Kerbela’ya giderken

Bugün İslam ülkelerinde Hz. Ali’nin adalet hedefini tutturan, Hz. Hasan’ın barış ve Hz. Hüseyin’in özgürlük buudlu ‘Din’ kaygılarını taşıyan devlet, örgüt ve cemaatler yok...

Gerek tarihsel ve güncel önemi gerekse İslam ülkelerinin ondan sonra ideal manada bir türlü yakalayamadığı sosyo-siyasal huzura ermek için tecrübe ettiği sancılı süreçler her yılın Muharrem Ayı’nda andığımız Kerbela Faciası’nı taze ve anlamlı kılmaya yetiyor.

İslâm tarihinin en kritik en trajik en ibretlik devrinden mazlum ehl-i beyt’in başına hem de Müslümanların eliyle gelenlerden bahsediyorum. Önce Kerbela’ya giden sürece hızlıca bakacak olursak;

10 yıllık uzun halifeliği devrinde fitne çıkmamış, İslam’ın 2. Halifesi Hz. Ömer namazda uğradığı bir su-i kastla Dünya’ya veda ederken yerine geçen 3. Halife Hz. Osman da siyasî bir su-i kast ile dünya yaşamından göç edince halkın oyuyla-biatıyla 4. halife olarak İmam-ı Ali seçildi. Tabiri yerinde ise 5 yıllık halifeliği devrinde Müslümanlarla uğraşmaktan rahat yüzü görmeyen Hz. Ali önce Cemel Savaşı’nda Hz. Ayşe, Hz. Zübeyir ve Hz. Talha ile savaştı. Bu savaş bir içtihat farklılığından kaynaklanmıştı. Hz. Ali tam adaleti maksat seçip; izni ve rızası olmadan ne devletin bekası ne de tüm insanlığın kurtuluşu için suçsuz bir insanın harcanamayacağı ilkesinden hareketle haklı olarak muhaliflerini yenmişti.

Sonra kendisine biat etmeyen Şam Valisi Hz. Muaviye ile bu defa Sıffin Savaşı’nda karşı karşıya geldi. Bu savaş ise bir içtihat savaşı değil, Din ve Ahiret endeksli hilafetle merhametsiz bazı siyasal ilkelere dayalı saltanatın savaşı idi.

Bir tarafta İktidar ve devlet için tam adaletten taviz verilemeyeceğini savunan Hz. Ali vardı. Diğer tarafta ise epeyce büyüyen bir coğrafyada çoğulcu bir sosyal yaşamı ancak saltanat siyasetleriyle muhafaza ve takviye edebilirim düşüncesiyle haksız olarak İmam’a karşı çıkan Hz. Muaviye vardı. O, saltanata kendini mecbur zannetmekle hata ediyordu. Neticede İmam-ı Ali, Sıffin Harbi’nde de ğalip gelmek üzere iken meşhur ‘hakem olayı’ ile adeta savaşın seyri değişiyordu. Bu sorun çözülmeden yarım kalmışken ülkede terör estirmeye başlayan başka bir güruh çıktı. Harici fitnesiyle gerek ikna gerek savaş yöntemiyle baş eden İmam-ı Ali neticede sabah namazına giderken yine bir Harici tarafından su-i kasta uğrayarak Dünya yaşamına veda eyledi. Yaralı iken yerine veliaht tayin etmedi.

Irak-Kûfelilerin biatıyla hicri 40 yılında halife olan oğlu Hz. Hasan’ın çok değerli halifeliği ise ancak 6 ay sürebilmiştir. Çünkü Muaviye İmam Ali’ye biat etmediği gibi oğlu Hasan’a da biat etmemiştir. İki tarafın karşı karşıya gelmesi kaçınılmazdı. Nitekim kısa bir süre sonra iki tarafın güçleri Enbar ve Medain civarında savaş pozisyonuna girdiler.

Hz. Ömer zamanından beri 20 yıl gibi uzun bir süre Şam valiliği yapmış, tecrübeli, otoriter Muaviye’nin disiplinli, mal ve sayıca çok olan ordusuna karşı Hz. Hasan’ın yorgun ve kısmen dağınık ordusu büyük bir zafer vad etmekten uzaktı. Neticede ciddi oranda Müslüman kanı dökülecek ve sonuç da meçhuldü.

Daha 6 ay önce babasını kaybeden Hz. Hasan’ın komutanlarından, babasının amcaoğlusu Ubeydullah bin Abbas’ın yaklaşık 8 bin kişilik bir kuvvetle büyük bir mal karşılığında Hz. Muaviye’nin tarafına geçmesi, Hz. Hasan’ı dünya saltanatından epeyce soğutmaya sebep olacaktı.

Karşılıklı elçiler ve mektuplaşmalar sonucunda Hz. Hüseyin’in karşı çıkmasına rağmen Hz. Hasan, Muaviye ile 661 yılında Medain’de anlaştı. Hz. Hasan’ın antlaşma şartlarını içeren mektubunu Abbasi Devri’nin (Ö: 892) İran asıllı tarihçisi Belazuri şöyle aktarmaktadır:

"Bismillahirrahmanirrahim; Hasan b. Ali ile Muaviye arasında (hilafete geçtikten sonra) Muaviye’nin Allah’ın kitabı, Resulünün sünneti ve Hulefa-i Rasidîn’in sireti üzere amel etmesi, kendisinden sonra veliaht tayin etmemesi ve kendisinden sonraki halifenin şura ile belirlenmesi, insanların mallarına, canlarına ve ailelerine eman vermesi (dokunmaması), Hasan b. Ali’ye gizli veya açık hiçbir entrikada bulunmaması ve dostlarından hiçbirine hiçbir sey yapmayacağı koşulları üzerine ona hilafeti teslim edeceğine dair yapılan anlaşmadır. Buna Abdullah b. el-Hâris ve Amr b. Seleme tanıktır."

Tarihçi Taberi (Ö:923), antlaşmada şu şartların da olduğunu ileri sürer; Hasan, Muaviye'nin ölmesinden sonra halifeliğinin tekrar kendisine, eğer kendisi hayatta değil ise kardeşi Hüseyin’e geçmesi şartını öne sürmüştü. Muaviye, Hz. Ali ve taraftarlarına hutbede sövme bid’atına son verecekti. (Tâberî, V, 158-159) Bu son maddeyi İbn’ül Esir de ileri sürer.

İbn-i Hacer’ül Heytemi de antlaşmada ‘Muaviye’nin kendinden sonra bir veliaht tayin etmeyip bu işin ümmetin şurası ile halledilmesi gerektiği’ şartının olduğunu kabul etmiştir.

İslam tarihçilerinin antlaşmaya dair genel kabulü özetle şudur:

Hz. Hasan; Kuran'a ve sünnete uyulması, yandaşlarından intikam alınmaması şartlarını ileri sürdü. Ayrıca Kûfe hazinesindeki beş milyon dirhemi de istedi. Hz. Muaviye kabul edince O da hicretin 41. Yılında Kûfe’de (m. 661) Muaviye'ye biat etti.

Antlaşmadan memnun kalan Hz. Muaviye'nin elçileri Hz. Hasan'ın yanından çıktıklarında "Rasûlullah'ın oğlu sayesinde kan dökülmesi önlendi, fitne sona erdi, sulh yapıldı!" diyorlardı. (Ya'kubî, II)

Hz. Hasan yaptığı barış antlaşmasıyla büyük bir savaşın önünü alarak dedesi Hz. Muhammed’in önceden verdiği müjdeli haberi de onaylamış oluyordu:

"Hiç şüphe yok ki, bu oğlum bir seyyittir (şeref sahibi efendidir). Umut edilir ki Allah, O’nun sayesinde iki büyük mü'min grubunu barıştıracak." (Buhârî, Fiten)

Bediüzzaman’a göre Hz. Hasan ve Hüseyin’in Emevilerle mücadelesi din ve milliyet muharebesidir. Yani Emeviler, İslam Devletini Arap milliyeti esası üzerine bina ettiler. Bürokrasi, hukuk ve gelir dağılımında eşitlik ve liyakat gibi dinin temel prensiplerine göre değil soy-sop ve ırka imtiyaz tanıyarak saltanatçı bir siyaset güttüler. Milletlerden Araplara, Araplardan da Ümeyyeoğulları sülalesine ayrıcalıklar tanıyarak hem diğer soy ve milletlerden olanları küstürdüler hem kendileri de çok sıkıntılar çektiler…

Bugün İslam ülkelerinde Hz. Ali’nin adalet hedefini tutturan, Hz. Hasan’ın barış ve Hz. Hüseyin’in özgürlük buudlu ‘Din’ kaygılarını taşıyan devlet, örgüt ve cemaatler yok denilse abartılmış olunmaz. Fakat mealesef Emevici zihniyet ve Yezidî siyaset devam etmektedir. Mesela Türkiye’de 20 milyon Kürd vatandaşın anadilinde eğitim aldığı tek bir ilkokul bile yok! Suudi Arabistan’da Suud ailesinden olmayan biri kral olamaz! İran’da Şii-Fars olmayan biri Cumhurbaşkanı olamaz! Suçun şahsiliği ilkesi rafa kaldırılmış her türlü muhalefet önce kriminalize sonra da demonize ediliyor! Muhalif bir düşünce veya oluşuma taraftarlık cezalandırılma sebebi sayılıyor!

(Devam Edecek)

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi