İrfan Aktan
Tanıl Bora: AKP mülteci düşmanlığını kullanabilir
Kapitalizmin yarattığı eşitsizlik, iklim krizi, açlık, sefalet, güvensizlik, vekalet savaşları nedeniyle milyonlarca insan "güvenli liman" olarak görülen ülkelere doğru göç ediyor. Bu devasa göç dalgası üzerinde yükseltilen yabancı düşmanlığı ise popülist sağ siyasetlere dayanak oluşturuyor.
Peki bu yeni Kavimler Göçü’nün yarattığı sosyal, siyasal, iktisadi sorunlar nasıl bir gelecek potansiyeli barındırıyor? Türkiye’deki göçmen karşıtlığı iktidar ve muhalefet açısından nasıl işlevselleştiriliyor? Göçmen düşmanlığının temel kaynakları neler?
Dün Türkiye’deki yeni, seküler milliyetçi dalgayı konuştuğumuz Tanıl Bora’yla söyleşimizin ikinci bölümünde bu soruların yanıtlarını aradık…
Popülist sağın dünya ölçeğinde yükseldiği çıplak gözle bile görülüyor. Bu sağ siyasetin yükselmesine kaynaklık eden unsurlar neler?
Sosyal devletin çözülmesi, muazzam bir atomizasyon ve fragmantasyon, bilgiyi madara eden hakikat-sonrası rejimi, sosyal medyanın etkisi, üretim rejimlerindeki dönüşüm… Çok kapsamlı toplumsal ve siyasi etkenlerle alakalı bu mesele. Muazzam bir alt üst oluş ortamında insanların kendilerine bir tutamak, bir cemaat bulma arayışı var ve hazır cemaatler, en kolayı. Milliyetçilik en az bir asırdır çeşitli propaganda aygıtlarıyla, dili, zihni belirleyen kalıplarıyla ve hâlâ işler halde olan manipülasyon cihazlarıyla çok güven verici, çok sağlam ana kucaklarından biri. Bunun bir nedeni de tabii gerçekten güçlü bir siyasal alternatifin ortaya konmaması. Yani sadece "yahu bu kadar da olmasın" itirazı değil, gerçek manada başka bir dünya hayalini ortaya koyan güçlü bir alternatifin yokluğu... Elbette bizim zihnimizde bu alternatifler olabilir ama örgütlenmiş, ikna edici ve güçlü bir sesle insanlara ulaşan bir alternatifin yokluğundan söz ediyorum.
Peki sol dünya tahayyülü neden bu kitlelerde güçlü bir nüfuz alanı bulamıyor?
Ah, bunun cevabını bilsem! Sovyet sonrası dünyada iki büyük global isyan dalgası oldu. Bunlardan bir tanesi 1990’ların ikinci yarısında başlayan anarşizan, radikal karşı-globalleşme protestolarıydı. Diğeri ise Gezi’nin de bir parçası olduğu, 2010’ların hemen öncesi ve sonrasındaki "Wall Street’i işgal et", Indignados (Öfkeliler) hareketi, Tahrir veya Brezilya’daki büyük protestolardı. İlk dalga daha radikal bir öncünün isyanı gibiyken, ikincisi bir sol popülist yüzü de olan, "biz halkız" veya "esas millet biziz ve karşımızda sadece yüzde birlik bir oligarşi var ve sistem de onlara hizmet ediyor" diyen bir isyan dalgasıydı. Bu ikinci dalga, sanki zımnen, sanki bilinç-dışında ilk dalganın muhasebesini yapmış gibi, daha fazla kitleselleşme kabiliyetine sahipti.
BAZI TARİHÇİLER YENİ BİR KAVİMLER GÖÇÜNDEN SÖZ EDİYOR
Bu iki isyan dalgası neden yatıştı?
Her ikisi de dünyayı sarstı ama sanırım bu dalgaların diri kalamamasının nedeni, yeni çağın icatlarına uygun örgütsel, kurumsal bir çerçeveye kavuşamamasıydı. Fakat sonuç ne olursa olsun, önemli bir deneyim izi bıraktı bu dalgalar. Anlaşılan o ki, farklı, yeni zamanlara hitap etme kabiliyeti olan bir siyaset ve örgütlenme tarzı hâlâ aranıyor.
Popülist sağın göçmen karşıtlığı Türkiye’de olduğu gibi Macaristan’dan Batı Avrupa’ya kadar her yerde etkili bir sağ siyaset aracı haline geliyor. Mülteci karşıtlığı bazı toplumların birleştirici söylemine bile dönüşüyor. Tarih boyunca insanlar göç etti ve şu anda da küresel düzeyde böyle bir göç dalgasına tanık oluyoruz. Bu dalga dünyayı nasıl etkiliyor?
Bazı tarihçiler yeni bir Kavimler Göçü’nden söz ediyor. Bir kere tanık olduğumuz şey rastgele değil, belirli bir göç. Dünyanın yoksulları ve tehdit altında olanları göç ediyorlar. Dünyadaki mevcut eşitsizlik ve yoksullaşmadan mustarip olanlar, yoksullaşma ve eşitsizliğin yoğunlaştığı coğrafyalardan kaçarak kendilerine bir hayat tutamağı arıyor. Devletsizleşen, çetevari yapıların kontrolüne girmiş ya da daimi iç savaşlarla, süreklileştirilmiş olağanüstü hâl durumunda yaşatılan coğrafyalardan kaçıyorlar. Ayrıca unutmayalım ki, iklim krizi diye bir felaket var ve önümüzdeki on yıllarda yine dünyanın bir çok coğrafyasından, özellikle de yine yoksul ülkelerden insanlar canlarını kurtarmak için göç etmek zorunda kalacaklar. Şu kesin ki, önümüzdeki zamanda her siyasetin göç meselesiyle ilgili bir çözümü olmak zorunda. "Gitsin bunlar" diye bir şey yok.
GÖÇMENLER ÇAĞIMIZIN ZENCİLERİ
Ama bırakın tek tek insanları, bazı siyasi partilerin bile tek göçmen politikası bundan ibaret…
Göçmenler gelecekler. Çaresi yok, çünkü çareleri yok. Bir kere bunun, dünyanın, siyasetin, çözümünü düşünmek zorunda olduğu büyük bir insanlık meselesi olduğunu kabul etmek gerekiyor. Dolayısıyla "gitsinler," bir laf değil. Özellikle post-Fanoncu düşünürler buradaki muazzam insanlık sorununu çok etkili bir biçimde ortaya koyuyorlar. Achille Mbembe, mesela, göçmen topluluklarının, göçmen figürünün "zencileştiğini", "zenci" konumuna itildiğini söylüyor mesela.
Ne demek bu?
Göçmenler insan-altı bir kategori gibi görülüyorlar. Kayıt dışı ve insan dışılar, kağıtsızlar, statüsüzler; bir "fazla" veya "artık" nüfus teşkil ediyorlar; onlara her şey yapılabilir. Bir yandan da müthiş bir tehdit kaynağı sayıldıkları için, üzerlerinde tepinilebilecek bir yığın olarak görülüyorlar. Kendilerini "yerli" kabul eden, hasbelkader bir memlekette yerleşik olan insanların tehdit algılarına hitap etmeye çok elverişliler. 2050’de dünya nüfusunun üçte biri Batı ve Kuzey’de, yani Kuzey Amerika ve Avrupa’da, üçte ikisi Asya ve Afrika’da yaşıyor olacak. O üçte ikilik nüfus büyük ölçüde genç, Batı ve Kuzey’deki üçte birlik nüfus da büyük ölçüde yaşlı olacak. Karikatürize edersek, etrafına kale duvarı çekmek isteyen ihtiyarlar ile bir dizi açlık, sefalet, savaş ve iklim problemiyle o kale duvarlarını zorlayan büyük bir genç nüfus... Batı’nın veya Kuzey’in güvenlikçi gözlüğünden görünen manzara, bu.
IRKÇI-SÖMÜRGECİ ZİHNİYET CANLANIYOR
Göçmenlerin ulaştıkları ülkelerde belli bir siyasi güce dönüşememeleri, aksine, oraların üstünde tepinilecek, "yerli" popülist sağ siyasetlerin söylemine malzeme olacak nefret objesine dönüştürülmesi aynı zamanda bir kavimler çatışması potansiyelini de taşıyor mu?
Kavimler çatışması mı demeli, bilmiyorum, ama çatışma riski, elbette var. Aklıma öncelikle linççi saldırılar geliyor ve militer ve para-militer aygıtların yapabilecekleri geliyor. Zaten andığım post-Fanoncu düşünürler kapitalist sistem ve onun işletim sistemi olarak ulus-devletlerin kıyıcı, yıkıcı, tahrip etmeye, sınır çekmeye yönelik hazırlıklarını genişlettiklerine dikkat çekiyorlar. Irkçı-sömürgeci idare ideolojisi ve "devlet bilgisi" canlanıyor, onlara göre.
Türkiye siyasetinin geleceğinin de mülteci karşıtlığı üzerinden şekilleneceği anlaşılıyor, değil mi?
En azından çok önemli bir faktör olacak. Endişe uyandırıcı olan sadece milliyetçi alanda değil, seküler siyaset alanı olarak görülen, CHP’yi de geniş ölçüde kapsayan çevrelerde de bu tür ırkçı zihniyet kalıplarının çok güçlü bir şekilde işliyor olması. İslamcılığa yönelik tepki de mülteci karşıtlığıyla, iktidarın göçmen nüfusun bir kısmını kendisine yedek ordu olarak seçeceği endişesiyle birleşiyor. Bu konuda insanlarla konuşmak, birtakım zihniyet kalıplarını sarsmak giderek zorlaşıyor. Vatandaşlık nedir, ulus-devlet ya da devletin kurucu ilkelerini nasıl düşünmek gerekir? Bu mesele bütün bunlar üzerine yeniden düşünmeyi gerektiriyor. Yoksa birkaç insani mülahazayla insanları ikna etmek çok zor. Bugünkü koşullarda çok afaki gibi görünse de anadil, resmi dil, vatandaşlık statüsü, her insanın asgari bir korunma ve güvence hak eden bir statüye sahip olması gibi çok kapsamlı bir paket üzerine düşünmeyi gerektiriyor bu. Sadece milliyetçilikle ilgili zihniyeti sorgulamaktan, buna dair tartışma yürütmekten öte, olağanüstü düzeyde tahrip edilen, olağanüstü bir saldırı altında olan insan hakları kavramını ihya etmek ve güçlendirmekle ilgili bir meselemiz var ve bu geçiştirilemeyecek bir mesele.
MÜLTECİ KARŞITI SÖYLEM, AKP’DEN KOPAN KESİMLERİ TEKRAR AKP’YE YAPIŞTIRABİLİR
Mülteci, sığınmacı, göçmen haklarını savunmak hiç olmadığı kadar büyük bir riske dönüşüyor…
Gerçekten de öyle. Her konuda çok rahat konuşabildiğimiz en yakınımızdaki insanlar bile, konu buraya gelince dikenlerini çıkarıyor ve konuşulamaz hale geliyor.
Peki neden? Mülteciler gerçekten de hakiki bir sorun olarak insanların gündelik hayatını mı belirliyor, yoksa bu mesele seçilmiş bir canavar mı?
Seçilmiş canavar güzel bir tabir. Mesela dün konuştuğumuz bir arkadaşım, bir ahbabıyla sohbetini aktardı. Ahbabı "her yerde bunlar var" diye söylenince, arkadaşım da "seni neden rahatsız ediyorlar?" diye sormuş. O da durup, "konuşmalarını anlamıyorum, başka bir dilde konuşuyorlar" demiş. Bu bile çok şey söylüyor bize. Bir dizi tehdit algısı var sonuçta. Bunların bir kısmını iktidar mahfilleri utanmadan ikrar da ediyor. Göçmenler ucuz işgücü olarak kullanılıyorlar ve ancak ucuz işgücü olarak kendilerine yaşam hakkı tanınan geniş kitlelerin gözünde tehlikeli rakipler konumundalar. Böyle bir sömürü sistemi var. Göçmenler en alttakilerin de altında ve tam da bu özellikleri nedeniyle de en alttakiler tarafından tehdit olarak görülüyorlar. Bu zenofobiyi, yabancı düşmanlığını da besliyor. Nefretinin sebebi sorulduğunda "bilmediğimiz bir dilden konuşmaları" diyebiliyor işte insanlar. Bu dünyada bilmediğimiz dilden konuşan başka insanların olduğunu bilmiyor muyduk şimdiye kadar? Herkes sadece kendi dilinin konuşulduğu yerlerde, hep kendi gibi olanlarla mı yaşamalı? Bu da az evvel konuştuğumuz, geniş anlamıyla, yapısal diyeceğimiz muhafazakârlıkla ilgili bir mesele. Bilmediğin bir dilde konuşulması seni neden rahatsız ediyor diye sorabilmekten, oradaki endişeyi deşebilmekten başlamak lazım belki.
O halde AKP gittiğinde bile bu mesele milliyetçi dalganın taşıyıcı unsuru olmaya devam edebilecek mi?
"Gün göremeyeceğiz" diyecek değilim ama bu sorunun geleceğe ilişkin kaygıyı derinleştirdiği kesin. Geçenlerde bir arkadaşım, muhalefetin bazı unsurlarının göçmenler konusunda benimsediği dışlayıcı, aşağılayıcı, horlayıcı söylemin, AKP’den yüz çevirmiş alt sınıf dindar kitleler arasında bu tavrın dönüp dolaşıp kendilerini de hedef alacağı korkusuna yol açabileceğini, bu nedenle tekrar AKP’ye yapışma ihtiyacı duyabileceklerini söylüyordu…
Peki AKP’nin göç, göçmen politikası bize ne anlatıyor?
Bir kere göçmenleri içeride bir emtia gibi tamamen araçsallaştıran, ucuzun da ucuzu işgücü olarak gören, dışarıda, uluslararası siyasette, diplomaside şantaj unsuru olarak kullanan, göçmenleri de statüsüz, eğreti vaziyette tutan bir iktidar pratiği söz konusu. AKP ayrıca mülteci düşmanlığını kendisi de kulanabilir. Gösterisel bir kısmi gönderme hamlesini yapabilir. Dedik ya, Osmanlı’da oyun çoktur.
Bu oyunlara karşı ne yapılabilir?
Gücümüzün yettiğini, elimizden geleni yapmaktan, iyiye çalışmaktan başka bir yol yok.