Barış üzerine - I: Barış savaşsızlık değildir

Taybet Ana’nın yasını İzmir’de tutmadan, Berkin Elvan’ın anmasını Artvin’de yapmadan, Sevag Şahin Balıkçı’yla yeniden tanışmadan, Uzman Çavuş Hamdi Karagöz’ün annesinin elini öpmeden barışmak çok zor olacak.

Barış, aslında bilmediğimiz bir şey. İnsanlığın gelişkin bir barış kültürü yok. Ateşkes dönemlerini, savaşsız geçen süreleri barış sanıyoruz. Oysa ateşkes dönemlerinde de gerçek bir barış çabası yok. Barış içinde yaşıyormuş gibi görünen dönemlerde bile halk, her an savaşa hazır tutuluyor. Düğmeye basıldığında ise birkaç gün içinde savaş borazanları en güçlü şekilde çalmaya başlıyor. Barışın değil, savaşın bir endüstrisi ve lobisi var. Kamuoyu araştırmalarında halkın çoğunluğu savaşı istemiyor; dünyada “savaş iyidir” diyen bir tutum da yaygın değil. İnsanlığın tamamı savaşın kötü olduğunu biliyor ve dile getiriyor. Buna rağmen insanlar, tarih boyunca binlerce kez savaşmışlar.

Tam sayısını bilmiyoruz ama Stavros Mentzos, M.Ö. 3500 yılından günümüze kadar yaklaşık 14.500 savaş yaşandığını söylüyor (1993, s. 38). James Hillman ise insanlık tarihinde son 5600 yılda yaklaşık 14.600 savaş olduğunu ve her yıl ortalama iki ya da üç savaşın gerçekleştiğini belirtiyor. Bu veriler düşünüldüğünde, savaş insanlığın normal hali (Die erschreckende Liebe zum Krieg, 2004, s. 10). Savaşın sorunları çözmediği, bir çözüm olmadığı bilinse de insanlar bu korkunçluğu seçmekten kaçınmıyorlar. Bu kadar çok savaşın yaşandığı bir dünyada barışı sağlamak ve kültürünü yaratmak da çok zor.

Bu kadar çok savaşa karşı olunmasına rağmen bu kadar çok savaş yaşanıyorsa, insanın savaş konusunda ikircikli bir tutumu var gibi görünüyor. Ülkemizde de Kürtler ile Türkler arasındaki silahlı çatışmalarda on binlerce insan öldü ve bu çatışmanın etkisi, bu ülkede yaşayan her insanda bir şekilde hissediliyor. Buna rağmen hâlâ “daha da öldürelim” ya da “oh, canıma değsin” denilebiliyor. “Savaş istemiyorum” diye başlayan bir cümleye eklenen her “ama”, aslında savaştan yana bir duruşu da barındırıyor. Savaşa karşı olmak, belki de hiçbir “ama”yı kabul etmemekle başlıyor.

Savaş karşıtlığındaki ‘ama’larla insan, aslında kendini de manipüle etmeye çalışıyor. En son Gazze’de buna tanık olduk. Savaş; mantığın, insanlığın, ahlakın, etiğin, duyguların, merhametin ve vicdanın yok edilmesi demek. Mantık ötesi bir şey. İşte savaş konusundaki o ‘ama’, hayal bile edilemeyecek bu yıkımı rasyonelleştirmeye çalışmanın bir yolu. Yani savaş, riyakârlık olmadan savunulamıyor.

SAVAŞ ÇOK KÖTÜ BİR ÖĞRETMEN

Türkiye’de de “Savaşa karşıyım ama…” diyenlerin tavrı, barış için imza atanlara yapılan zulümlerle kendini gösteriyor. Biraz yakından bakıldığında, “Barış istiyoruz” diyenlerin aslında önce silahların susmasını talep ettikleri görülüyor. Onlar da barışa giden yolun çok uzun ve zorlu olduğunu biliyorlar.

Savaşın en belirgin özelliği bu kadar yıkıma ve zulme rağmen öğretememesi, ders alınamamasıdır. 20. yüz yıl tarihteki en kanlı ve cani dönemdir ve bu dönemdeki savaşlarda yaklaşık 187 milyon insanın dolaylı ya da doğrudan katledilmiştir. (Ulus ve milliyetçilik konularında önemli tezler geliştirmiş olan Eric Hobsbawm, 2009 yılında Almanca Globalisierung, Demokratie und Terrorismus adıyla yayımlanan kitabında, bu sayıları yazar). Savaş, sorunları çözmese de yaygın bir şekilde sorun çözme yöntemiymiş gibi sıkça başvurulan bir araçtır.

Savaş, ardında büyük bir harabe bırakır. Bu harabe yalnızca fiziksel (binalar, yollar, altyapı) değil, aynı zamanda psikolojik ve sosyolojik bir yıkımı da içerir. Savaş, o ülkenin ya da bölgenin demografik yapısını da bozar, çünkü savaş, erkek nüfusunun azalması anlamına gelir. Bu durum, kadınlar ve erkekler arasındaki rol ve görev dağılımını da etkiler. Kadınlar, savaş süresince ve sonrasında yaşanan zulmün yanı sıra, erkeklerin rollerini de üstlenmek zorunda kalır. Askerde erkekliğe aşırı vurgu yapılmasına rağmen, erkekler de bir anlamda dişileştirilirler. Kadınlara biçilen geleneksel görevler—yemek yapmak, çamaşır yıkamak, yatağı düzeltmek gibi—erkekler tarafından yerine getirilir.

Chaim F. Shatan, askerliğin ve savaşın insanlarda sembiyotik bir regresyon yarattığını söyler (Militarisierte Trauer und Rachezeremoniell, 1987, s. 221). İnsanlar, askeri birliklerinde birbirleriyle kaynaşarak var olmaya çalışırlar: “Birimiz hepimiz, hepimiz birimiz için!” Shatan’a göre erkeklik askerileştirilir (militarisierte Männlichkeit): “Erkeklik, vatanı için savaşmaktır!” Savaştan korkanlar adeta erkek sayılmazlar. Askerden çürük raporu alanlar ya da paralı askerlik yapmayanlar, bu yüzden alay konusu edilirler.

Shatan’a göre erkekliğin militarize edilmesinde üç aşama vardır. Öncelikle, askerler eğitim süreciyle birey olmaktan çıkarılır. Anne-babalarının onlara verdiği kimlik yok sayılır. Artık onlar Ahmet, Mehmet ya da Ali değil; yalnızca birer askerdirler. Amirleri de Ahmet ya da Hasan değil, yalnızca komutandır. Kimlikleri değiştirilerek bireysellikleri ellerinden alınır ve ortak bir kimliğe indirgenirler: “Mehmetçik.”

Askerde iki temel kategori vardır: biz ve onlar. Askerlik süresince algılar manipüle edilir; dünya biz ve düşmanlar olarak ikiye bölünür. Düşman insandışılaştırılır ve böylece onu öldürmek meşru hale getirilir. Savaş esnasında yaşanan acı bloke edilir; orada acıya yer yoktur. Bütün bunlar, askerlerin bir kişilik değişiminden geçtiklerini gösterir. Acımasızlık, canilik ve zulüm savaş sırasında normalleştirilir ve kurumsallaşır. Asıl olan insanlık, duygular ya da mantık değildir; amaç, körü körüne itaat ederek verilen emirleri sorgulamadan yerine getirmektir. Zulmün üniformalı halidir savaş. Ve bu mantıksızlığın açıklanması bile gerekmez, çünkü savaş, kutsal bir amaç için yapılır.

Askerlikte cinayet ve katliamlar için cezasızlık söz konusudur. Askerlere, suçluluk duymadan ve utanmadan öldürme ya da katletme “özgürlüğü” (!) verilir.

İnsanları savaştırmak için önce canileştirmek gerekir. Sadece askerleri değil, halkı da savaşa sürüklemek için politikacılar, vatanseverlik kisvesi altında ırkçılığı yaygınlaştırırlar. Kitleler için karmaşık sorunlara sunulan çözümler genellikle çok basit ve anlaşılırdır. En karmaşık problemler basite indirgenir: Kötülüğün kaynağı düşmanlarımızdır. Düşmanı yok edersek tüm sorunlarımız çözülür. Karmaşık sorunların bu şekilde basitleştirilmesi, kitleleri ayartır ve harekete geçirir.

Bu basit çözüme ulaşma arzusuyla, birey kitle içinde daha cesur davranır. Ancak bu cesaret, bireyin kendisinden değil, kitlenin oluşturduğu dinamizmden kaynaklanır. Sorumluluk, kitle içinde anonimleştiğinden suça yönelim artar. Ayrıca, kitle işleyeceği suçun cezasız kalacağını bilir. Hiçbir asker, savaşta öldürdüğü insan (düşman) için yargılanmaz. Öldürmek, savaşın kaçınılmaz bir gereği olarak görülür. Savaşta işlenen cinayetler, katillik sayılmaz.

Suça eğilimin bir başka nedeni de şudur: Acımasızlık ve zulüm, güç ve iktidar sahibi olmanın bir göstergesi olarak kabul edilir. Sadizm, acımasızlık ve zulüm, bir hakimiyet kurma biçimine dönüşür.

Savaş, yalnızca askerlerde ya da doğrudan savaşanlarda değil, sürece dahil olan herkesin kişiliğinde kalıcı değişiklikler yaratır. Askeri savaş söylemi, zamanla yaşamın diğer alanlarına da sızar: spor, ekonomi, komşuluk ilişkileri… Hatta aşk ilişkileri bile, savaşan tarafların güç mücadelesine dönüşür. Yaratılan paranoya ve şizofrenik dünya görüşü (biz ve düşmanlar, iyi ve kötü, siyah ve beyaz), insanların tüm ilişkilerine yansır.

İNSAN OBJEKTİF ANIMSAMAZ, ASKERLER ASLA…

Savaşa gönderilen askerler, genellikle haklı bir dava için savaştıklarını düşünürler. Örneğin, Vietnam’da savaşan Amerikan askerleri, kendilerini bir haksızlığın intikamını almak için orada sanıyorlardı. Bu kendini haklı görme hali, yapılan kötülüklerde suçluluk bilincinin oluşmasını engeller. Mesela, Kürtlere dışkı yedirenler de haklı olduklarını sanıyorlardı; onlar, kesin bir inançla haklı olduklarına emindiler. Bugün bu insanlara yöneltilen eleştirilerde ortaya çıkan şiddetin kaynağı da burada yatıyor. Haklı olduğuna inanan, bir dava uğruna savaştığını düşünen, haksız bir saldırının intikamını aldığını sanan ve çevresi tarafından kahraman ilan edilen insanları eleştirmek… Bu, onların inşa ettikleri kimliğe doğrudan bir saldırı gibi algılanıyor.

Chaim F. Shatan’ın vurguladığı başka bir olgu daha var: Savaşta fail konumunda olan kişiler, savaş sonrası dönemde daha çok mağdur yanlarını anımsarlar. Vietnam’a dair savaş karşıtı filmlerde sıkça gördüğümüz sahneler buna örnektir. Askerler bir yerde tuzağa düşürülür, günlerce yardım gelmeden aç, susuz ve korku içinde savaşırlar. Bu, çatışma esnasındaki failin yaşadığı travmatik mağduriyettir. İşte bu tür anımsamalar, barışı zorlaştırır çünkü faille mağdur arasındaki fark ve konumlar bulanıklaşır. Burada savaşın oluşturduğu bir sapıklaşma da var. Mağdur olan faillere üzülmeyi öncelemek. Hikâyeyi, tarihi güçlüler yazar… Biz genelde Amerikalıların filmlerini izler onlara üzülürüz. Amerikalılara üzülmekte değil sorun asıl sorun asıl mağdurların acılarının es geçilmesi…

Kürtlerle Türkler arasındaki çatışmada da benzer bir durum gözlemleniyor. Adeta bir mağduriyet yarışı yaşanıyor. Bu durum, suç bilincinin oluşmasını ve özür dileme sürecini zorlaştırıyor. Barış sürecinde, taraflar sadece karşı tarafın değil, kendi acılarını da anımsıyorlar. Ancak bu acıların anımsanmasının başka bir işlevi daha var: Örtme işlevi (Deckenerinnerung). Freud, bu olguyu anlatırken bazı çocukların yaşadıkları travmatik deneyimleri başka, daha az acı veren bir anıyla örttüklerini belirtir. Mesela, annesinden dayak yiyen bir çocuk, annesiyle gittikleri keyifli bir pikniği anımsar ve bu olumlu anı, kötü anının yerini alır.

Savaş sonrası dönemde daha çok mağduriyetin anımsanmasının da benzer bir işlevi vardır: Failliği örtmek. Ayrıca, çevresinden kahraman muamelesi gören bir kişinin, bu kahramanlık anlatısına uyum sağlaması için de bu tür anımsamalara ihtiyacı vardır.

İDEAL-BEN VE SAVAŞIN ÇARPITICI ETKİSİ

Bir başka mesele ise ideal-ben’in işleviyle ilgilidir. Psikanalizde ideal-ben, bireyin ulaşmak istediği mükemmel kendilik halini temsil eder. Anne ve babalar, çocuklarına iyi bir insan olmayı öğretirler; zalim ol, katil ol diye bir öğreti yoktur. Ancak savaş sırasında bu ideal-ben, haklı bir dava için mücadele söylemiyle süslenir. Fakat savaşta askerin yaptığı birçok şey, bu idealle uyuşmaz. Savaş sonrası dönemde, yaşananların ideal-ben’e uymayan yanlarını nötrleştirmek için kahramanlık hikayelerine ihtiyaç duyulur.

Asker, yaptığı zulmü ya da tanık olduğu şiddeti, doğrudan yüzleşmek yerine, bu anlatılarla meşrulaştırır ve kendi içsel çatışmasını hafifletmeye çalışır.

BARIŞIN ZORLUĞU: HAFIZAYLA YÜZLEŞMEK

Barışa giden yol uzun ve çetrefillidir. Barış süreci, sadece politik değil, aynı zamanda psikolojik/sosyolojik/pedagojik/resmi tarih anlatımının dönüşümünü de gerektirir. Taraflar, geçmişi anımsarken bu yolun üzerindeki engelleri ve psikolojik bariyerleri de temizlemeye çalışmalılar. Ancak bu süreç hem fail hem de mağdur olan bireyler için oldukça sancılıdır. Çünkü barış, sadece politik bir uzlaşma değil, aynı zamanda bireysel ve kolektif hafızayla yüzleşmeyi de içerir.

VİCDANSIZLARIN VİCDANI

Filistin’de, babasının kucağında katledilen bir bebeğe bu ülkenin herhangi bir kentinde (haklı ve gerekli) tepkiler oluşuyor. Ancak aynı kişi, Roboski’de yaşananlara sessiz kalıyor. Maraş’ta, “Beni sen öldür, onların eline bırakma” diye eşine yalvaran kadının acısına üzülemiyor. Irkçılık, askeri militan tutumlar empatiyi politikleştiriyor, patoljikleştiriyor… Bazı konularda son derece duyarlı ve insancıl olan insanlar, başka durumlarda nasıl bu kadar zalim ve vicdansız olabiliyorlar?

Psikanalizde vicdan dediğimiz kuramsal yapı, üst-benin alanına dahildir. Üst-ben, insanın kendisini yargılayan ve ne yapması gerektiği konusunda yol gösteren bir içsel denetim mekanizmasıdır. Bu, insanın kendiyle kurduğu içsel bir diyalog olarak kurgulanır. Örneğin, önümde yürüyen biri cüzdanını düşürüyor. Etrafta kimse yok ve o dolu cüzdanı alıp kaybolmak istiyorum. Ancak içimdeki bir ses (üst-ben’im) bana bunun ayıp ya da günah olduğunu söyler. Bu sese kulak vererek cüzdanı sahibine geri veririm. Eve döndüğümde, vicdanım rahat olur.

Bazı dinler, bu içsel denetim mekanizmasını Tanrı’ya projekte eder ve inançlı kişi, bu iç diyaloğu Tanrı ile bir konuşmaya dönüştürür. Tanrı’dan korkan kişi, cüzdanı sahibine geri vererek Tanrı’nın takdirini kazandığını düşünür. İşte vicdan, içimizde kurduğumuz bu mahkeme sisteminin bir ürünüdür.

Ancak bazı insanlar bu muhakemeyi kutsal değerlerine ya da ideolojilerine teslim ederek bireysel sorumluluktan kaçarlar. Yani vicdanlarını, bazı konularda kendi dışlarına çıkarırlar. Örneğin, bir kişinin kafasını kameralar önünde kesen biri, bunu kutsal/din adına yaptığını söyleyebilir. Eğer bir eylem kutsal kitabımda yazıyorsa ya da dinimin gereğiyse, bu kişi kendisini vicdansız olarak görmez. Vicdan bu bağlamda kitapta ya da ideolojide lokalize edilmiştir.

Naziler, onlarca Yahudi’yi, komünisti ya da engelliyi öldürdükten sonra evlerine dönüp çocuklarının doğum gününü kutlayabiliyorlardı. Çünkü yaptıkları, ideolojilerinin gereği olduğundan vicdani bir sorun yaşamıyorlardı. İşte bu mekanizma—vicdanı dışsallaştırmak (externalize etmek), ideolojiye veya dine teslim etmek—politikacılar tarafından sıkça kullanılan/araçsallaştırılan bir yöntemdir. Savaş dönemlerinde bu yöntem daha da yoğunlaştırılarak canilik, canilik olmaktan çıkarılır. Bu, yapılan zulme çıkarılan temiz/iyi hal kâğıdıdır.

Barıştan söz ettiğimizde iç dünyadan çıkarılan vicdanın tekrar iç dünyada konumlandırılması da gerekir. Ama bu çok ağır bir durum. İnsanların suç bilinci olmadan/geliştirmeden bunu sağlamak çok zor…

SAVAŞ YORGUNLUĞU

Duygular tarihini araştıran Ute Frevert (Vergängliche Gefühle, 2013, 2. Baskı, s. 12), bazı dönemlerde halkın belirli duygulara karşı hassasiyetinin arttığını yazar. Barış ve savaş yanlılığı konusunda da benzer bir durum söz konusu. Her ne kadar anketlerde insanların çoğu “Barış istiyoruz” dese de insanların savaşı en az istedikleri dönem, genellikle savaşın hemen sonrasıdır. Bu dönemde, insanlık uçuruma düşmenin, her türlü zulmü ve yıkımı yaşamanın getirdiği bir savaş yorgunluğu yaşar. Yıkım sonrası bu dönemlerde insanlarda “yeniden kurma” ve “daha iyisini yapma” motivasyonu ortaya çıkar. Biz, genellikle bu hali daha barışçıl bir dönem olarak değerlendiriyoruz. Ancak söylediğim gibi, bu durum gerçek bir barış arzusundan ziyade, savaşma isteksizliğinden kaynaklanıyor.

Son yıllarda ırkçılığın sürekli canlı tutulması ve sürekli pompalanması, savaş yorgunluğu sonrası ortaya çıkabilecek yeniden inşa ve kalkınma enerjisini de absorbe ediyor. Bu bağlamda, Türklerin barışma konusunda motivasyonsuz olduklarını ve bunun Kürt-Türk barışını zorlaştıracağını görmezden gelemeyiz.

Sanıyorum, Ernest Hemingway’in İhtiyar Balıkçı adlı eserinde okumuştum. İhtiyar balıkçıya, avlanmak için nereye gittiği sorulduğunda verdiği cevap şu olur: “Rüzgâr döndüğünde geri dönebileceğim kadar uzağa.” Irkçıların tutumunda ‘total savaş’ var. Tek canlı bırakmayacak şekilde, ‘kımıldayan her şeye ateş ederek’… Düşmanlığın bile ölçüleri, bir raconu vardır; ancak ırkçılar, buna bile uymazlar. Bu nedenle, yapıcı ve onarıcı enerjiyi bile yıkım için harcarlar ve bu barış sürecine olumsuz etki yapar. Ayrıca ırkçılar hala düşmanlık borazanları çalmayı da sürdürüyorlar.

BARIŞ, DÜŞMANA GÜVENMEKTİR

Barış anlaşması, düşmana güvenmeden mümkün olmaz. Bazı filmlerde stilize edilen mertlik ritüelleri buna güzel örnekler sunar. Mesela bir samuray, kahpelik yaptığında onurunu yitirir. Kovboy filmlerinde ya da Cüneyt Arkın filmlerinde sıkça rastlarız iki düşmanın karşı karşıya gelmesine. Düello, birbirlerini öldürmek için iki düşmanın karşılaşmasıdır ama öldüreceğin ya da seni öldürecek kişiye güvenmeden düello yapılmaz. Şunu anlatmaya çalışıyorum: düşmanlığın bile mertlik kodları vardır. Savaşta sivilleri öldürmemek, hastaneleri bombalamamak, kadınlara dokunmamak gibi kurallar bu kodların bir parçasıdır.

Ama savaş, aynı zamanda hile ve hainlik oyunudur. Savaş taktiği diye anlatılanlar, mertlik kodlarından çok, düşmanı tuzağa düşürmeye yönelik hilelerdir. Bir pasifist olan Arthur Ponsonby, yüz yıl önce (Lügen in Kriegszeiten = Savaşta Yalanlar) şöyle demişti: “Bir savaşta ilk katledilen, gerçektir.” Savaşta gerçek, onur, mertlik ve ahlak da katledilir.

İşte insan ilişkilerindeki tüm değerleri yitirmiş tarafların, birbirlerine güvenmeleriyle mümkündür barış. Bu zorluğun farkında olunduğundan, birçok barış görüşmesinde gözlemciler bulunur ve verilen sözlerin tutulup tutulmadığını denetlerler. Gözlemcisi olmayan düellolar, hileye kapı aralar. Barışın en büyük zorluğu, karşılıklı olarak insanî değerleri katleden tarafların yeniden birbirlerine güvenmeyi öğrenmeleridir.

GÜVEN: BİR SOSYAL YATIRIM

Güven, bir sosyal yatırımdır. Örneğin bir hasta beni arayıp randevu almak istiyor. Randevulaşıyoruz… Hiç tanımadığım birinin sözünü tutup randevuya geleceğini varsayıyorum. Bu, sosyal bir yatırımdır ama aynı zamanda riskli bir yatırımdır (Ute Frevert, Vertrauensfragen = Güvene Dair Sorular, 2013, s. 17). Bu örnekte de görüldüğü gibi güven, beklentiyi ve umudu içerir. O yabancının randevuya gelmesi, ona verdiğim ilk güven kredisidir. Zamanla, bu kişi randevulara geldikçe aramızda bir güven ilişkisi oluşur. O da bana güvenir çünkü benim onu beklediğimi bilir ve buna göre hareket eder. İşte bu sosyal kredi kullanımları, güvenin oluşmasını sağlar.

Savaş ise insanların birbirlerine ve dünyaya olan güvenlerini yıkar. Ute Frevert’in bahsettiği ‚dünyaya güven duygusu ‘(Weltvertrauen) ya da temel güven duygusu (Urvertarıuen, Erik H. Erikson) güvenin oluşmasında çok önemlidir... Savaşta taraflar hem mağdur hem de faildir. Yani bir yandan karşı taraftan insanları öldürürler, bir yandan da kendi saflarında öldürülenler vardır. Bu durum hem fail hem de mağdur olan bireylerde/toplumda psikolojik bir travma ve karmaşa yaratır. Bu psikolojik kaos içindekilerin güven kurma çabaları, barış sürecinde ciddi zorluklar doğurur. Barış, birbirine canice düşmanlaşmış gruplar arasında gerçekleşir ve düşmana güvenme riskini almadan barış sağlanamaz. Güven, karşı tarafın—yani düşmanın—bekleneni yapacağına inanmayı içerir. Yıllarca çatışmış insanların, eski düşmanlarına inanması zor bir süreçtir.

Bu yazdıklarımda, Kürtler ve Türkler arasındaki süreçteki asimetrik güç ilişkisini göz ardı etmemek gerekir. Bir de barıştan söz ediliyorsa öncesinde bir savaş vardır. Burada dolaylı bir itiraf var aslında ve bu savaş iki eşit tarafın mücadelesi değildir. Bu durum, barış sürecini daha da karmaşık hale getirir.

GÜVENİN SİYASALLAŞMASI VE ARAÇSALLAŞTIRILMASI

Bu meseledeki bir başka zorluk da güvenin savaş süresince siyasallaştırılması ve böylece güvenin araçsallaştırılmasıdır. Savaşın en önemli dinamiklerinden biri de çıkar gruplarıdır. Politik ve ekonomik çıkar grupları, savaşın sürmesi için çaba gösterir ve barış sürecini baltalarlar. Irkçı partiler, düşmanlık söylemleri üzerinden varlıklarını sürdürürler. Bir gün komünistler, ertesi gün dinciler, Kürtler, Aleviler, Ermeniler, Araplar ya da Yunanlılar ve en son da ‘FETÖ’cüler düşman ilan edilir. Hangi düşman o gün işe yarıyorsa, ırkçılık ve düşmanlık söylemleri o yönde sürdürülür.

AYDINLANMA DÖNEMİ SONRASI GÜVENİN DÖNÜŞÜMÜ

Aydınlanma dönemi sonrası güven duygusunda da bir değişim yaşandı. İnsanlar, Tanrı’ya sonsuz bir güven beslerken, bu güven bireyselleştirildi. İnsanlar arası güven duygusu gelişti ve bu duygu daha hassas, daha duygusal bir boyut kazandı. Tanrı’ya duyulan sonsuz güvenin yerini, insan ilişkilerinde—özellikle aşklarda—birbirine duyulan derin güven aldı.

DOĞMAK: CENNETTEN KOVULMAK GİBİ

Doğmak, bir anlamda cennetten kovulmak gibidir. Travmatiktir. Annenin (ya da annelik rolünü üstlenen kişinin) şefkati, bebeğin gereksinimlerine göre kendini ayarlaması—yani kendi duygularını ve ihtiyaçlarını geri planda tutması—bebekte anneye güvenin oluşmasını sağlar.

Mesela, anne çok yorgundur ve uyuyordur. Bebek uyanır ve annesini ister. Anne, kendi ihtiyaçlarını bir kenara bırakır, uyanır ve bebeğine gider. Bu tür tekrarlayan davranışlar, çocuğun annesine güvenmesini sağlar. Anne, çocuğun dünyasındaki en önemli kişi olduğundan, çocuk dünya ile de güven ilişkisi kurmaya başlar: “Annem benim dünyam ve dünya güvenli bir yer.”

Bir süre sonra bebek, sesler çıkardığında annenin geleceğini beklemeye başlar. Bu, güvendeki beklentidir. Gereksinimlerinin karşılanacağına dair bir umut oluşur. Bebek, anneye seslendiğinde annenin yanına geleceğini bilir ve bu ilişkiyi içselleştirir. Zamanla, bu güven duygusu bebeğin dünyayla olan ilişkilerini organize etmeye ve yapılandırmaya başlar.

Daha sonra bu güven duygusu, başka insanlara da genişletilir. Çocuk, anneye olan güveni içselleştirirken, kendisine olan güveni de oluşturur. Çünkü anneye güvende çocuğun kendi etkisi de vardır. Seslenmesine annenin verdiği tepkiyi çocuk, kendi etkisi ve gücü olarak algılar. Böylece özgüveni gelişir.

İYİ ANNE, KÖTÜ ANNE VE ENTEGRASYON SÜRECİ

Bebek dünyaya geldiğinde, anne ve bebek ilk kez karşılaşırlar. Bu, aslında iki yabancının karşılaşmasıdır. Bebek, annesine—yani ötekine/yabancıya—güvenerek güven duygusunu oluşturur. Ancak bu süreç de iniş çıkışlarla doludur.

Örneğin, bebek korkuyla uyandığında annesi yanında değilse, bu yokluğu “kötü anne” olarak algılar. Başka bir sefer uyandığında annesi yanında olduğunda ise, onu “iyi anne” olarak etiketler. Zamanla, bebek iyi ve kötü annenin aslında aynı kişi olduğunu fark eder. Yani iki farklı anne olmadığını, bir bütün olduğunu anlar. Bu, bebeğin iyi ve kötüyü entegre etme sürecidir.

Bu entegrasyon süreci, hayatın ilerleyen dönemlerinde düşmanla barışmanın veya kötü sandığımızı kabullenmenin temelini oluşturur. Düşmanla barışmanın, aslında içsel bir karşılığı vardır. Kötü sandığım benim yanılgımdır, projeksiyonumdur çoğu kez. Bu farkındalık, barışın ipuçlarını içinde taşır.

SAVAŞIN GÜVENE ETKİSİ

Güven, özgüven, temel güven duygusu, dünyaya güven, yabancıya/ötekine güven… Tüm bunlar, savaşın yarattığı travmalar yüzünden yıkılır. Bebeklikte doğal bir süreçte oluşan bu duygular, savaşla birlikte yerle bir olur. Ve bu güveni yeniden inşa etmek, travmatik ve yıkıcı deneyimlerden sonra çok daha zor hale gelir.

Bunları umutsuzluk yaratmak için değil, önümüzdeki yolun ne kadar zor olduğunu göstermek için yazıyorum. Bu yolda ilerlerken, karşılaşacağımız olumsuzlukların farkında olmalı ve tüm zorluklara rağmen ısrarcı olmalıyız.

HER TÜRK ASKER DOĞAR…

Olimpiyatlar, ulusların kardeşliğinin sembolü ve milletlerarası barışın sergilenmesi olarak sunuluyor. Ne güzel… Ama her ülke, kendi sporcusunu övme peşinde. Sporcular da açılış töreninde ellerinde bayraklarla, adeta askeri bir tören havasında yürüyerek, bayraklar ve flamalar sallayarak ve marşlar eşliğinde, savaşa giden askerleri andıran bir şekilde barışı kutluyorlar. Absürt… Modern bir mehter takımı gösterisi adeta.

Futbol yazıları da savaş muhabirlerinin haberlerine benziyor. “Almanları dize getirdik”, “Avrupa duy sesimizi” gibi ifadeler, stadyumlarda yankılanan küfürler, taraftarlar arasındaki kavga hikayeleri ve şiddet… Barış ve kardeşlik söylemleri ise bu atmosferde anlamını yitiriyor.

Çocuklarımıza verdiğimiz isimler bile tarihsel kahramanlık ve savaş temalarını taşıyor: Savaş, Yiğit, Alparslan, Cenk, Galip, Cihat ve daha niceleri… Savaşa karşıyız. Barış istiyoruz. Peki, bu söylemlerin anlamı ne? Anneler çocuklarını ‘paşam’ diyerek seviyor. Erkek çocuklar kutlamalarda/sünnet törenlerinde üniforma giyiyor… İnsanlığın geçmişi değil de yoğun olarak kahramanlıklar üzerinden anlatıyoruz tarihi. Her kahramanlık öyküsünün mağduru da var ve mağdurların tarihi susuluyor adeta… Ötekilerin tarihini, ‘düşmanlarımız’ın tarihini kendimize eklemden, kendi tarihimiz yapmadan barışmak çok zor. Barış gidilecek uzun yol…

HAYATIN ASKERİLEŞTİRİLMESİ VE AYNI ZAMANDA DEMOKRASİ VE SİVİL OLMA ÇABASI

İnsanlar, savaşsız dönemlerde bile her an savaşa hazır tutuluyorlar. Okullar, kışlalar örnek alınarak kurgulanmış; hala ordudakine benzer yapılar taşıyorlar. Öğrencilere küçük asker muamelesi yapılıyor ve itaat, bu tür bir sosyalleşmenin en önemli parçası olarak görülüyor. Savaşın olmadığı dönemlerde bile halklar, sürekli bir savaş ihtimaline karşı diri tutuluyor.

Ülkemizde de Barış Süreci sırasında buna tanık olduk. Müzakere masası, savaş çığlıkları eşliğinde devrildi ve barış için sürdürülen tüm çabalar birkaç saat içinde yok edildi. Bu kadar hızlı ve organize bir savaş hazırlığı, ancak savaşın olmadığı süreçte hazırlıkları yapıldığı için, toplum sürekli savaşa hazır tutulduğu için başarılabilir.

Ukrayna ve Rusya arasındaki çatışmada da benzer bir durum görüldü. Yıllarca kardeşçe yaşamış iki halk, sadece birkaç gün içinde düşmanlaştırıldı. Bu durumu psikanalizde asker matrisi kuramıyla açıklayabiliriz. İtaatkâr kişilikler, asker matrisiyle birleştiğinde, kitlesel faciaların ortaya çıkma ihtimali de artıyor.

Daha önce burada yazdığım bir yazının bir bölümünü alıntılıyorum…

“Asker matrisi” (Die Soldatenmatrix), psikanalist Robi Friedman’ın 2018 yılında geliştirdiği bir kavram; bir fenomeni anlatabilmek için kullanıyor. Mesela “barış süreci” olarak adlandırılan, Kürtlerle yaşanan sorunların çözülmesine yönelik çalışmalar yapıldığında (2012) itaatkâr kişilikler birçok yerde iktidarın istekleri doğrultusunda barış güzellemeleri yaptılar. Kuşkusuz barış güzel bir şey. Ama iktidarın bu süreci sonlandırmasından kısa bir süre sonra aynı insanlar bu kez de savaşın güzelliğini, en azından kaçınılmazlığını anlatıyorlardı. Dün söylediklerinin hiçbir hükmü yoktu. Bununla birlikte, çok tutarsız olan bu tutumda iktidara itaat konusunda büyük bir tutarlılık var. Barışı ya da savaşı inandıkları için değil, sadece itaat amaçlı savunuyorlar. Friedman, insanların çok kısa zamanda askeri bir söyleme nasıl yöneldiklerini analiz ederken asker matrisinin burada belirgin olduğunu anlatır. Matris, S. H. Foulkes’ın grup terapisinde grup üyelerinin birbirleriyle dolaylı ve dolaysız ilişkilenme ve etkileşimlerini tanımlamak için kullandığı bir terimdir. Friedman, bir toplumdaki kişilerin birbirleriyle askeri ilişkilenmelerini grup matrisi üzerinden anlatır. Bu ilişkilenmeyi, karşılıklı olarak birbirlerini askeri motive etmenin ve savaşçı söylemin hızla yayılmasını analiz eder.

Bu matris kültüre yerleştiğinde, insanlar sanki kısa zamanda kimlik değiştirmişçesine postallarını giyip yüzlerine savaş boyaları sürebiliyorlar. Bu süreç başladığında duygulardan ve rasyonaliteden uzaklaşılıyor. İnsanlar “Tek vücut, tek yürek!” oluyor, bireysel olanı en aza indirgiyorlar. Führer'le, başbuğla ve reisle özdeşleşerek aralarında başka insanların olma ihtimalini de yok ediyorlar. Burada artık kitle psikolojisi aktif hale geliyor. Mantığın dışında, duyguların olmadığı bir yer... Herkes gruba dahil olma ve grubun dışında kalmama derdine düşüyor; grubun dışında olmak, dışlanmak ve sosyal ilişkilerin bitmesi anlamına geldiğinden (hain, vatan haini ve terörist olarak yaftalanmak), korku da yaratıyor.

Barış olarak adlandırılan dönemlerde bile asker matrisi canlı tutulur ve geliştirilir; halk her an savaşa hazır bir şekilde bekletilir. İşte bu durum, gerçek barışın önündeki en büyük engeldir.

ORTAK YAS TUTMADAN BARIŞ OLUR MU?

Savaş süresince insanlar, insanca duygulardan kısmen uzaklaşırken, çok önemli bir özelliklerini de yitirirler: yas tutma yetisini. Savaşın yoğunluğu ve kayıpların çokluğu karşısında insanlar, yas tutmayı bir lüks gibi görerek bu süreçten kaçınır ya da tamamen vazgeçerler. Oysa yas tutmak, kayıplarla başa çıkmanın en temel ve kaçınılmaz yollarından biridir.

Kaybedilenler sadece ölen insanlar değildir. İnsani değerler, savaşın yarattığı ortamda yok olur; insanlar canavarlaşır, zalimleşir, hatta katil olur. Bu süreçte kişi, kendi insanlığını da yitirir. Dolayısıyla, sadece ölenlerin değil, aynı zamanda kaybolan insanî değerlerin ve yitirilen kimliğin de yasını tutmak gerekir.

Savaşta katledilenler, çoğu zaman hızlıca defnedilir, ama onların yasları tutulmaz. Oysa bireysel ve kolektif yas süreci, barışın sağlanabilmesi için kaçınılmazdır.

ORTAK ACILARLA YAKINLAŞMAK

Taybet Ana’nın yasını İzmir’de tutmadan, Berkin Elvan’ın anmasını Artvin’de yapmadan, Sevag Şahin Balıkçı’yla yeniden tanışmadan, Uzman Çavuş Hamdi Karagöz’ün annesinin elini öpmeden barışmak çok zor olacak.

Barış, yalnızca anlaşmalar ve müzakerelerle değil, birbirimizin acısını paylaşarak, yaslarımızı ortaklaştırarak mümkün olabilir. Birbirimizin acıları üzerinden de yakınlaşmak, bir araya gelmek ve yeniden insanlaşmak… Barış, işte bu ortak yas sürecinden geçerek gerçek bir anlam kazanır.

Son günlerde yapılan barış önerileri de aslında bir uzlaşma teklifinden çok, barışı bir son kurtuluş tehdidi olarak sunuyor. Bu, ciddi bir sorundur çünkü taraflar arasında bir hiyerarşi oluşturur ve eşit temelde bir barış imkanını ortadan kaldırır.

Umarım yanılıyorumdur ve yanıldığımı görmekten mutluluk duyarım…

Devam edecek…

Türkiye türk kürt savaş barış psikoloji Şahap ERASLAN