27 Mayıs ve dört parça Kürdistan'ın ortak çağrısı!
KNK'nin çağrısı sadece Türkiye, Suriye, Irak ve İran'ın değil, tüm dünyanın barış ve demokrasi güçleri tarafından dikkatle okunmalı ve sonuna kadar sahip çıkılmalıdır.
Tam 65 yıl oldu... 26 Mayıs gecesi geç yatmıştım. Ertesi sabah kapının güm güm vurulmasıyla uyandım. Annem, babam ve kardeşim de endişe içinde uyanmışlardı. Komşunun genç kızı kapıdaydı. “Radyoda bir şeyler anons ediyorlar, galiba darbe olmuş...” dedi.
Hemen radyoyu açtık. Tok bir ses silahlı kuvvetlerin yönetime el koyduğunu anons ediyor, ardından da yeni yönetimin NATO’ya ve CENTO’ya bağlı olduğunu vurgulayıp duruyordu.
Tahkikat Komisyonu kurarak parlamenter muhalefeti de ezmeye kalkışan, zulme başkaldıran gençleri kurşunlatarak sindirmeye çalışan 10 yıllık DP iktidarı silahlı kuvvetlerin 27 Mayıs Darbesi'yle devrilmişti.
Bir süredir İzmir'de zorunlu izinde olan ve o gün Ankara'ya giderek devlet başkanlığını üstlenecek olan Orgeneral Cemal Gürsel'den Yurtiçi Bölge Komutanlığı'nda Milliyet Gazetesi için kısa bir demeç aldıktan sonra saat 9 sularında tepkileri öğrenmek üzere NATO Karargâhı’na gittim. Müthiş bir hareketlilik vardı.
Basın Bürosu’ndaki Türk subaylar gece basılan gazeteleri getirtmiş inceliyorlardı. Geldiğimi görünce büyük bir coşkuyla yerlerinden fırlayıp boynuma sarıldılar. "Hepimizin gözü aydın. Artık basın da tam hür olacak. Kâbus bitti" dediler.
O günkü Yeni Asır Gazetesi’nde Milli Savunma Bakanı’nın bir demeci vardı. Subayların maddi durumlarının iyileştirilmesi için yeni bir plan hazırlandığından bahsediyordu. Gazeteyi inceleyen subay, kahkahayı bastı: " Çok geç oğlum, çok geç... Artık kendi sorunlarımızı da biz kendimiz çözeceğiz."
O sırada yandaki bürodan gelen bir yarbay, beylik tabancasını beline takarak basın bürosuna daldı: "Allah kahretsin, dedi. Emniyete hâlâ el koymamışız, ben hemen oraya gidiyorum."
Sürekli açık tutulan radyodan, sabahtan beri sık sık tekrarlanan darbe anonsu veriliyordu. Tok bir ses "NATO’ya CENTO’ya bağlıyız" diye vurguluyordu. Amerikalı subayları herhalde en ilgilendiren cümle de buydu.
Türk subaylardan biri hemen İngilizce açıklama yaptı: "Bildiriyi okuyan mutlaka Alparslan Türkeş’tir, bu onun sesi... Kaç haftadır buraya gelip gidiyordu. Zaten onun başı çekeceği çoktan belliydi."
Gerçekten de, İstanbul ve Ankara’da öğrenci gösterileri sürüp giderken Genel Kurmay NATO Dairesi Başkanı olan Kurmay Albay Alparslan Türkeş'in sık sık İzmir’e gelerek NATO komutanlarıyla bir dizi görüşmeler yaptığı, bu arada Gürsel’le de temas kurduğu söyleniyordu.
Tanıdıkları bir albayın işin başında görünmesinden, Amerikalısı da, Türk’ü de, hemen tüm askerler memnundu. Şaşırmadım... Milliyet gazetesinin temsilcisi olarak haber almak için NATO Karargahı’na gidişimde, orada görevli Türk subaylarının iktidar aleyhtarı bildirileri Amerikalı subay ve assubayların gözleri önünde karargahın daktilo makinelerinde dizip teksir makinelerinde bastıklarını görüyordum. Belli ki her şey ABD’nin bilgisi dahilinde gelişiyordu.
Darbe sabahı sadece, bir albay, NATO’ya, CENTO’ya bağlılık açıklamasından son derece tedirgindi. Kendisiyle bir hafta kadar evvel, Türkiye’den kalkan Amerikan U-2 casus uçağının Sovyetler Birliği üzerine düşürülmesi konusunu konuşmuştuk. Türkiye’ye IRBM füzelerinin yerleştirilmekte olmasına zaten tepkiliydi. U-2 uçağı rezaletinden sonra Türkiye’nin iyice güç durumda kalacağını söyleyerek NATO’ya, CENTO’ya bağımlılığı şiddetle eleştirmişti.
***
Darbeden iki hafta önce, İstanbul ve Ankara'daki 28-29 Nisan öğrenci direnişinin üzerinden bir hafta geçmemişti ki, NATO dışişleri bakanları 4 Mayıs 1960'da İstanbul'da toplanmıştı. Müttefik ülkeler liderlerinin bir araya geldiği İstanbul Belediye Sarayı önünde gösteriler yapılıyordu. Ama bu gösteriler NATO'ya karşı değil, aksine NATO üyesi ülkelerin Menderes Hükümeti’ne karşı tavır almasını, düşüşüne engel olmaya kalkışmamalarını sağlamaya yönelikti.
Şaşırtıcı da değildi... 2. Dünya Savaşı'nın bitiminde Marshall Planı ve Truman Doktrini'yle ABD'nin Sovyet sınırındaki ileri karakoluna dönüştürülen Türkiye'nin yöneticileri, bir adım daha ileri giderek NATO İttifakı'na katılabilmek için 1950'de Kore'ye 4500 kişilik bir tugay göndermiş, 1952'de de ana muhalefet CHP dahil tüm partilerin oybirliğiyle Türkiye'nin NATO üyeliği onaylanmıştı.
CHP Genel Başkanı İsmet İnönü İstanbul'daki NATO toplantısı üzerine 4 Mayıs 1960 tarihli Milliyet’te yayınlanan demecinde “CHP insan haklarına hürmetkâr, demokratik bir rejim ile idare edilen bir Türkiye’nin hür Batı âleminin ve NATO ittifak câmiasının şerefli bir üyesi olmasını samimiyetle benimsemiştir" diyor, Menderes'i de "Demokrat Parti genel başkanı, NATO’nun sadık ve vefakâr bir uzvu olan Türk milletine Batı âleminin haklı olarak gösterdiği her itibarı, adım adım kurmaya çalıştığı baskı rejimi için mesnet olarak istismar etmiştir” diye eleştiriyordu.
Birbiriyle kıyasıya çatışma halindeki Türkiye’nin iki büyük siyasal partisinin, DP ve CHP’nin NATO’ya sahip çıkıyor olması ABD’yi de, onun Türk ordusundaki bağlantılarını da son derece rahatlatmıştı.
Bu rahatlıkladır ki darbeciler 27 Mayıs sabahı Türkiye radyolarında sözcü olarak Genel Kurmay’ın NATO Dairesi Başkanı Kurmay Albay Alparslan Türkeş’i konuşturarak “NATO’ya, CENTO’ya bağlıyız” yemini edeceklerdi.
***
27 Mayıs 1960 darbesi sadece Türkiye'nin ABD emperyalizmine ve NATO'ya bağımlılığını pekiştirmekle kalmadı, devletin 35 yıldır Kürt ulusuna karşı uyguladığı baskı ve zulüm kampanyasında yeni bir sayfa açtı.
DP iktidarı döneminde hapsedilen, haklarında dava açılan muhalifler 27 Mayıs'dan itibaren özgürlüğe kavuşturulurken, Menderes döneminde Kürtçülük yaptıkları gerekçesiyle tutuklanmış olan 49 Kürt öğrenci ve aydını tahliye edilmedi. Harbiye tabutluklarında işkence altında acılı yaşamlarını sürdürdüler.
Darbeden sadece dört gün sonra Doğu ve Güneydoğu'dan 485 Kürt şahsiyeti tutuklanarak Sivas Kabakyazı’da 5. Er Eğitim Tugayı’ndaki bir kampa kapatıldı, 19 Ekim 1960'ta da Antalya, Isparta, İzmir, Afyon, Manisa, Denizli ve Çorum'a sürgün edildiler.
Bu sürgünden üç hafta sonraydı... Milli Birlik Komitesi'nin basın işlerinden sorumlu üyesi Ahmet Yıldız basın mevzuatında yapmayı tasarladıkları değişiklikleri görüşmek üzere 13 Kasım 1960’da Ankara’da büyük bir toplantı organize etmişti. İzmir Gazeteciler Sendikası ve Gazeteciler Cemiyeti yönetim kurulu üyesi olarak toplantıya ben de katılıyordum.
Bir gün önce geç vakit Ankara’ya vardığımda doğrudan İzmir temsilcisi olduğum Öncü Gazetesi'nin Rüzgarlı Sokak’taki bürosuna gitmiştim. Muzaffer Aşkın gece sekreteri olarak çalışıyordu, yanında da bir nöbetçi muhabir vardı.
Son gelişmeler üzerinde tartışırken büronun kapısı açıldı. Karşımızda en mağrur haliyle MBK’nin en genç üyesi Yüzbaşı Muzaffer Özdağ vardı. Yanında da emirsubayı görünümünde Mikail adlı genç bir teğmen.
Özdağ küçük dağları ben yarattım diyen Napolyon havasındaydı. Selam sabahtan sonra elindeki kırbacı koltuğunun altına kıstırmış salonun ortasında sert adımlarla volta atarken bir soru patlattı: "Aydınlar, biz 27 Mayıs’ı neden yaptık biliyor musunuz?"
Muzaffer Aşkın son derece sakin "Yüzbaşım, bugüne kadar bir sürü neden sayıldı. Acaba hangisi?" diye karşı soruyla yanıtladı.
"Biz 27 Mayıs’ı Doğu Anadolu’da hazırlanan bir Kürt İsyanı’nı önlemek için yaptık. Yoksa vatan bölünecekti. Biliyor musunuz ki, DP liderlerinden önce biz Kürt ağalarını tutukladık?"
***
Mayıs'ın bu haftası, sadece 27 Mayıs 1960 darbesinin değil, aynı zamanda Kürt ulusunun mücadele tarihinde bir dönüm noktası oluşturan Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK)'nin kuruluşunun da yıl dönümü...
KNK, 60’lı ve 70’li yılların o büyük sosyal ve siyasal uyanış döneminde, on yıllarca devlet terörü altında suskunluğa mahkum edilmiş Kürt şahsiyetleri ve gençlerinin, Türk Ceza Kanunu’nun 141 ve 142. maddelerine rağmen, seslerini yükseltmeye, ulusal istemlerini dile getirmeye, Türkiye İşçi Partisi’nde ve demokratik örgütlerde sorumluluk üstlenmeye, hatta DDKO örneğinde olduğu gibi kendi örgütlerini kurmaya başlamalarının ürünüdür.
12 Mart ve 12 Eylül faşist darbelerinin bu gelişmeleri sekteye uğratmasına rağmen 80’li yıllarda Kürt ulusal direnişi bir yandan PKK örgütlenmesiyle “sıcak mücadele” aşamasına girecek, 90’lı yılların başında ise Paris’te bir konferansa katıldıkları için SHP’den ihraç edilen yedi Kürt milletvekilinin Halkın Emek Partisi (HEP)’i kurmasıyla yasama organında resmen var olmaya başlayacaktı.
Ama sadece Kürt seçmenlerin değil, aynı zamanda demokrasiden yana Türk seçmenlerin de oylarıyla Meclis’e giren Kürt milletvekilleri 40 yıla yakındır sürekli baskı altındadır. Yasama dokunulmazlıkları kaldırılarak hapsedilmekte, partileri kapatılmakta, fiziksel saldırılara maruz kalmaktadırlar.
Sadece Türkiye’deki baskılar mı? Tarihsel Kürt topraklarının süper güçlerin kirli pazarlıkları sonucu dört komşu ülke arasında pay edilmesinden bu yana tüm parçalardaki Kürtler sürekli dışlanma, baskı, katliam gördüler.
Bu bakımdan KNK sadece Türkiye Kürtlerinin değil, aynı zamanda Suriye, Irak ve İran Kürtlerinin, Asya ve Avrupa kıtalarındaki Kürt diasporalarının ortak iradesini temsil eden, onların mesajlarını Brüksel’den tüm dünyaya yansıtan bir meclistir.
Ancak Sezar’ın hakkı Sezar’a... Bu tarihsel girişimin mimarları, bir Kürt partisinin milletvekilleri olarak TBMM’de ilk kez Kürt halkının doğrudan sesini duyuran, bunun bedeli olarak da yasama dokunulmazlıkları kaybettirilerek ağır hapis cezalarına mahkum olma tehlikesiyle karşılaştıkları için mücadeleyi sürgünde devam ettirme kararlılığı gösteren Kürt milletvekilleridir.
1994 yılıydı… Türkiye’de tutuklu DEP milletvekilleri Hatip Dicle, Orhan Doğan, Ahmet Türk, Leyla Zana, Selim Sadak, Sedat Yurttaş, Mahmut Alınak ve Sırrı Sakık ağır hapis cezalarına çarptırılmışlardı.
DEP Genel Başkanı Yaşar Kaya ile milletvekilleri Remzi Kartal, Zübeyir Aydar, Nizamettin Toğuç, Ali Yiğit ve Mahmut Kılınç siyasal sürgün olarak Brüksel’e gelmişler, gelir gelmez de DEP’le uluslararası dayanışma kampanyası açmışlardı.
Onların Brüksel’de kurdukları Sürgünde Kürt Parlamentosu (SKP), aynı dönemde yine Brüksel’de kurulan ilk Kürt televizyonu Med TV ile birlikte Kürt ulusunun mücadelesini dünya kamuoyuna duyurmakta önemli bir rol oynadı.
Kısa sürede Kürdistan’ın tüm parçalarından ve Kürt diyasporasından katılımlarla güçlenen SKP, 24 Mayıs 1999’da Amsterdam’da uluslararası bir kongre toplayarak Kürdistan Ulusal Kongresi (KNK)’ye dönüştü.
Üzerinden 26 yıl geçtikten sonra Hollanda'da 13. Genel Kurulu'nu toplayan KNK'nin iki gün süren görüşmelerden sonra yayımladığı kapsamlı bildiri, Devlet Bahçeli'nin girişimiyle başlatılan ve düşe kalka ilerletilmeye çalışılan "Terörsüz Türkiye" sürecinin çok ötesinde, Kürdistan'ın dört parçasını oluşturan Bakur, Başûrê, Rojhilat ve Rojava'nın ve de günümüzün inkar kabul etmez bir gerçekliği olan Kürt diasporasının özgürlük, demokratikleşme ve barış mücadelesinin haklı istemlerini dile getiriyor:
"Kürdistan’daki durum kritik ve belirsizdir. Ancak bu tehlikenin yanı sıra fırsatlar da vardır. İşgalci devletler büyük krizlerle boğuşmaktadır. Irak’ta istikrarsızlık, Suriye’nin belirsizliği, İran’ın dönüşüm süreci, Türkiye’nin krizlerle boğuşması ve Filistin’deki savaş gibi gelişmeler göz önüne alındığında Kürdistan’da statükonun değiştiği açıktır.
"Bu durumda eğer biz Kürtler birlik olur, ulusal birliğimizi güçlendirirsek, tüm Kürdistan için kalıcı bir statü yaratabiliriz. Bu amaçla tüm siyasi güçlerin, partilerin ve halkımızın dört parçada da daha güçlü kenetlenmesi, ulusal ve yurtsever duruşunu yükseltmesi gerekmektedir. Böylece işgalci devletlerin tüm planlarını boşa çıkarabiliriz.
"Bu hassas dönemde Kürt güçleri arasındaki diyaloglar umut vericidir. Bu hassas dönemde Kürt güçleri arasındaki diyaloglar güçlü bir işbirliği ve ulusal birliğin temeli olur. Bu yüce hedefe ulaşmak için, KNK Genel Kurulu bir kez daha çağrıda bulunur: Ulusal bir konferans düzenleyelim ve güçlerimizi birleştirelim!"
KNK'nin çağrısı sadece Türkiye, Suriye, Irak ve İran'ın değil, tüm dünyanın barış ve demokrasi güçleri tarafından dikkatle okunmalı ve sonuna kadar sahip çıkılmalıdır.