yanlış bulduğunuz ne varsa o tamamlayacaktır. O büyük boşluğunuzu o kapatacaktır… O iflah olmaz can sıkıntınızı, o nereye gitseniz, kimle olsanız, burası olmak istediğim yer değil, bu o kişi değil, dediğiniz yerde çıkmıştır karşınıza… Bu duvarın dibinde sıkışıp kalmışlığınızı, bir türlü ilerlemeyen zamanınızı o çıkaracaktır sonsuz bir açıklığa, yolumuzu enginlere o açacaktır…

Yarayı o açtığına göre yaranızın anlamını, tedavisini bir tek o biliyordur diye düşünürsünüz…

Çocukluğunuzda maruz kaldığınız haksızlıkları, acıları; sizi sevmesi gerekenlerin sevmeyip açıkta bıraktığı yerleri, yıllardır yaşadığınız onca istismarı o giderecek, o kapatacak, o silecektir…

Sizi sevmesi gerekenlerden zamanında alamadığınız ne varsa cömert bir anne gibi o size verecektir…

İçinizde yıllardır gizlediğiniz hayal kırıklıkları onunla açığa çıkmıştır… Onunla açığa çıkmış hayal kırıklıklarınızı ona duyduğunuz sevgi zannedersiniz… Size uyguladığı her şiddeti aşkının ne kadar derin olduğuna, sizi ne kadar yoğun sevdiğine yorarsınız…

Siz onu ne kadar sevmeye çalışırsanız çalışın onun gözünde hep yetersiz kalacaktır… Sevdiğinizi ne kadar kanıtlamaya uğraşırsanız uğraşın, o yine de sevmeyi bilmediğinize inandıracaktır sizi… Bu yüzden sizi incitip küçümsedikçe onu eksik sevdiğinize yorar, durmadan bir köle gibi sevginizi kırbaçlarsınız… Ona duyduğunuz hayranlık arttıkça yaranızı daha çok kanatmasını istersiniz ondan… Onu güçlü ve cömert buldukça kendinizi güçsüz ve çaresiz bulmaya başlarsınız…

Oysa ne cömert bir annedir o, ne de sevmeyi herkesten iyi bilen büyük bir sevdalıdır… O aslında sizden daha çaresizdir, sizden daha güçsüzdür… Sevgi dediği, aşk dediği kendisine duyduğu o büyük güvensizliktir aslında… Bu büyük güvensizliği gizleyebilmek için durmadan kılıktan kılığa girer… Bazen sevgi dolu, cömert bir anne; bazen acımasız bir bencil biri olur. Önce kanatır yaralarınız, sonra kanattığı yerleri öpüp okşamaya başlar… Birden hiç ummadığınız kadar yaklaşır size, sonsuzluk bağlılık vaat eder… Hep böyle olacak zannedersiniz… Hep böyle ışıl ışıl bakacak, sizi hep anlayacak, hiç gitmeyecek… Sonra birden aşk dolu yüzü silinir, bilinmez bir uzaklığın ardından bakmaya başlar size. Sizi birkaç gün önce göklere çıkartıp yüceltirken bir anda küçümsemeye başlar. Sizden çok şey beklerken, sizi hayatının anlamı sayarken, birden bire size son derece kayıtsız davranır… Davranışları tutarsızlaşır, gerçekte ne istediğini anlamakta zorluk çekersiniz…

Neden böyle yaptığını, sorduğunuzda; Beni bu hale sen getirdin, beni kendinden sen uzaklaştırdın, der…

Ve artık öylesine yenilmişsinizdir ki ona, bu sözlerinin altında derin, hiç bilmediğiniz anlamlar aramaya, dahası onu haklı bulmaya ve hep olduğu gibi onu yeterince sevmediğinize; onu yitirdiğinizde sonsuza dek kimseyi sevemeyeceğinize, kimselerin de sizi sevmeyeceğine bir kez daha inandırışınız kendinizi…

Oysa o sizi bırakıp gitmemiştir. Sizi belli bir uzaklıktan izlemekte, direncinizin ne zaman kırılacağını beklemektedir… Sizi kontrol çemberinize almış, sizi oradan gizlice seyretmektedir… Çünkü sizde açtığı yaranın farkındadır. Bu yarayla tek başına kalmanın ne denli acı verdiğini iyi bilmektedir… Çünkü kendisi de yıllardır o yarayla yaşamaktadır… Kendi yarasını kanatarak iyileştirdiğini de… Onun da yarası ağırdır… Onun da tahammül gücü sınırlıdır aslında… Sizin ondan beklediğinizi o da sizden beklemektedir aslında: Çocukluğunuzda maruz kaldığı haksızlıkların, acıların; onu sevmesi gerekenlerin sevmeyip açıkta bıraktığı boşlukların, yıllardır yaşadığı istismarların bedelini size ödetmeye çalışmaktadır…

Bu yüzden sizin ona geri dönmenizi beklerken yeni kurbanlar aramaya başlamıştır çoktan… Ama siz ona direndiğiniz, ona tamamen teslim olmadığınız, ona karşı çıktığınız için unutamaz sizi… Çünkü sizi teslim almaya çalışırken farkında olmadan siz de onun yarasını derinden kanatmışsınızdır… Sizin geri dönmemek üzere gitmeniz kendisine duyduğu güvensizliği daha da büyüyecektir…

Zaten siz biraz güçlü olsanız, yaranızı asla onun kapatamayacağını anlayıp kendinize geri dönmeye başlasanız hiç beklemediğiniz anda karşınıza çıkacak, yine size o cömert anne yüzüyle bakacak; Hadi kaldığımız yerden devam edelim, yitirmeyelim bu aşkı diyecektir… Ama her defasında önce sizin direnciniz kırılır; arasa dersiniz, dönüp gelse, gelse de açtığı bu yarayı kapatsa… Sizle konuşmasa da, sizden uzakta olsa da bunları söylediğinizi hisseder… Çünkü sizin yaranız ne zaman sızlasa, onun da yarası sızlar… Çünkü onun isteklerine tamamen boyun eğmediğiniz, zaman zaman geri çekildiğiniz için benlikleriniz çoktan birbirine kaynaşmıştır… Sizin vücudunuz onun vücudu, onun vücudu sizin vücudu olmuştur… Yaralar birbirine karışmıştır… Sızılar birbirine…

Ve ölümcül dans yeniden başlar. O uzaklaşmasın, kanattığı yaranızla birlikte sizi öylece terk edip bırakıp gitmesin, diye elinizdeki son umutlarınızı, son beklentilerinizi, düşlerinizi onu geri çağırmak için harcarsınız… Kendinizi bir kez daha siler, ömrünüzden düşebildiğiniz kadar düşmeyi göze alırsınız… Öyle ki o yine geri döndüğünde artık sizden bir şey kalmamış olur size… Çünkü ancak öyle geri gelir o… Hayatınızın kontrolünü tamamen eline geçirmek için geri gelir… Artık siz ondan ayrı birisi değil, onun bir parçası haline gelmişsinizdir. Sizi böylesine derinden seven biriyle çatışmanın anlamsız olduğunu düşünürsünüz… Hiç direnmeden hayatınızın kontrolünü onun eline bırakırsınız… Artık sizi istediği gibi acıtır, kırıp incitir. Sizin benliğinizi kendi benliğinin içine almıştır. Mahremiyetinizin, özelinizin onun ve sizin için artık hiçbir anlamı kalmamıştır… Hem sizi bu denli seven birinden ayrı, özel, gizli neyiniz olabilir ki… Telefonunuza gelen mesajlarınızı kontrol eder, mektuplarınızı açar, kimle görüşüp görüşmeyeceğinizi o tayin eder… Gönderilmiş maillerinize bakar… Bütün kapılarınızın, bütün çekmecelerinizin anahtarlarını alır sizden… Ona verdiğiniz benliğinizin, kişiliğinizin anahtarlarının yanında kapılarınızın, çekmecelerinizin anahtarlarını vermişsiniz, çok mudur?...

Artık isteği olmuştur. O derin güvensizliğini sizin teslimiyetinizle kapatmış; o itaatkar, o hayran bakışlarınızda kendi yarasını sarmıştır… Hiçbir direnç görmeden içine almıştır sizi… Onun için hiçbir anlamı yoktur varlığınızın… İçindeki o büyük boşlukta kaybolmuşsunuzdur… Artık gönül rahatlığıyla ve arkasına bir daha hiç bakmadan terk edip gider… Sizi soranlara da, tıpkı o trafik kazasında sevgilisi ölmüş insan gibi, gözlerindeki o donuk parıltıyla; aslında onu hiç tanımamışım, der…

Belki de ilk kez doğruyu söyler… Kendisini bunca yıldır nasıl tanımadıysa sizi de gerçekte hiç tanımamış, dahası tanımak için hiç uğraşmamıştır… Çünkü bu dünyada kendisinden, o büyük boşluğundan başka kimse yoktur onun için… Bu yüzden onun için katlanılan hiçbir acı, ona yapılan hiçbir iyilik iz bırakmaz onda…

Sizse onun açtığı yarayla bir başınıza kalırsınız… Üstelik eskisinden daha çaresiz, daha güçsüz… Onunla birlikteyken durmadan kırbaçlandığınız sevginizle kan içinde kalırsınız…

Daha da ıssız, daha da anlamsız bir dünyada kalırsınız… Yaranız süveydayla, o simsiyah kan pıhtısıyla hala kanayıp durduğu, bıraktığı sızı hala acıttığı için kimseleri sevemeden, bir hayalet gibi kalırsınız… Yaranızı kanatıp gitmiştir işte… O açılan yaranın hayatınızın kara kutusu olduğunu, bütün hakikatinizin, doğrularınızın ve yanlışlıklarınızın o yarada yattığını bildiğiniz için onun bıraktığı yerden siz yaranızı hala kanatmaya devam edersiniz… Bu karşılıksız aşkın lanetini tek başınıza üstlenirsiniz…

O ise içine alıp öldürdüğü için sizi unutup gitmiştir çoktan… Ölmemek için öldürmüştür sizi kafasında… Çünkü artık ondan ayrı, ondan farklı bir kişiliğiniz, varlığınız kalmamıştır… Aynadaki yüzünü, içindeki boşluğu haklı çıkartacak başka kurbanlara ihtiyacı vardır onun…

Ama siz ona hep yaşatırsınız içinde… Ölmesini ya da kalbinizde unutulup gitmesine bir türlü izin vermezsiniz… Çektirdiği acıların, verdiği eziyetlerin hesabını sormak, intikam almak için değil…

Kimseler değil, neden sizin için dünyanın en yanlış insanı olan o açmıştı yaranızı, işte bir gün bunu anlayabilmek için hep yaşamasını istersiniz onun…

Ve bunu anladıktan sonra, onda kalmış öykünüzü, onda kalmış aşkınızı geri alabilmek için onun hep yaşamasını istersiniz…

Alnımı dayadım bir hançere bekliyorum. Alınyazım o hançer benim. Alınyazımı bekliyorum.

Koparıp atmıyorum onu içimden. Silmiyorum… Silemiyorum anılarımı…

Sevip de bilmezlikten gelmiyorum. Çaresizliğimi soylu bir kurban gibi yaşıyorum. Adım, geldiğim yer umurumda değil. Kendi mahşerimi yaşıyorum…

Sevmekten korkanlar sonsuza dek Araf’ta asılı kalırmış. Orada asılı kalanları çoktan anladım. Çoktan anladım, benim bir günüm Araf’ta ki o sonsuzluğa eşdeğermiş…

Çoktan döndüm okyanuslardan karaya. Daracık evlere, daracık hayatlara, ışıksız odalara, kırgın ve gücenik annelere…

Oysa eskiden dönüp arkama bile bakmazdım. Evler daralmaya, hayatlar basitleşmeye, odalar ışıksız kalmaya başladığında alır başımı giderdim okyanuslara…

Karalar korkuturdu beni. Evler ruhumu daraltır, kırgın ve gücenik anneler hayallerimi sınırlar, ışıksız odalar içimdeki şiiri öldürürdü…

Başkalarına benzemeyi reddettiğim için zulüm görmeye başladığım ve doğrularımı söyleyememe korkusu sarınca benliğimi alır başımı giderdim okyanuslara…

Eskiden yeterdim kendime… Tek meselem acılar, sıkıntılar, güçlükler karşısında direnmek, ayakta kalmaktı. İster iyi, ister kötü bir şey, başıma ne gelirse gelsin ne sevincimi, ne de üzüntümü belli ederdim. Hiç üzülmüyormuş, hiç sevinmiyormuş gibi yapardım.

Çünkü eğer duygularımı belli edersem özgürlüğümü yitireceğimden korkardım…

Kıskanırdım adımı herkesten. Koşulsuz güvenirdim kendime. Birisinin beni eleştirmesine tahammülüm yoktu. Bildiklerimi hiç kimse unutturmazdı bana, bu yüzden aşktan çok özgürlüğüme tapardım. Bağımsızlığıma… O zamanlar eğer özgür olursam aşkı istediğim zaman, istediğim yerde yaşayacağımı düşünürdüm.

Karada yaşayanlar, aşıklar, müritler, inananlar varlıkların ve gerçeğin sadece bir yüzünü görürlerdi, bilirdim…

Bense ölümüne savunduğum özgürlüğümle varlıkların ve gerçeğin bütün anlamlarını, bütün yüzlerini görmek isterdim…

Kendilerinden tiksinen insanların o sıkıcı gölgesi vurunca günlerime artık uzaklara gitme vaktinin geldiğini anlardım…

O sıkıcı gölgeyi çocukluğumdan bilirdim. Çünkü bütün vaatleri anlamsızlaştırmaya başlardı o sıkıcı gölge. Zaten hep aynı olan şeyler daha fazla aynı olmaya başlardı.

Daha da zavallı görünürdü gözüme çevremdekiler. Çünkü başlarına ne gelirse hiç karşı çıkmadan katlanmaya başlar, gördükleri eziyet ne kadar artarsa birbirlerine duydukları tiksinti ve nefret de o kadar artardı.

Oysa benim asıl istediğim hayatın bana bahşettiği ışıktan daha fazla ışıktı. Benim asıl istediğim dünyanın bana mümkün kıldığından daha fazla duyguya ve hayale sahip olmaktı…

Öyle sıkar, öyle boğardı ki karadaki insanlar beni, burada kalıp onların insafına kalmaktansa; uzaktaki karanlıkların, uzaktaki ışıkların, buradaki değil, uzaktaki bilinmezlerin insafına bırakmak isterdim kendimi…

Hiçbir şey olmuyordu burada, sadece olmuş gibi yapılıyordu. Çünkü yaşanmıyordu burada, gözler rehin alınmış ufuklarda boşuna geziniyor, sanki yaşanıyormuş gibi yapılıyordu burada…

Burada insanlar birbirlerini bağışlarken yok ediyorlardı…

Burada umut ettikçe batıyordu insanlar, battıkça umut ediyorlardı… Burada geleceği sadece harcanmak için bekliyordu insanlar…

Özgürlük çocuksu ve kirlenmemiş öfkeler biriktirmekti biraz da. Oysa burada yasalar ve vaazlar durmadan öfkeleri yumuşatıyor, herkesi birbirine benzetiyordu.

Yalnızlar şehrin en kalabalık meydanlarında toplanırlardı burada ve biraraya geldiklerinde birbirlerinden gizledikleri daha da çoğalırdı…

İçlerinde zaaflı, çirkef, bozulmuş olan ne varsa kibarca saklardı birbirlerinden… Uzaklardan gelen çığlıklarını duymamak için durmadan konuşurlardı burada insanlar…

Yapmayı düşündükleri ama bir türlü yapamadıkları çılgınlıklarını bir çırpıda özetler sonra yine o doğuştan getirdikleri ümitsizliklerine dönerlerdi…

Bütün bilinmezliklerimi askıya aldığını unutup yaşamak ne güzel, dedikten hemen sonra, yaşamak ne beyhude, derlerdi…

Yurtlarında yurtsuz, doluluklarında boş, aşkta unutkan ve bilgisiz, yenildikçe zalimdi insanlar burada…

Her arzuları doğrularını durmadan aşağılar, bir haz titreyişi için binlerce kirli pişmanlık yaşar, kendinde bulamadığını kendisi gibi birinde boş yere aramayı tutku sanırlardı…

Kendi alınyazısı için yola çıkmayı ve dövüşmeyi bir kez bile göze alamadan kalırlardı burada… Yola çıkmak ve korkmadan düşmanlar edinmek isteyenleri o sebepsiz nefretleri ve yine o sebepsiz merhametleriyle durdurmaya çalışırlardı…

Burada kalmaya karar verince bir daha asla kendileriyle karşılaşmazlardı…

Oysa insan burada sevince gittiği hiçbir yere uzak değilmiş… Her uzaklık burasıymış, insan sevince okyanusun ortasına taşırmış, o kaçtığı daracık hayatları, ışıksız odaları, o gücenik ve kırgın anneleri…

Bir daha kendisiyle karşılaşmayacak bile olsa gittiği her yerden geri dönermiş insan…

İşte ben de döndüm gittiğim ve gideceğim her yerden. Bir hançerin ardında duran tebessüme dayadım başımı…

Hayatımda ilk kez bu kadar yakın bana alınyazım ve ilk kez bu kadar uzak…

Hançerin bir yüzünde doğrularım, hayatım, özgürlüğüm var; öbür tarafında hiç büyümemişliğim, hiç yaşamamışlığım, hiç kapanmamış yaralarım duruyor…

Çığlıklarım dört bir yana savrulmuş, her biri başka bir zamana çağırıyor beni… İçlerinden biriyse, geri dön, tut ellerimi, bırakma, diyor.

Doğrularım, gururum, özgürlüğüm; asla dönme geriye, sen uzaklarla, kavganla, yolculuklarınla varsın, onca direndin, onca savaş verdin, alınyazın için, onca düşmanlar edindin, dönersen kazandığın her şeyi kaybedersin, diyor…

Büyümemişliğim, hiç yaşamamışlığım, hiç kapanmamış yaralarımsa; geri dönmelisin, diyor, tutmalısın onun ellerini… Eğer dönmezsen, eğer tutmazsan ellerini, nereye gitsen arkandan gelir o çığlık. Ne yaşarsan eksik kalır. İşte o zaman bir daha asla kendinle karşılaşmazsın. Kime sarılsan orası sonsuz bir yalnızlık olur… Sonsuz bir ıssızlık…

Alınyazım şimdi o hançerin ardındaki tebessüm gibi kanıyor önümde. Sussam ayrı kanıyor, konuşsam ayrı…

Artık küçümsemiyorum kimseyi. Kimi görsem sonsuz bir merakla bakıyorum: Hangisi yaşadı bu acıyı… Hangisi aştı, hangisi yenildi… Neler yitirdiler, yitirirken neler kazandılar…

Bu acıya girdim gireli gördüğüm herkese saygım arttı…

Sevmek öyle uzun bir kelime ki sanki sustukça ona hep geç kalıyorum, sanki sevdikçe bütün bildiklerimi unutuyorum…

Bir yerlerde bir şeyler büyüyor da, ben sanki sustukça küçülüyorum…

Öyle ki yoldan gelip geçenleri durdurup öykümü anlatmak istiyorum: Size de oldu mu… Aramayınca ne yaptınız… Arayınca ne demeli… Zaman bütün acıların ilacı mı… Bir gün bu tükeniş biter mi… ‘’Sizi unutunca ne yaptınız. O acıyı nereye gizlediniz. Hayata yeniden nasıl başladınız… Başkasıyla olduğunu duyduğunuzda ne hissettiniz… Peki size başkasıyla sevişirken sizi düşünüp ağladığını, bu yüzden sevişemediğini anlattı mı, o an siz ne hissettiniz…

Peki, her şeye rağmen yeniden başlanır mı… Tamiri mümkün mü onca yaşananların, onca kırgınlığın, onca ihanetin…

Kimi mümkün, kimisi de mümkün değil, der… Herkes kendince buna benzer binlerce şey yaşamıştır, ama unutmuş, yollarına devam etmişlerdir…

Ama hiçbir yanıt, hiçbir çözüm önerisi işime yaramaz yine de… Sadece susuzluğum artar. Sadece özlemim artar. Ateş benzin emer sadece. Kısa bir sessizlik olur belki de, ama ardından acım benden daha çok konuşmaya başlar… Ne sorsam, ne dinlesem, ne yapsam olan yine bana olur…

Sonra mistik bir merak kaplar içimi. Kimi görsem, kimle konuşsam onu tanıyıp tanımadığını sormak isterim… Onu tanıyorlarsa hakkında benim bilmediğim ne biliyorlardır, eğer onu bir kez olsun görmüşlerse bile, ne düşünmüşlerdir. Hep sormak isterim…

Bazen öyle tuhaflaşırım ki, birini görürüm ve onun belki de birkaç dakika önce onun yanından hiçbir şey olmamış gibi geçtiğini düşünürüm. Yadırgarım o insanı. Nasıl olur da onun yanından böyle kayıtsızca ve hiçbir şey olmamış gibi geçtiğini düşünürüm. Yüzündeki o kayıtsız ifadede onun izlerini okumaya çalışırım… Nasıl olur da derim, benim onca sevdiğim insanın yanından geçip böyle kayıtsız kalabilir, diye hayretle sorarım kendime.

Hiç utanmam onu başkalarına sormaktan… Kendime duyduğum gururu kaybedeceğimi düşündüğümde, aklımdan onun sözleri geçer: Aşkta gurur olur mu… Ne gururu… Ne gururu… Hiç utanmam aşk konusunda, sevgi konusunda böyle cahil, böyle savunmasız gözükmekten… Öyle çaresiz, öyle şaşkınımdır ki, bu konuda herkesin benden daha derin, daha bilgili, daha çile çekmiş olduğunu düşünürüm…

Hiç utanmam kalbimi teşhir etmekten. Acım öyle konuşkandır ki, hiç utanmam çektiklerimi anlatmaktan. Utanırım aslında, ama utancım acımın yanında komik kalır. Kapanmak ve susmak gerektiğini, hatta daha önceleri nasıl okyanuslara açıldıysam, yine öyle yapmam gerektiğini düşünürüm. Ama hiçbir şey yapamam yine de… Ne kapanırım kendime, ne de susarım. En acısı okyanuslara açılmayı artık hiç göze alamam… Çünkü bilirim ki nereye, hangi açık denize gidersem gideyim, benimle birlikte oraya gelecektir o iki ucu keskin hançer. Bir yanım özgürlüğüm, doğrularım; öbür yanım hiç büyümemiş çocukluğum, hiç kapanmayan yaralarım… Hançerin bir yanına sarılsam asi yalnızlık; öbür yanına sarılsam kaybolmuş özgürlüğüm, bu aşkla açılan yaralarım, bu aşkla ortaya çıkan o hiç büyümemişliğim ve onca yıl kendimden bile sakladığım düşkünlüğüm…

Ve öyle konuşkandır acı ve öyle derin, öyle gizli bir yerden çıkıp gelmiştir ki aşk, burada, karada küçümsediğim ne varsa utanmayıp onlar gibi düşünmeye başlarım.

Daha önceki sevgililerime davrandığım gibi davranamam ona. Bir başka yüzüm açığa çıkmıştır sanki… Artık anlayışlı ve modern olmayı beceremiyorumdur.

Tanıyamam kendimi. Kendime duyduğum o sonsuz güven silinip gitmiştir. Kıskançlığın o yapışkan, öldürücü zehri damarlarımda akmaya başlamıştır… Kimse görmesin isterim onu, kimse dokunmasın.

O beni ne kadar kanatırsa kanatsın kızamazdım ona, öç alamazdım ondan… Çünkü sağlıklı, normal insanların işidir öç almak. O da bana ne kadar kızsa da benden öç alamazdı… Çünkü biz ikimiz de aynı yaranın insanlarıydık… Yeter ki gelsin o bana, gelsin ki öldürücü bir bütün olsun yaralarımız, yabancı bir yarayla değil, onun ölümüyle öleyim, razıydım…

Ben kendim olmayacaksam, başka ışıkları, başka hayalleri neyleyim, yeter ki o daha çok sevsin, gerçeğin ve varlıkların öbür yüzlerini görmemeye razıydım…

Yeter ki o bana geri dönsün, kendimde yıllardır bulamadığımı, boş yere de olsa, umutsuzca da olsa onda arayıp bulmayı umut edip durayım, razıydım.

Bunu söylerdim ona, bu yüzden acımasız, bu yüzden kırıcı olduğunu söylerdim. O ise bana hiç aldırmaz, söylediklerime inat bir yabancıya teslim ederdi o yaraları; ona inanır, onun elinde kötü olmaya çalışırdı.

O zaman okyanuslar gelirdi aklıma… Asiliğim, hançerin öbür yanında kanayan özgürlüğüm gelirdi.

Uzaklardan kimsesiz çığlıklarımın sesi duyulurdu o zaman: Kalma orda, onca zaman direndin, onca bedel ödedin, geldiğin yere dönme, diye seslenirdi bana…

İşte o zaman garip bir kan kokusu gelirdi burnuma… Bütün bildiklerim, onca öğrendiklerim, verdiğim onca savaş gelirdi… Burada yeni bir şey yoktu bilirdim. Burada ne kadar kalsam da, her şey hiç değişmez ve aynı kalacaktı; burada insanlar yaşamadan yaşıyormuş gibi yapacaklardı, çılgınlıklarını bir çırpıda özetleyip, sonra da hiçbir şey olmamış gibi, ne kadar eziyet görseler de, nedenini  sormadan yaşayıp gideceklerdi…

Burada bilip de unutmaya çalıştıklarım yeniden aklıma gelirdi… İşte o zaman, artık gitmeliyim, derdim, artık geriye dönüp bir kez bile bakmadan, gitmeliyim…

İşte o zaman o hançerin öbür yüzü yine karşıma çıkardı… Bana yine: Geri dön, gitme, tut ellerimi, bırakma, derdi hançerin ardındaki o kanayan tebessüm… Çığlıklarım yine dört bir tarafa yayılırdı… Hiç büyümemiş çocukluğum yine kanamaya başlardı… Çocukluğum hep burada olmayı isteyen bir kadında, hayallerim ve özgürlüğüm ondan çok uzakta bir yerde kalırdı…

Anlardım ki artık kimseye soracak bir şeyim kalmamıştı… Araf’ ta asılı kalırdım öylece…

Anlardım, artık benim benden başka kimsem kalmamıştı… Susardım… Hep susardım…

Sustukça özler, özledikçe susardım…

Olmak istediğim her yerden uzakta… Neredeysem hep öbür yanımı özleyerek susardım…

Biliyorum belki şimdi değil, ama uzun yıllar sonra onunla kaderini paylaşacaktım…

Çünkü ne kadar umutsuz olsam bile, beni hep yalnızlaştıran beklentilerim var bu hayattan.

Ne zaman bu şehirden ayrılmayı düşünsem aklıma ilk kez çevremdekilerin, o yakınımdaki yabancıların gözündeki ‘’ imgemi onarmak’’ geliyor mesela…

Beni yanlış tanıdıklarını, belki de hiç anlamadıklarını düşünüyorum onların… Yaşadığım şehri sonsuza dek terketmeyi düşünürken bile hakkımdaki önyargılarını değiştirmeyi, kendi imgemi, beni tanıdıklarını sanan, beni bana en etkili, en parlak sözlerle anlattıkları halde beni bugüne bir an olsun bile hissetmeyen o çevremdeki o çok tanıdık, ama çok yabancıların gözünde biraz olsun gerçeğe yaklaştırmayı düşünüyorum…

Şimdi değil, ama biliyorum birgün babam gibi ben de kendimi anlatırken, başkalarının gözündeki ‘’ imgemi onarmaya’’ çalışırken ansızın yorulacağım, ama gerçekten ve en derindeki duygularımla birlikte yorulacağım…

Vazgeçeceğim artık başkalarının gözündeki ‘’ imgemi onarmaktan’’ … Uzaklardaki kendimi, yanıma çağıracağım…

Başıma ne gelirse gelsin, bedeli ne kadar ağır olursa olsun, birgün kendimi yanıma çağıracağım… Çünkü o herşeyi benden de önce görmüştü.

İlk bakışta, hemen o anda… Yalanlar bilinmeyen aydınlıklarla sevişirken. Nasıl bir korkuydu; hepimiz aynı anda büyümek kararı vermiştik… İşte o zaman… Çünkü başka bir çare yok gibi görünüyordu. Aklımıza başka bir şey gelmiyordu. Ayrılmalıydık…

O gitmeli, ben kalmalıydım. Sonra vedalaştık. Hiçbir şey demedi. Hala o sessizliği, o kabullenişi koyar bana… Sonra uzaklara uğurladım onu… Son kez öyle baktı incitmeden, sorgulamadan öyle baktı…

Sanki ben değil o beni uğurluyordu uzaklara… Sanki ben değil, o bana merhamet duyuyordu…

Sanki ben değil, o soruyordu nerede hata yaptık, nerede yenildik diye…

Sonra ona bir isim verdim. O benim umutsuzluğumdu.

Ertelediğim yalnızlığımdı. Bu hayatta ayakta kalma adına uzaklara gönderdiğim ilk sevgilimdi o…

Ne zaman ihanete uğrasam, ne zaman ihanet etsem aklıma ilk o gelir… Derinlerde gizlediğim umutsuzluğumdu… Ondan koptuğumdan beri, belki de bu yüzden sandığımdan daha az acı verir kendime ve başkalarına yaptığım ihanet…

Burnum derin bir ayrılığın acısıyla sızlar bazen. Şimdi burada olsa derim, burada benimle… Oysa uzaklardadır o… Ya da en çok ben onun uzağındayımdır…

Onu uzaklara gönderdiğimi saklamak için ne çok uğraşırım; Başarı için uğraşırım mesela… Para ve statü için…

Sonra ilişkiler; derinimde yatan o büyük ayrılığı, o derin umutsuzluğu unutmak için girilen o sonsuz tüketici ilişkilerim… Aileler, eski ve yeni arkadaşlıklar, eski ve yeni inançlar, cemiyetler, kulüpler, özel günler, geçmişi özlemekler, gördüğüm herşeyi saklamak ve biriktirmek tutkusu, futbol, burçlar, gelecek beklentileri, beğenilmek ve toplumda bir edinmek arzusu…

Beni tanıdığını sananlara, benim için önyargı biriktirenlere, ben de sizden biriyim, benim sizden hiç farkım yok demek için.

Ben özümü, ben ilk, ben asıl sevgilimi uzaklara uğurlamadım, ben gördüğünüz gibi, neysem oyum,  demek için…

Örttüm işte bunlarla, üstünü hep örttüm asıl ayrılığın, ilk sevdamın, örttüm üzerini o büyük umutsuzluğumun demek için…

Bu yüzden gerçekten, ama gerçekten ne sevdimse hayalimde sevdim ben.

Hayalimde sevdiğim insanlar için bütün yolculukları, bütün dertleri, bütün ölümleri, bütün aşkları göze aldım…

Gerçek olduğunda ise yaşayamadım hiçbirini… Hayalimdeki gibi yaşayamadığım aşklarım için utandım hayallerimden… Utandım biriktirdiğim her düşten, her özlemden…

Ama yine de sakladım üzerini o büyük umutsuzluğumun. Sakladım dünya avuntularıyla…

Kendini uzaklara uğurlayanlar iyi bilir: Kimse veremez insana içindeki boşluktan daha büyük bir sızı…

Seni neden sevdiğimi anladın mı şimdi…

Benim gibiler ancak kendisine benzeyeni severler…

Senin gibiler ancak kendisine benzeyenleri severler.

Sen de herkes gibi uzaklara uğurlamıştın kendini bir vakitler… Yaşamak için. Ayakta kalmak için. İtilip kakılmamak, hor görülmemek için…

Uzaklara uğurlamıştın özünü. Ve ona ilk sevdam; ona gizli umutsuzluğum adını takmıştın…

Diğerlerinden farkımız sadece şuydu: Ne yapsak, nereye gitsek, biz o uzaklardakini, ya da uzaklardaki kendimizi hiç unutamamıştık…

Yine de bize hayatı öğretmeye çalışıp, bizi gelecekle barıştırmayı uğraşanların anlatmakla yükümlü oldukları bir şey vardı, bir şey. Neden, nedendi bunca ödün karşılığında ayakta kalma çabası, itilip kakılmamak ve herkes gibi olmak için kendimizi uzaklara uğurlamamız…

Kendimizi uzaklara uğurlarken, ya da kendimizin uzağındayken ve hep içimizdeki o derin boşluk, yaşadığımız ve yaşayacağımız her aşktan daha büyük oluyorsa anlamı neydi bu hayatın… Ne gereği vardı onca bilginin…

Aslında aşk dedikleri o uzaklara uğurladığımız kendimizdi…

Aşk dedikleri uzaktaki kendimizi özlememizdi…

O büyük boşluğun bilgisiydi aşk…

Ey sevgili, yaşamak için, yaşamak için katlandık biz seninle aşkın yokluğuna ve bunca acıya, bunca özleme…

Ne tuhaf, bütün bunları biliyorsak ayrı da olamayız seninle…

Birlikte de…

En çok uzaklara uğurladığımız kendimizin yerine koyarız birbirimizi.

Ya da özlediğimiz kendimizin…

İşte asıl cinayet o zaman başlar…

Birbirimize yıllar önce işlediğimiz hataların, günahların bedelini yükleriz…

Yaşamak için geçmişte verdiğimiz bütün ödünlerin bedelini o zavallı aşkımıza yükleriz…

İşte asıl cinayet o zaman başlar…

Oysa herşeyi biliyoruz ve hiç unutmuyoruz sevgili…

Derdimiz aşkımızla değil… Derdimiz çok yıllar önce uzaklara uğurladığımız kendimizle… Derdimiz uzaktaki kendimizle…

Bütün bunları bildiğimiz halde nasıl bilmezlikten geliriz…

Nasıl, nasıl, arayıp da birbirimizde bulamadığımız herşeyin suçunu aşkımızda ararız…

Ne olur yükleme aşkımıza, hayatında eksik olan, yaşayamadığın ne varsa…

Eksiğiz, yaralıyız; kabul et. Bir kanadımız yok. Böyle uçamayız. Üstelik bunu herkesten iyi biliyoruz…

İkimizin de içinde büyük bir boşluk var. Ne yapsak, ne etsek aşkımız bu boşlukta tutunamaz… Düşer, üşür, boğulur…

Bırak başkalarını artık… Çağır kendini… Ya da yanına git…

Bırak artık başkalarındaki o paramparça imgeni.

Bırak, hakkındaki önyargılarla istedikleri kadar oyalansınlar çevrendeki o çok yakın bildiğin yabancılar…

Ne hayat, ne bu dünyanın büyüden yoksun bilgisi… Ne de o çok tanıdık yabancılar…

Benim için hep içimdeki bu boşluk önemliydi. Bir de bu boşlukta tutunamayan aşkım… Aşklarımız…

Bedeli ne olursa olsun çağırıyorum işte kendimi… O gelmeyecekse ben gidiyorum, onu yıllar önce uğurladığım o çok uzaklara…

Çünkü kendimi tanıyamazsam işte o zaman, işte o zaman asıl cinayet başlar…

Sen kendini tanıyamazsan, işte o zaman boşa akar bunca kan.

Tam kapıdan çıkacakken, durdum bir an. Yaşadığımız onca şey, kalbimden geçti. Kalbimden sen geçtin. Kalbime saplanıp sırtımı parçalayarak çıkan bir kurşun gibi… İçim dondu bir an. Sonra açtım gözlerimi ve yoluma devam ettim. Her gün binlercesini yaşadığım böylesi anlardan biriydi sadece… Zamanın dışına çıkıp sonra yeniden hayata girdiğim… Önce hücrelerime dağılıp sonra yeniden aynı bendende buluştuğum o krizlerden biriydi… Ölüp yeniden dirilmek gibiydi.

Küçük detaylar… Anlar, uçup giden… Hangi defterimi açsam, sana yazdığım bir cümle, bir şiir var… Hayatım seninle mi geçti? Ben senin için mi doğdum? Bir başka kadına aşıkken, seni nasıl sevebilirim? Gerçek aşk bu mu?

Oysa nasılda yabancıyız, birbirimizin acılarına… Nasıl da uzağız birbirimize… Seni anlayabilseydim… Seni basit kıskançlıklardan arınarak sevebilseydim. Zaman daralıyor… Yaşlanıyorsun. Yaşlanıyorum. Geçen zaman hayatımızdan çalıyor. Nasıl da buluşur, yollar… Sonra ansızın bir sapağa döner, birisi… Diğeri bırakıldığı yerde bir ömür boyu donakalır arkasından!.. Bana hayatı anlat!.. Bana aşkı anlat! Bütün ezberim bozuldu…

Biliyorum bir başkasıyla birleştirdin hayatını… Neden şaşırıyorum detaylara… Bu kadar uzağımdayken mi yakınsın bana? Bu kadar uzağındayken mi içindeyim?

Sevgi başka bir şey mi?  Ne olur anlat bana!

Neyim var ki sığınacak? Başka savunmam yok, "beni arama görüşmeyelim!" demekten başka…

Terk edilmiş birinin, "beni arama" demesinden daha zavallıca, ne olabilir ki… Nasıl da acımasız, şu zaman!.. Son sürat bir delilikte sürükleniyor hayat… O kapının önünde öylece, donmuş, bakıyorum yıllardır.

Neye yarar sözcükler kalpleri kanatmaktan başka? Beni sevdiğini söylemen neye yarar? Neye yarar beni bir daha arasan ya da hiç aramasan? Neye yarar acı çeksen, acı çeksem…

Kaybettik birbirimizi. Kirlendik. Hayat gibi. BANA BENİ ANLAT!.. İnançlarımı geri ver bana. Yıllar önce seni kusursuzca sevebilen o gencecik adamın heyecanını, hayata bağlılığını, aşka inancını geri ver!.. Bana Beni Geri Ver Artık… Bana Seni Ver!..

"Bir kente aşkın için geri gelmek ne güzel ama sakın aşk için bir kenti terk etme!.." demişti birisi… "İstanbul bunu hak etmiyor sen hak etmiyorsun!" demişti…

Oysa bilinmezliğin yolculuğuna çoktan biletimi kestirdim ben… Gidiyorum ,kaçıyorum yorgunum…

İlk ne zaman hissettin bu dünyada istediğin sevgiye hiçbir zaman kavuşmayacağını…

İlk ne zaman anladın seni koruyacak bir derinin olmadığını…

Kapı sesleriyle kalbini açıklamayı ilk ne zaman öğrendin. Evet, öğrettikleri hayattı… Aşka yalan karışırdı, yalana aşk…

İlk erkeğin… Bir sabah evin kapısı açılır, sonra kapanır. O kendine kapanan yürek sesi gibi bir tık sesi… Sessiz ve ölümcül…

Merdivenlerde hayatın hükmü gibi çınlayan babanın ayak sesleriydi… O an kalbine ve odana keskin bir ayaz rüzgarı dolmuştu.  İlk ve sondu. Ruhun tutulmuştu. Yaşadığını kendine hatırlatmak için, içinden tekrarlamıştın hep: Bu anı daha önce görmüştüm… Bu anı daha önce görmüştüm…

Gözlerinle saymıştın babanın giden adımlarını… Bir tek şey için kızmıştın babana, sadece bir tek şey için… Gitmeden önce bir duygusuz bir deriyle örtseydi ruhumu, gitmeden önce keşke acımasız bir deriyle örtseydi ayaza tutulmuş kalbimi… Keşke bir gün dönerim diye,  yalan söylemeseydi de, saflığımı bu hayattan nasıl koruyacağını öğretip öyle gitseydi… Demiştin…

İşte o an yaşadığın öyle büyük bir acıydı ki, bir sonraki acı durağında nefesin kesilebilirdi. Savrulurken kendinden öteye, bilinçsizce, düşünmeden tutundun ve sımsıkı sarıldın benliğine…

Oysa ruhunla ilgili, hayallerinle ilgili ne düşler kurmuştun kendine…

Oysa en sevdiği kelime Nirvana’ydı… Düşlerini yakıp yakıp küllerini tüm evrene saçacaktın. Düşlerin hangi toprağa düşerse düşsün, coşkun bir yanık hissiyle yeniden dirilecekti. Kalbinin yeminlerine boyun eğecekti gitmek istediğin her yer… Öyle korkusuz ve inatçı olacaktı ki çıplak ruhun, onun önünde boyun eğecekti dünyanın bütün biçimleri, nesneleri ve gölgeleri…

Oysa öyle korkutmuşlardı ki seni, bir kez olsun korkunun gözlerine derinden bakamadın. O derin terkedilme korkuna bakamadın, ama ölümünün gözlerine dalıp gittin her istediğinde ve hep sonsuz bir sevgiyle…

Ve belki de bu yüzden intihar edenler hep merak dolu bir hayranlık uyandırdı sende…

Yapamadığın, belki de hiç yapamayacağın şeyi onlar yapmıştı. Korkusuzdular sana göre. Ama arkadaşlarına onların yazgılarını konuşurken; ıssız bir adada yaşamıyoruz ki, sevenlerimiz, sevdiklerimiz var, onlara acı çektirmeye hakkımız var mı? Dedin hep, ezberlemişçesine… Sonra odana dönüp böyle konuştuğun için lanetler yağdırdın kendine, söylediklerine, o iyileşmesi mümkün olmayan korkuna…

Ve en çok özendiğin insanlar okullarda arka sıralarda oturanlardı. Disiplinsiz davrandıkları, kuralları çiğnedikleri için okullarından atılan ya da uzaklaştıran o çok umutsuz, o çok serseri, hayattan dışlanmış o korkusuz çocuklardı…

Hep sorardım kendine o çocukların neden bu denli korkusuz olduklarını…

Yoksa hiç mi benim gibi terkedilmemişti onlar?… Hayata, kurallara isyan etme gücünü nereden alıyorlardı?… Yoksa onları terk eden sevdikleri, terk etmeden önce ruhlarını, kalpleri kalın, güçlü bir deriyle kaplayıp öyle mi gittiler uzaklara?… Yoksa bir bildikleri mi vardı? O en dipte, o derin umutsuzlukta hayat daha mı iyi görünüyordu?… Onlar gibi savrulsam, itilsem dünya denen bu karanlık ormanı daha mı iyi görürdüm?… Onlar gibi olsam bu korkuma böylesine sıkıca sarılır mıydın?

Hep bunları sorardın kendine…

Sense öyle çok korkuyordun ki terkedilmekten, benliğini havasız bırakıyordun. Başını gökyüzüne kaldırıp yıldızları ve o serseri ufku seyrederken bile aklından kuşatılmış benliğin, o derin korkun geçiyordu hep. Oysa yersizdi bu korkun. Hep unuttuğun bir şey vardı. Bir daha hiç terkedilmeyecektin ki sen! Çünkü hiç kimseye bir daha bağlanmayacaktın. Benliğine böyle delice bir korkuyla sarılman bile çok anlamsızdı, ama o ilk ve son terkedilmeni öylesine hazırlıksız bir anında yaşamıştın ki bu korkuya sarılmadan var olamazdın sen…

İşte bu anlamsız korku yüzünden okuduğun okullarda, arkadaşlarının arasında hep, en uyumsuz  ama en çalışkan oldun. İşe yaramaz deha, en uçarı bencil oldun hep…

Herkesin yaptığını yapmıyor, herkesin gittiği yere gitmiyor, her yerde tek başına dolaşıyor, herkesi küçümsüyor, her konuşulanı anlamsız ve bayağı buluyor, ama derslerini inanılmaz bir dikkatle ve korkunç bir inatla çalışıyordun…

Çoğunlukla da yalan söylüyordun karşına çıkanlara. En ufak bir vicdan azabı duymaksızın hem de. Yalan söylüyordun çünkü tek derdin onlardan, okullardan, çevrendekilerden kaçıp, kurtulmaktı. Ele geçmemekti. Seni hiç, ama hiç kendi çemberlerine alamayacaklardı.

Ele geçmemek ve fark edilmemek için küçümsediğin insanlardan daha çok çalışmak zorundaydın o nefret ettiğin derslere… Senin ele geçmen onların ele geçmesine benzemezdi. Sonun olurdu fark edilmen… Böyle hissediyordun. Kuralları çiğnedikleri, disiplinsiz davrandıkları için okullarından uzaklaştırılan o çok özendiğin çocuklar bile seni anlayamazdı gitseydin onların yanına. Onca ezilmiş ve dışlanmış olmalarına rağmen, sırf farklı olduğun için onlar da ezerdi seni. Nefret ettikleri bir dünyadan gelmiş olman yeterdi seni acıtmaları ve incitmeleri için… Öyle çok zulüm altındaydı ki onlar, seni üzüp incittiklerinin bile farkına varmazlardı…

Anlaşılmasın diye o derin korkun, bilinmesin diye, derisiz oluşun yüzünden, kendini gizli bir kurguya hapsetmiştin bu yüzden…

Garip yaşam öyküleri yakıştırırdın kendine. Tuhaf, benzerine pek rastlanmamış insanlık dramlarını kendine mal ederdin. Başkalarının taşımaktan usandıkları acılarını, terk edip bıraktıkları hasretleri, bilinçli bir dalgınlıkla unuttukları ve artık hastalıklı sayılan incelikleri hep bu kurgunun içine koyardın.

Ödünç hayat öyküleri, sahipsiz acılar, modası geçmiş inceliklerle zaman kazanmaya çalışırdın hep. Geride, kalenin arkasından kendini seyrederdin. Sana yaklaşmasınlar, seni fark etmesinler diye insanlara farklı seni oynayan, uydurduğu öykülere önce kendi inanan, başkalarının acılarını senin acınmış gibi anlatırken utanan, unutulmuş incelikleri sana aitmiş gibi sunarken mahcup bir pişmanlık duyan ruhunu seyrederdin sığındığın uzaklardan…

Seni ele geçirmek isteyenler kötüydü evet. Kalplerini ihmal ediyorlardı. Hayatlarında sevgiye yer yoktu. Sadece çıkarları için yaşıyorlardı. Sevindirdin evet, böyle olmalarına kirli bir sevinçle sevindirdin. Ya iyi olsalardı, ya kalplerini ihmal etmeselerdi, ya hayatları sevgi dolu olsaydı, o zaman ne yapacaktın onlara?… Ama onlardan önce kendine nasıl anlatacaktın?…

Hayatın ve insanların o derin kötülüğü, o sınırsız sevgisizliği doğruluyordu çünkü o derin, o iyileşmez korkunu. Doğruluyordu bir kalenin arkasında o derisiz ruhunu saklamanı…

Ama en çok hep öç alarak sevmeni doğruluyordu…

Evet, hep böyle sevmiştin sen. Böyle anlarda aklın acından önce koşmuştu. O nefret ettiğin aklına sarılmıştın…

O ilk terkedilişinin acısını seni sevenlerden çıkartmıştın hep. Seni sevmeye yeltenenlerden. Senin bir vakitler öncesiz ve sonrasız terkedildiğini ve sevilmeye hiç layık olmayışını anlayan o zavallı insanlardan…

Biliyor musun, ilk kez o gece telefonla konuşurken hissettim gerçekten çok içten olduğunu, ilk kez o an anladım bana oynamadığını, o sözü yürekten söylediğini…

Şu an en çok istediğim ne biliyor musun?… Ne olurdu benimle ilgili hiçbir şey hatırlamasan… Herşeye yeniden başlasak. Ne olurdu bütün bunları, konuştuğumuz herşeyi unutup, yeniden başlasak…

Böyle demiştin…

Çok isterdim, ama bu mümkün değildi. Çünkü ta başından, karşılaştığımız andan bugüne kadar, sen kendini değil beni anlattın sevgili… O sabaha karşı kapının açılıp sonra bir yüreğin kapanışı gibi kapanışını bir de benden dinle istersen…

Merdivenlerdeki o ayak seslerinin bu hayatın hükmü gibi kalbimde çınlayışını… O ayazın odama ve ruhuma doluşunu inan senden daha iyi anlatabilirim…

O terkedilme korkusu yüzünden benliğime sımsıkı sarılışımı, bu yüzden tıpkı senin gibi sevgilerimi adeta öç alarak nasıl yaşadığımı bir de benden dinlesen…

Şimdi sonsuzluğa mahkumuz seninle…

Işıksız, perdesiz, dekorsuz ve seyircisiz bir sahnede sonsuzluğa mahkum iki oyuncuyuz biz…

Çok kimsesiz, çok bencil, çok başarılı, çok zavallı, çok korkak, çok korktuğunu saklamak için çok önde, bu yüzden kendi çığlığını sadece kendi duyan iki oyuncuyuz…

Keşke sevgili seninle ilgili bildiğim herşeyi ben de unutabilsem, unutabilsem tıpkı senin gibi sonsuzluğa mahkum bir oyuncu olduğumu…

Biliyor musun?… Bilirsin elbet…

Ne yorucu, ne umutsuz bir şey bu sonsuzluk…

Ne acı bir şey seni sevdikçe kendimi hatırlamam…

Ne acı bir şey seni hatırladıkça en çok kendimi, en çok o sonsuzluk oyuncusunu hatırlamam…

kendimin sahibiydim,
dünyaya kandım sonra,
seni arkada bırakarak,
çocukluğum gibi,anılarım,
kalbim gibi...
sen orda dur,
yeniden geleceğim,dedim.
seni benimle bensiz,seni kimsesizliğimle kimsesiz bıraktım.
ama aramızda hep bir ip vardı,
zaman uzadıkça insanlara dolaşan
dolaştıkça kördüğüm...
ölürsem affet beni,
ve gözlerimi sen ört
bu kördüğümü sen çöz...

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi