Halklarımızın özgürlüğü ve kardeşliği için savaştılar

Mayıs ayının farklı yıllarda kavga arkadaşlarından, dostlarından, en önemlisi halkların özgürlüğü ve kardeşliği mücadelesinden koparttığı Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya, Fikri Sönmez, Halit Çelenk, Celal Başlangıç ve Sırrı Süreyya Önder asla unutulmayacaktır.

İki gün önce İnci ile birlikte, geçen yıl 3 Mayıs'ta sonsuzluğa uğradığımız sevgili dostumuz ve değerli meslektaşımız Celal Başlangıç'ı birinci ölüm yıldönümünde sosyal medyada anma çalışması yapıyorduk ki, ekranlara o kara haber düştü: Halklarımızın özgürlüğü ve kardeşliği uğrundaki mücadelede başı çekenlerden değerli sanat, düşün ve siyaset insanımız Sırrı Süreyya Önder de 3 Mayıs günü yaşama veda etmişti.

Tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de işçi sınıfının ve ezilen halkların birlik, mücadele ve dayanışma günü etkinlikleriyle başlayan Mayıs ayının daha ilk haftasından itibaren, 53 yıldır, halklarımızın özgürlük, kardeşlik ve dayanışması uğrunda mücadele verirken yaşamlarını yitiren değerli halk çocuklarının acısı yüreklerimizi dağlıyor.

Evet, bundan 53 yıl önce, üç fidanın, Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın 1971 Cuntası'nın emri ve o dönemdeki Millet Meclisi ve Cumhuriyet Senatosu'nun onayıyla 6 Mayıs 1972'nin gece karanlığında Ankara Merkez Kapalı Cezaevi'nin idam sehpasında alçakça katledilişini asla unutmayacağız.

İdam edilirken “Yaşasın Türk ve Kürt halklarının kardeşliği ve bağımsızlık mücadelesi!" diye haykıran Deniz Gezmiş'le son görüşmemizi hatırlıyorum... Eylül 1969 sonuydu. Ant'ta yayınlanan bir yazımdan dolayı İstanbul 4. Ağır Ceza Mahkemesi'nde yargılanmak üzere mübaşirin çağırmasını bekliyordum. Bir anda giriş kapısında büyük bir gürültü koptu, önde polislerin kelepçelediği Deniz Gezmiş, arkada da devrimci gençler...

Deniz o gün görüşmek üzere gittiği Hukuk Fakültesi Dekanı Profesör Orhan Aldıkaçtı'nın ihbarı üzerine fakülteyi basan polisler tarafından yakalanarak gıyabi tutukluluğu vicahiye çevrilmek üzere adliyeye getirilmişti. Deniz'i hemen alt kattaki bir bekleme odasına soktular.

Duruşmam bittikten sonra alt kata inerek Deniz'i buldum. Hâlâ elleri kelepçeliydi ve de endişeliydi, "Arkadaşlar senin beraat ettiğini söylediler, geçmiş olsun" dedi... "Ama devrimci basına ve devrimci gençliğe karşı bu dâvalar bitmez. Daha ağır şeylerle karşılaşacağız... Mehmet Cantekin'i vurdular... Daha kimler vurulacak? Yarın serbest bırakılsam bile hayatta bırakırlar mı? Ama direneceğiz..."

Deniz haklıydı. Tutuklandığı o gün İstanbul'da Mustafa Taylan Özgür de vurulmuş, cinayet makinesi işlemeye başlamıştı. Üzerinden üç yıl geçmeden Deniz, Yusuf ve Hüseyin'i de hayatta bırakmadılar...
Şahsen hiç karşılaşmadığım Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ı, Filistin'den dönüşlerinden sonra tutukluyken gönderdikleri mesajlarla ismen tanımıştım. Ant Dergisi'nde paylaştığım yazılarında "Günümüz koşullarında, özellikle emperyalizmin bir sıcak savaş bölgesi haline getirdiği Ortadoğu'da da bütün halkların, Türkiye, İran, Arap, Kıbrıs, Kürt halklarının bir antiemperyalist cephe kurmaları, Ortadoğu Devrimci Çemberi'ni oluşturmaları, emperyalizme karşı kahredici darbenin indirilmesinin başlıca şartlarından biridir" diyorlardı.

1973: İBRAHIM KAYPAKKAYA, 1985: FİKRİ SÖNMEZ

12 Mart faşizmine karşı mücadele verirken yakalandıktan sonra Diyarbakır’daki sorgusunda dört ay süreyle işkenceden geçirilen, bu yüzden 18 Mayıs 1973’te yaşama veda eden İbrahim Kaypakkaya'yı ise 60'ların devrimci direniş yıllarında İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nun mücadeleci öğrenci lideri olarak şahsen tanıyordum. Sürekli okurlarından olduğu Ant Dergisi'ne her gelişinde sadece öğrenci direnişleri değil, sosyalist hareketin sorunları üzerine de uzun söyleşilerde bulunurduk. Halklar sorunu üzerine ve militarizme karşı yaptığımız yayınlar Kaypakkaya'nın en çok ilgisini çeken konulardı.
İstanbul Yüksek Öğretmen Okulu'nda faşizan okul yönetiminin uyguladığı baskılar ve özel olarak İbrahim Kaypakkaya'yı da hedef alan insan avı ile ilgili belgeleri Ant Dergisi'nin 11 Şubat ve 22 Nisan 1969 tarihli sayılarında yayınlamıştım.

O koşullarda da Ant'a sık sık gelir, söyleşirdik. Şeref Han'ın Kürt Tarihi'ni yayımlamamızı coşkuyla karşılamıştı... 12 Mart darbesinden sonra mensubu bulunduğu siyasal hareket içinde "Kürtler de bir ulustur ve kendi kaderlerini belirleme hakları vardır" diyerek Türkiye'de halkların özgürlüğü ve kardeşliği için daha sonraki yıllarda kitlesel boyut kazanacak mücadeleye büyük katkıda bulunmuştu.

Mayıs ayının asla unutulmayacak kurbanlarından biri de hiç kuşkusuz, 1980 darbesine çeyrek kala Fatsa'nın devrimci belediye yönetimine karşı başlatılan askeri operasyonda tutuklanan ve insanlık dışı hapishane koşulları nedeniyle 4 Mayıs 1985'te yaşama veda eden Fikri Sönmez'dir.

70'li yılların devrimci belediye deneyimlerinden biri Fatsa'da bağımsız katıldığı 1979 seçimlerinde bütün partilerin adaylarından daha fazla oy alarak belediye başkanı seçilen Fikri Sönmez'in yönetiminde yaşanmıştı.

Sönmez'in belediye başkanı olmasından itibaren Fatsa'da yaşam hızla değişmeye başlamış, kurulan Halk Komiteleri aracılığıyla halkın belediye yönetimine doğrudan katılımı sağlanmıştı. Fatsa'da hayatın son derece kısa bir sürede ve gözle görülür bir şekilde değişmesi egemen sınıflarının temsilcilerini ve siyasetçilerini dehşete düşürmüştü. İşbirlikçi medya "Fatsa'da komünist işgal!" ya da "Fatsa'ya pasaportsuz girilemiyor!" gibi yalan haberlerle kamuoyunu Fatsa'ya karşı kışkırtmaya çalışırken, dönemin başbakanı Demirel "Bırakırsanız yüz Fatsa daha çıkar" diyerek 12 Eylül" darbesinin hazırlığı içindeki orduyu da kışkırtıyordu.

Erzincan ve Sarıkamış'tan getirilen askeri birliklerin katılımıyla 11 Temmuz 1980 günü başlatılan "Nokta" Operasyonu ile devrimci belediye yönetimine son verildiği gibi, Belediye Başkanı Fikri Sönmez de tutuklanarak işkenceden geçirildi... İki ay sonraki 12 Eylül 1980 darbesiyle de operasyonlar tüm Türkiye'ye yayılacak, Fikri Sönmez de 4 Mayıs 1985’de hapishanede yaşama veda edecekti.

2011: HALİT ÇELENK, 2020: ŞEKİBE ÇELENK

Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan ve Hüseyin İnan'ın sıkıyönetim mahkemesindeki savunmalarını yapan, 6 Mayıs 1972'de idam edilirken de yanlarında bulunup devrimci inançlarını haykırarak son nefeslerini verişlerine tanık olan değerli avukat Halit Çelenk'i de, 14 yıl önce, 5 Mayıs 2011'de sonsuzluğa uğurlamıştık.

60'lı yıllardan itibaren tüm devrimcilerin savunmalarını üstlendiği gibi, Türkiye İşçi Partisi'nin ve insan hakları kuruluşlarının yönetimlerinde özveriyle yer almış olan değerli hukuk insanımız Halit Çelenk'in yaşam ve mücadele arkadaşı, "Deniz'lerin Şekibe ablası" Avukat Şekibe Çelenk'i de dokuz yıl sonra, 21 Şubat 2020'de kaybettik.

Kendilerini Türkiye İşçi Partisi'nin ilk örgütlenme yıllarında birlikte mücadele verirken tanımıştım. Halit Çelenk'in adını ilk kez İzmir'deki partili avukat arkadaşlardan duymuştum. Bu değerli hukukçumuzun, eşi Şekibe Çelenk'le birlikte parti saflarında yer almış olmasından dolayı sevinçliydiler.

Daha sonra gazeteci, sendikacı ve partili olarak Ankara'ya sık sık yaptığım ziyaretler sırasında efsanevi sendikacı Fukara Tahir (Öztürk) ve Uğur Cankoçak gibi çok değerli partililerle birlikte Çelenk'leri şahsen de tanımak imkanı bulmuştum. İnsan ilişkileri sıcak, konularına hakim ve ilk karşılaşmada muhatabı üzerinde derin saygı ve güven uyandıran kişilikleriyle Ankara örgütünde ayrı bir yerleri vardı.

1963 yılında Genel Başkan Mehmet Ali Aybar'ın ısrarıyla İzmir'den ayrılıp İstanbul'da TİP Genel Merkezi Basın Bürosu'nda görev üstlenmiştim. Birlikte çalıştığım günlerde Aybar'ın, Halit Çelenk ve Şekibe Çelenk'ten hep takdir ve sevgiyle bahsettiğini çok iyi anımsıyorum. Hukuki konular söz konusu olduğunda mutlaka Ankara'yla temasa geçerek Halit Çelenk'in görüşünü isterdi.

1963 seçimlerde büyük bir sayısal başarı elde edilememişse de, Türkiye İşçi Partisi'nin, sosyalist hareketin sesi ilk kez devlet radyolarından Türkiye halkına duyurulmuş, iki yıl sonra yapılacak 1965 genel seçimlerindeki başarının da temelleri atılmıştı. Partinin radyoda sesini duyuran 15 partiliden biri de Şekibe Çelenk'ti.

2024: CELAL BAŞLANGIÇ

Türkiye medyasında 70'li yıllardan beri halklarımızın özgürlüğü ve kardeşliği mücadelesinin başını çekenlerden sevgili meslektaşımız, dostumuz, Artı Gerçek’in kuruluşundan itibaren birlikte olduğumuz Celal Başlangıç’ı da geçen yıl, 3 Mayıs 2024'te kaybettik.

73 yıllık gazetecilik yaşamımda bir çok değerli meslektaşımı kaybettim… Demokrasi vaadleriyle iktidar olur olmaz ABD emperyalizminin ve işbirlikçi sermayenin çıkarlarını korumak için Kore’ye asker gönderip Türkiye’yi NATO’ya katma, ünlü 1951 Komünist Tevkifatı’nı başlatma, Nazım Hikmet’i vatandaşlıktan atma operasyonlarıyla birlikte özgür basın düşmanlığını da başlatan DP iktidarına muhalif bizim 50 kuşağından kaç kişi kaldık, bilmiyorum…

Celal Başlangıç o yıllarda İstanbul’da doğmuş, gazeteciliğe de 70’li yılların ortalarında İzmir’de başlamıştı. Biz 12 Mart 1971 darbesinden sonra mücadelemizi yurt dışında sürdürmek zorunda kaldığımız için kendisiyle Türkiye’de aynı mekanda birlikte gazetecilik yapma şansım olmadı… Ama kendisinin son derece başarılı gazetecilik performansını, Türkiye’den postayla bana ulaştırılan Politika, Cumhuriyet, Evrensel ve Radikal gazetelerinden izledim…

Celal’le yollarımız, 15 Temmuz 2016 çakma darbe girişiminin ardından muhalif medyaya ve gazetecilere karşı başlatılan terörün hedeflerinden biri olduğu için, bizim tam 45 yıl önce yaptığımız gibi mücadelesini sürgünde devam ettirmek zorunda kaldığında, Brüksel’de kesişmişti.

O buluşmamızda Celal adı henüz konmamış Artı Gerçek projesini anlatarak benim de yazarları arasında yer almamı önermişti. 12 Mart 1971 darbesini izleyen yarım yüzyıllık sürgünümüzde tamamen kendi girişimimiz olan İnfo-Türk'ün çeşitli dillerdeki haber bültenleri, kitap ve broşürleri dışında, gerek Türkiye'de, gerekse yurt dışında çok sayıda gazete, dergi veya ajansa katkıda bulunmaya çalışmıştık. Hepsinin mücadeleler tarihinde yeri vardı.

Ancak 2017’de büyük sayıda tanınmış gazetecinin sürgünde bir araya gelerek Artı Gerçek’e hayat vermeleri medya tarihimizin bir ilkiydi… Celal Başlangıç ve arkadaşları bir zoru başardılar ve büyük maddi zorlukların da üstesinden gelerek Artı Gerçek'i 2017 Şubat'ında yayına soktular.

Celal Başlangıç ilk sayıda yayınlanan yazısında "Türkiye’nin gerçekle olan ilişkisi AKP iktidarı tarafından her geçen gün daha da fazla koparılıyor. Gerçekleri dile getiren yayın organları birer birer kapatılıyor. Hâlâ yayın yapabilenler ağır para ve hapis cezalarıyla terbiye edilmek, diz çöktürülmek isteniyor. İşte bu tablo karşısında sansürsüz ve oto-sansürsüz bir yayıncılığı hedefledik. İstedik ki, bir an önce Türkiye’nin demokrasisini, barışını, özgürlüklerini savunanlara bu ülkede yıllarca gazetecilik yapmış olan insanlar olarak karınca kararınca bir katkı sunalım. Özgür bir medya, demokratik bir Türkiye için hepimizin yolu açık olsun" diyordu.

Bir ay sonra da görsel yayıncılıkta büyük bir atılım olan Artı TV yayına girdi. Açılışı için Köln’de yapılan etkinlikte, ödünsüz mücadeleleriyle her daim iftihar ettiğim gazeteci dostlarımla birlikte olmak, meslek yaşamımın en mutluluk verici olaylarından biriydi.

Son yıllarda Celal’in sağlık durumunun günden güne daha da kötüye gitmesi İnci için de, benim için de, büyük endişe ve üzüntü nedeniydi…

İki yıl önce, 9 Haziran 2023’te, Esra Yıldız’ın bizim yaşamımız ve mücadelelerimiz üzerine gerçekleştirdiği “Vatansız” belgeselinin gösteriminin yapıldığı Köln’de Celal de, sağlık koşullarına rağmen, eşi Ayşe Yıldırım’la birlikte bizimle beraber olmuş, geç saatlere kadar Osman Okkan'ın da katıldığı, eski günleri de anımsadığımız sıcak bir söyleşi yapmıştık.

Kendisini hep örnek bir meslektaşım, Artı Gerçek'teki yayın yönetmenim ve sayfa komşum, dahası yakın bir dostum olarak her daim sevgiyle anacağım.

2025: SIRRI SÜREYYA ÖNDER

3 Mayıs günü kaybettiğimiz Sırrı Süreyya Önder'i, tüm kültür ve siyaset dünyasını sarsan endişe verici rahatsızlığı üzerine, Artı Gerçek'teki "Şu Sırrı Süreyya hiç durmuyor!" başlıklı yazısında Ali Duran Topuz çok iyi tanıtmıştı: "Azınlık içinde azınlıktır. Ekonomisi yoksul ilin ve ailenin kültürü zengin devrimci sosyalistidir."

Sırrı Süreyya Önder'in kendisiyle ne yazık ki hiç beraber olamadım, ama babası Ziya Önder'le sosyalist mücadeleye farklı coğrafyalarda, aynı zamanda katılmıştık. 60'lı yılların başlarında ben Türkiye İşçi Partisi'nin İzmir, ardından İstanbul örgütlenmesinde sorumluluk üstlenirken, Ziya Önder de partinin Adıyaman'daki örgütleyicilerindendi ve ilk il başkanıydı.

Daha sekiz yaşındayken babasını kaybeden Sırrı Süreyya Önder siyasal mücadeleye Adıyaman Lisesi'nde öğrenciyken başlamış, 1978'de Maraş Katliamı'nı protesto edenler arasında olduğu için tutuklandığı gibi, 1980 darbesinin ardından 7 yıl hapis yatmıştı.

Beynelmilel filmiyle ünlendikten sonra "O… Çocukları", "Emret Komutanım", "Sis ve Gece", "Ada: Zombilerin Düğünü", "F Tipi Film", "Ejder Kapanı", "Mar", "Düğün Dernek" ve "Yeraltı" filmlerinin yapımında senarist, yönetmen, danışman ve oyuncu olarak yer alan Önder 2011 seçimlerinde parlamentoya girdikten sonra Barış ve Demokrasi Partisi (BDP), Halkların Demokratik Partisi (HDP) ve en son DEM Parti milletvekili olarak demokrasi ve barış arama girişimlerinin hep ön safında bulundu.

Önder'in bu çalışmaları yürütürken, siyaset yelpazesinin solunda yer alan diğer partilerle de demokratik ittifaklar oluşturmaya büyük önem verdiğini, onlarla her zaman diyalog ve görüş alış verişi içinde bulunduğunu biliyoruz.

Önder'in ölümü üzerine Ali Duran Topuz'un dün Artı Gerçek'te yayımlanan "Sırrı Süreyya sen ne ettin?" başlıklı yazısındaki duygular, İnci ile benim de ortak duygularımızdır:

"Türk ile Kürt arasında tercüman oldu, birbirimizi anlama yetimizi kaybettik. Halk bilgeliğiyle dolu nüktedanlığın zevkini tattırdı bize, neşemizi kaybettik. En has yoldaşımızı kaybettik."

Mayıs ayının farklı yıllarda kavga arkadaşlarından, dostlarından, en önemlisi halkların özgürlüğü ve kardeşliği mücadelesinden koparttığı Deniz Gezmiş, Yusuf Arslan, Hüseyin İnan, İbrahim Kaypakkaya, Fikri Sönmez, Halit Çelenk, Celal Başlangıç ve Sırrı Süreyya Önder asla unutulmayacaktır.