Umut o dilde

İşte bu dil kitaplardan değil, ezberlerden değil, köhnemiş siyasetten değil  hepsinin sınandığı yerden; emeğin, üretimin, alın terinin pişirdiği yakıcılıktan doğabilir ancak.

Çok şükür "reform" kabusundan uyanıp gerçeğe döndük. Gerçi bu gidişle biz daha çok uyur uyanırız bu kabuslarla. ("Biz" derken ağırlıklı olarak siyasi muhalefeti kast ettiğimi anlamışsınızdır.) Ne zaman "reform" deseler, kazığın ucunu torbanın hangi yırtığından görebiliriz diye ter dökmekten kurtulduk.  Neyse ki Arınç gibi biteviye "rencide" olup, ağlayarak terk etmiyoruz sahaları.

Doğrusu son gelişmeleri hayırlı buluyorum. Asparagas gündem satıcıları ile oyalanmaktan çok daha iyidir, gerçekler.  Mesela artık "derin devlet" kalmadı ülkede. Bir kısım sol söyler dururdu da inanmazdık. İşte buyurun, bu ülkenin ‘dip’i de yok, ‘derin’i de. Koskoca iktidar ortağı, bir mafya babasının dava arkadaşı olduğunu söylüyor. 70’li yılları yaşamış kuşaklar için gayet bildik,  alışıldık açıklamalar. Ama bugüne kadar alenen tetikçilerini sahiplenen ‘devlet’ adamına tanık olmamıştık. Susurluk Skandalı sonrası göstermelik de olsa Mehmet Ağar bile sanık sandalyesine oturtulmuştu. İşte bu gerçekten yeni bir aşama ve de çok hayırlı bir aşama.

Artık AKP iktidarında doğup büyüyen çocuklar bile ‘kutsal devlet baba’nın, Çakıcı ve Çakıcıgillerden oluştuğunu öğrenmek için derinlere inmeye gerek duymayacak.

Taşını toprağını savunurken polisten, jandarmadan dayak yiyen köylü kadın "devlet benim" sözcüklerini kimlere karşı haykırdığını daha iyi bilecek. O  toprakların Çakıcıgiller ve sahiplerinin semirmesine sunulacağını bildiği için asla "nerede bu devlet" demeyecek. Uzun süredir, diyen de yok zaten. Adını bile yeni duyduğumuz köylerde, ilçelerde bir parlayıp, bir sönen yıldızlar gibi yurda yayılan; bizzat köylünün, işçinin, çiftçinin önde götürdüğü mücadele adalarında artık kimse "devlet"i sormuyor.  Çünkü artık devletin elinde copla, biber gazıyla, kelepçeyle tam karşısında durduğunu görüyor.

Tıpkı Kürt halkının, evlatlarını kaybedenlerden "devlet" diye söz etmesi gibi. Onlar elbette, çok önceden öğrenmişti evlatlarını alıp götüren askerin, polisin devletin ta kendisi olduğunu. Herkese kendi acısı öğretmese keşke.

Kaotik dikta günlerinin bir yararı da bu belki: Çoktandır içi boşaltılmış bütün kavramların, bütün sıfatların, bütün nitelemelerin yeniden ve gerçekle dolmaya başlaması.

O nedenle içimizi ürpertti "öyle mi alay komutanı" sorusu. Ancak ateş çemberinden geçenler sahiciliği ile herkese dokunabiliyor, sahiciliğin diliyle konuşabiliyor.

Bağımsız Maden-İş Örgütlenme Uzmanı Kamil Kartal direnişteki arkadaşlarına ne diyordu:

"İşçi sınıfının sağcısı, solcusu, ilericisi, gericisi, faşisti, devrimcisi bilmem ne yok. İçinizde AKP’ye oy veren var mı, var! MHP’ye oy veren var mı, var! CHP’ye oy veren var mı, var! Kürt var mı? Laz var mı? Çerkes var mı? Var! Aynı maden ocağında çalışıyoruz, aynı patrona. Aynı teri döküyoruz. Aylardır beraberiz. Aylardır bu taşın üstünde beraber yattık. Bir ayrımımızı gördünüz mü arkadaşlar? Patron ayrım yapıyor mu bize? Niye bizi bölüyor? Niye, ‘Bunlar solcular’, ‘Bunlar komünistler’, ‘Bunlar PKK’liler’, ‘Bunlar bölücüler’, ‘Bunlar teröristler’, ‘Bunlar sağa düşmanlar’ ‘Bunlar MHP düşmanı, bunlar şu düşmanı, bu düşmanı’ diye insanlara propaganda yapıyorlar? Evet, biz solcuyuz, sakladık mı? Saklamadık"

İşte bu dil kitaplardan değil, ezberlerden değil, köhnemiş siyasetten değil hepsinin sınandığı yerden; emeğin, üretimin, alın terinin pişirdiği yakıcılıktan doğabilir ancak. Siyasal ve toplumsal muhalefetin yüzünü çevirmesi, politika üretmesi, gündem etmesi gereken yer bu değil mi? Sahneye salınan irili ufaklı piyonların çözdüğü, çözüldüğü ve benzerlerini yeniden yeniden ürettiği yer olamaz, siyaset.  İktidarın kendi içinde çürümesi, çökmesi de umut olamaz.

Metal işçilerinin gür sesleriyle, bedenleriyle işaret ettiği yeni, gerçek, özlenen  dilde, bu dilin kurduğu siyasette umut.

Sendikalı oldukları için işten atılan arkadaşlarının geri alınması, düşük ücretler ve İLO’ya aykırı çalışma koşullarına direnen Birleşik Metal-İş üyelerinin polisin karşısına dikilip "yolu aç" demesinde umut. Polis şiddetine rağmen kuşatmayı yarıp, Ankara’ya ulaşan işçilerde.  

İktidarın kuşattığı siyasete, kriminalize etmeye direnmenin yolu da buralardan geçiyor. Ama Bağımsız Maden-İŞ yöneticileri ile birlikte 30 işçi gözaltına alınırken, "Ermenek Güneyyurt'ta 2. kez Vali emriyle sokakta olan herkese saldırı gerçekleşti. Sıkıyönetim ilan edilmiş durumda. Kamuoyunu ses vermeye, baroları göreve çağırıyoruz. Halkımızı jandarma karakolu önünde toplanmaya çağırıyoruz" mesajlarıyla sosyal medyada dayanışma ararken kaç kişiydiler?

Tabii ki peş peşe demeçler verilecek, üç-beş siyasi figür ziyaret edecek. Kuşkumuz yok. Birkaç kuşaktır, "dayanışma"nın ve siyaset yapmanın göbeğine oturan "denge"  muhalefetin de sihirli sözcüğü gibi.

"Denge" demek; konfor demek, kariyer demek, vazgeçilmez koltuklar demek, değişmenin ve değiştirmenin maliyetini göze almamak demek. Var olanı sürdürmek demek.

Belki o nedenle görkemli deri koltukları, makam arabaları, yüklü maaşları, protokolü, hiyerarşisi ile "Saray" modeli küçük iktidar odaklarını çoktan aşmış kitle giderek büyürken, onlar küçülüyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi