Kuyunun dışına çıkmak

Peki, neydi bu dışarıda insanlarla, toplum içinde yaşadığı o misafirlik, o eksiklik, o yaşayamama duygusu? Sanki bir puslu camın ardında yatıyordu.

Uzun zamandır ilk kez o çok içki içtiği ve büyük bir istekle sarsıla sarsıla ağladığı gece özgür olduğunu, kendi olduğunu hissetmişti. Doyamıyordu sanki ağlamaya; ağlayarak sanki hiç dinmeyecek olan susuzluğunu, onu karamsar, tutuk, beceriksiz yapan kilitlenmeyi, bu havasızlığını gidereceğini sanıyordu… Alkolün yardımıyla sanki yüzyıllardır ayrı kaldığını sandığı benliğiyle, özüyle buluştuğunu hissediyordu. Benliği bir kuyunun dibinde, karanlıklar içinde yapayalnız, kimsesiz, orada bekliyorduonu sanki.

O ise toplumsal rollere, kurallara uyan maskesiyle kuyunun yukarısında kendisinden yüzyıllardır uzakta, kopmuş bir şekilde yaşamaya çabalıyordu. Çok içince yaşadığı kuyunun içinden çıkmış, ayrı kaldığı benliğiyle buluşmuştu ama bu çok kısa ve umutsuz bir buluşmaydı. Birazdan alkolün etkisi geçecek, ondan ayrılıp tekrar dışarı itilecekti. Ağlaması, hem buluşmanın coşkusu, hem de birazdan başlayacak olan ayrılığın acısı yüzündendi. Dışarı itilecekti; kendisini hep bir misafir, hep eksik, hep acemi, hep soluksuz hissettiği yere…

Peki, neydi bu dışarıda insanlarla, toplum içinde yaşadığı o misafirlik, o eksiklik, o yaşayamama duygusu? Sanki bir puslu camın ardında yatıyordu. Duygularını kendisini saldırılardan, tehlikelerden korumak için yaptığı kabuğun içine saklamıştı. Oysa duygularını alabildiğine özgürce hissetmek ve hissettirmek istiyordu. Ama duyguları sanki ondan bağımsızdı, ona rağmen vardılar ve ona rağmen ürkek ve her an gizlenmeye hazırdılar. Duygularının onu soluksuz bırakan bu taleplerine, sonuçlarına katlanmayacağı için engel olmaya çabalıyordu. Duygularını açığa vuramadığı için de karamsar, durgun
ve kapalıydı. Duyguları bu denli ürkek ve öldürücü bir giz içindeyken bir şey söylemek gelmiyordu; çünkü eğer söylerse bunun gerçek olmadığının anlaşılacağından korkuyordu. Çoğu kez de korktuğu gibi oluyordu!..

Böyle anlarda kendisinden derin bir şüpheye düşüyordu. Yoksa, bu ‘’duygularım, iç dünyam’’ dediği, öğrendiği ve ezberci gibi belli durumlar karşısında söylediği kalıplaşmış ifadeler miydi? Söylediklerinin gerçekten söylemek istedikleri olup olmadığından çoğu kez emin olamamıştı. Yaptıklarının, yapmak istedikleri olup olmadığından çoğu kez emin olamadığı gibi. Böyle olduğu için karşılaştığı, ilişki kurduğu insanlarla hep bir sahte uzlaşma, bir sahte barış duygusu içindeydi. Bu yüzden sık sık insanlarla birlikteyken kendisini onlara pazarladığı, sattığı duygusuna kapılıyordu. Bu alışkanlığıyla yüz yüze geldiği anda ise kendisini kötü hissediyor, bu duygudan kurtulmak için de kendi kurduğu bu oyunu bozuyor ve karşısındakilere hırçın, kırıcı davranmaya başlıyordu. Genellikle alkollüyken böyle davranabildiği için, ayrıldığında hırçın ve kırıcı davrandıklarından teker teker özür dilemeyi asla ihmal etmiyordu! ‘’ Özür dilerim, bir an kendimi kaybettim, bağışlayın!’’ diyordu. O sahte, o uzlaşmacı maskesini takıyor ve bu maskeli kişiliğini pazarlamaya yeniden başlıyordu…
Ancak bu maskeli kişiliği, bu uzlaşmacı, yanaşma ruhlu tavrı onu boğuyor, zehirliyordu. Eksik, yanlış, kötü iyi, her neyse ama kendisi olmak, duygularını alabildiğine özgürce yaşamak, yüzyıllardır bir kuyunun dibinde onu bekleyen asıl benliğiyle buluşmak istiyordu. İşte tam bu yakıcı istek onu sarıp sarmalamışken yüreği öldürücü bir soruyla sarsılıyordu: ‘’ Ya benim bir özüm, kuyunun dışında yüzyıllardır bekleyen bir benliğim hiç olmadıysa? Bütün bunlar sinirlerimin, beynimdeki kimyasal salgıların bir oyunuysa ve ben son nefesime dek böyle kilitlenmiş kalır ve hiçbir zaman kuyunun dışına çıkamazsam?’’

Ancak çok kısa bir süre sonra şöyle düşünmekten de kendini alıkoyamıyordu: ‘’ O vardı ki ben onu böylesine özlüyordum!..’’

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Cezmi Ersoz Arşivi