Alaturka bir Sistem: 5 gün Sürü/2 gün Bağışıklık

‘Türkiye’de her şey var ama hiçbir şey tam değil’ deyişi salgına karşı mücadele konusunda da hayat buldu. Batı basını bunun farkında.

Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile yönetilen Türkiye, COVID-19’a karşı dünyada eşi benzeri görülmemiş bir mücadele yöntemi benimsemiş durumda. Aslında Saray, resmen açıklamasa da Sürü Bağışıklığı metodunu uyguluyor. Yani, kabaca, yurttaşların hayatını korumak için özel ve etkili önlem almadan, virüsün en geniş kitleye yayılmasına izin verip, bir süre sonra virüsün de öldürücü etkisini yitirip insanların bağışıklık kazanmasını bekliyor. Böylece ekonomi çarkının dönmesini sağladığını düşünüyor. Bu yöntem, önce Boris Johnson’un İngiltere’sinde denendi, ama daha sonra bilim kurullarının uyarısı üzerine uygulamadan vazgeçildi. Tesadüf olsa gerek, İngiltere’nin Sürü Bağışıklığından mecburen vazgeçmesi, sürünün çobanının da virüs kaptığı ve tedavi gördüğü sürece denk geldi. 

Sürü Bağışıklığı, aslında sadece salgına karşı pasif ve tabi ki ölümcül bir mücadele yolu değil. Topyekûn sokağa çıkma yasağı, karantina gibi önlemler, ekonomi çarkının eskisi gibi dönmesini engellediği için Sürü Bağışıklığı hem gayri insani hem de ekonomi ile insan hayatı arasında ekonomiyi tercih eden bir yöntem. Zaten Cumhurbaşkanı Sözcüsü Kalın, bunu açıkça itiraf etti: "Ülke genelinde sokağa çıkma yasağı uygulanmasının ekonomiye maliyeti çok daha ağır olurdu." Bu cümlenin anlamı şu: Ölen ölür, kalan sağlar ekonominindir!

Kalın’ın ve tüm iktidar sözcülerinin ekonomiden anladığı, "üretim ve ihracat" dedikleri, siyasi temsilcisi oldukları holdinglerin kârından başka bir şey değil. Çalışanlar ise ekonomi deyince, maaş bitmeden ayı bitirme sanatını anlar. 

Geçersizliği ve ölümcül sonuçları apaçık ortada iken Saray’ın Sürü Bağışıklığını resmen kabul etmesi ve açıklaması zaten beklenmezdi. Muhalefetin, Büyükşehir Belediyelerinin yanı sıra Türk Tabipleri Birliği’nin de ısrarla topyekûn sokağa çıkma yasağı talep etmesi, geniş yurttaş kesiminin resmi hasta ve ölü sayıları konusunda giderek daha fazla kaygı duyması karşısında, Erdoğan, yerli ve milli fıtratı gereği, Sürü Bağışıklığının alaturka versiyonunu icat etti. Formül, 5 gün Sürü, 2 gün Bağışıklık. Aklınca hem ekonomiyi çökmekten kurtaracak hem de hiç olmazsa nüfusun bir kısmını virüsten korumuş olacak. Ne var ki bu yöntemle iki alanda da hezimet garanti. 

Reuter’s ajansı Cumartesi gecesi geçtiği haberde "Türkiye’de vaka sayısı Orta Doğu’nun en yüksek düzeyine ulaştı, İran’dakini geçti" başlığını kullandı.

Yaş sınırlamalı sokağa çıkma yasağı da alaturka yaklaşımın saçma ve geçersiz bir önlemi. -20 ve +65’in ezici çoğunluğu evlerinde tek başlarına yaşayan insanlar değil ki! Onlar, her gün işe gitmek zorunda olan 20-65 yaş grubu insanlarla sürekli temas halinde. Bu durumda evde kalmak zorunda olan yaş grupları da işe gitmek zorunda olan yaş grupları da virüse yakalanabilir ve birbirlerine bulaştırabilir. Bu uygulamanın resmi adı yaş sınırlaması, uygulama ise "Çalışabilir yaşta hiçbir insan evde kalmasın."

Bilim insanları, ilaç ve aşının henüz bulunmadığı dönemde, salgına karşı mücadeleyi çok veciz bir şekilde 6 kelime ile açıklıyor: Test, Test, Test, Karantina, Karantina, Karantina.

Topyekûn karantina bir süre sonra mecburen uygulansa bile, o zamana kadar hastalananlar daha da önemlisi hayatını kaybetmiş olanlar açısından bir şey değişmeyecek. 

Çöken bir ekonomi, olağanüstü ve akıllı bir çabayla yeniden rayına oturtulabilir ama ölen insanı hayata döndüren bir yöntem mevcut değil. 

Türkiye gibi 80 milyon nüfuslu ülkede, hâlâ yeterli test sayısına ulaşılamadığı gibi, test kiti eksikliğinden, bürokratik engellerden (Mesela Fransa’da olduğu gibi), durumundan kuşkulanan her yurttaş, her olası hasta öyle kolayca test yaptıramıyor. Testlerin her zaman doğru sonuç verdiği yolunda da kuşkular var. İlk 2 testi negatif, 3. testi pozitif çıkan onlarca hasta var. Nihayet, test sonuçlarının geç gelmesi de çoğu zaman tedavinin başlamasını geciktiriyor. Ayrıca ölüm kayıtlarını da tahrif ediyor. Testlerin her zaman düzgün yapılmadığı da ortada. Sağlık Bakanlığının, Dünya Sağlık Örgütünün test standartlarını uygulamaması da başlı başına ayrı bir sorun. Belki de en önemlisi, unutmayalım ki Türkiye henüz hasta ve ölü sayısında zirveye varmadı.

Bizde uygulanan alaturka yöntemlerin hiçbiri başka ülkelerde yok.

  • Hiçbir ülke, sadece belirli yaş grubuna sokağa çıkma yasağı getirmedi.
  • Hiçbir ülke, sadece hafta sonu yalnızca belirli kentlerde topyekûn sokağa çıkma yasağı getirmedi.
  • Hiçbir devlet, yurttaşından, IBAN numarası verip bağış talep etmedi.
  • Hiçbir ülkede salgına karşı, sabır, dua, kolonya, dut pekmezi, kelle paça çorbası, sarımsak önerilmedi.

Virüs hafta içi mesai yapmıyor da, Cumartesi-Pazar fazla mesai yapıyor ve bilim insanları bunu bilmiyor mu?

Bilim insanları, bu tür kısmi kısıtlamaların ancak, virüs belirli ölçüde kontrol alındıktan sonra uygulanabileceğini savunuyor. O zaman da sınırlama yaş temelinde değil, riskli gruplar temelinde yapılması gerekecek. 

İlginçtir durum bu kadar vahimken, iktidar medyası Türkiye’nin salgına karşı mücadelede dünyaya örnek teşkil ettiğini filan yazabiliyor.

Hatta Batı Basınında bile bu yolda yazılar çıkmış.

Tarihi bir hatırlatma: 1945 Nisan sonu, Mayıs başı, Nazi rejiminin yenileceği artık kesinleşmiş, Hitler, bunkerinde intihara hazırlanıyor, Sovyet birlikleri başkent Berlin’in kenar mahallelerine girmiş. Ama aynı günlerde Almanların çoğu "Kahraman Nazi ordusunun Moskova’yı fethe hazırlandığına" inanıyor. Çünkü dönemin Nazi gazeteleri ve radyosu bu yönde yayın yapıyor. 

Propagandanın temel ilkelerinden biridir: Durum ne kadar zor ise yaygınlaştırılması gereken yalan o kadar büyük olmalıdır.

Saray’ın bu aralar kalkıp da "Salgına karşı mücadelemiz çok da fena değil, elimizden geleni yapıyoruz, halen bazı güçlükleri alt edemedik ama çalışıyoruz" demesi beklenmezdi herhalde. Bu söylem, mevcut kuşkuları kesmez, durumun vahametini gizlemek için çok daha büyük bir yalan lazım: Küresel aktör olduk! Batı basını da bunu kabul etmeye başladı…

Ben bir aydır, hafta içi her gün, Batı dünyasının 6 büyük gazetesini (NY Times, LA Times, W.Post, Guardian, Le Monde, Libé) tarayıp Artı TV’de saat 14.00’deki Dünya Gündemi’nde sunuyorum. Bu gazetelerde şimdiye kadar Ankara’nın salgınla mücadelesi konusunda bir tek olumlu haber ya da yorum yayımlanmadı. Aksine, Türkiye’deki doktorların, muhalefetin, insan hakları savunucularının, bağımsız iktisatçıların iktidarın mevcut salgın politikalarını eleştiren haber ve yorumları çok yoğun.

Şimdiye kadar Saray’ın tutumunu öven sadece 2 makaleye rastladım ve Global Medya taramasında bunlara yer verdim. Biri DEİK (Dış Ekonomik İlişkiler Kurulu) Başkanının Deutsche Welle’de yayınlanan makalesi, (7 Nisan, op-ed) öteki de iktidar medyasının hararetle iktibas ettiği Amerikan The Hill sitesinde yayınlanan yazı. DEİK, konumu ve görevi gereği resmi politikaları savunmak zorunda ama bir ticaret adamının salgın konusunda makale yazması da ilginç olsa gerek…

Gelelim, "Batı basını" olarak takdim edilen 2. yazıya. 14 Nisan 2020 tarihinde The Hill’de yayımlanan yazının başlığı "Covid-19’a karşı global mücadelede Türkiye, kilit aktör olarak ortaya çıkıyor." Yazının girişinde bir not var: "Bu yazı sadece yazarın görüşlerini içerir, Yazı İşlerini bağlamaz." Çünkü söz konusu yazı, ABD basınında op-ed denen, bizde Serbest Kürsü’ye tekabül eden, dışarıdan yazı yazan kişilere ayrılmış bölümde yayımlandı. Dolayısıyla bu yazı "Batı Basını"nın görüşü değil, sadece yazarın fikri. Yazar, Sasha Toperich, bir araştırmacı. Türkiye uzmanı değil. Kıdemli Türkiye uzmanı Nicholas Danforth, sosyal medya hesabında, bu makaleyi 3 satırda değerlendirdi:

  • Bu makale, sipariş üzerine, parayla yazdırılmış bir makaleye benziyor
  • Metindeki bazı ibareler doğrudan Türkçeden tercüme edilmiş gibi görünüyor
  • Bu makalenin hızla Türkiye’deki hükümet medyası tarafından iktibas edilmesi olayın organize/koordineli bir kampanya olduğunu gösteriyor.

Makalenin sahibi Toperich, "Parayla yazdırılmış" iddiasını reddetti. Daha önce de Mısır’daki Sisi yönetiminin bazı reformlarını olumlu bulan bir makale yazmış olduğunu hatırlattı! Bu savunma ilginç, Erdoğan karşıtı bir lideri de övmüş olmak, sipariş makale yazmadığını değil, daha çok yazdığını ima etmiyor mu?

Bu tür op-ed’ler, bırakın Batı basınını, yayımladığı gazete ya da dergiyi bile bağlamayan yazılar. Uzmanlığı tescilli ve siyasi ve ekonomik gücü belli her insan op-ed yazabilir. Gazete ile söz konusu kişiler arasındaki görüşme, müzakere ya da pazarlığa tabidir bu tür makalelerin yayımlanması. 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ile sözcüsü Kalın da vakti zamanında New York Times’da, Washington Post’da kendilerini öven bu tür makaleler (op-ed) yayımlamıştı.

Ayrıca, medya önemli de olsa, gerçeklerden yani somut siyasi uygulamalardan daha önemli değil. Kırk yılda bir yayımlanan bir op-ed makalesine, -çok nadir olduğu için yandaşlar açısından çok değerli- bu kadar büyük bir hevesle sarılmak ve hemen propagandasını yapmak da yandaşların ne kadar güç durumda olduğunu gösteriyor. Batı basınında yayımlanan haber ve uzmanlarca kaleme alınmış yorumların neredeyse hepsi Saray’ı ve Saray’ın politikalarını eleştirirken, bunların hiçbirinden söz etmeden kuşkulu bir makaleye atıfta bulunmak da bir başka çaresizlik. 

Türk yöntemi madem bu kadar başarılı, sormaz mı insan, neden hiçbir ülke bu alaturka yöntemleri uygulamıyor?

Uğraşmayın ABD medya manzarası açısından orta çaplı bir kurum olan The Hill’le, siz yerli ve milli kalın, ahaber, Akit, Yeni Şafak, Sabah’la filan oyalanın! 
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi