Örgütlenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı!

Zorba iktidarların ve veri hırsızı şirketlerin ne mal oldukları malum. Onlardan medet uman mı var? Asıl soru şu olamaz mı: Biz çağın gereklerine uygun şekilde örgütlenebiliyor muyuz?

"Örgütlenmek hiç bu kadar kolay olmamıştı" diye bir cümle kursam (hele bunca hak savunucusunun hapiste çürüdüğü bir dönemde!) büyük olasılıkla ya sopayla kovalarsınız ya da en iyi ihtimalle kara mizah yaptığımı düşünürsünüz.

İşin bir kara mizah boyutu var aslında: Bu kadar değerli insan eğer "terörist örgüt üyesi olma" suçlamasıyla hapiste çürütülüyorsa, "örgüt" üyesi olmakla suçlanmak hiç bu kadar kolay olmamıştı denebilir… Ama olmuştu aslında. Hatta hep böyleydi…

Devlet aklının muhalifleri hapse atmak için başvurduğu bahaneler, Abdülhamit istibdadından bu yana pek değişmemiştir. Hep aynı üç notadan ibaret olan usandırıcı bir teranedir bu: "Vatan haini" / "terörist" / "dış güçlerin gizli ajanı…"

Bu deli saçması suçlamaları temellendirmek için de üç aşağı beş yukarı hep aynı türde kişilerden faydalanılmıştır. Döneme göre (istibdat, 12 Mart, 12 Eylül, bugün, vb.) sadece isimler değmiştir: Jurnalci, sayın muhbir vatandaş, istihbaratçı ya da gizli tanık…

Dürüst olalım: Abdülhamit döneminde, 1930’larda, 12 Mart ya da 12 Eylül döneminde örgütlenmek daha mı az riskliydi? O yıllarda devlet sanki daha mı müşfikti? Polis daha mı az gayretkeşti? Ve mahkemeler daha mı hukuka sadıktılar?

Kaldı ki, baskı dönemleri arasında kıyaslamalar yapılması ne derece doğrudur, hatta etiktir? Birini "en berbat" ilan ettiğimizde, diğerlerini dolaylı olarak aklamış olmuyor muyuz? Diğer dönemlerin mağdurlarının yaralarını kanatmıyor muyuz? Her dönemde hapis hapis, işkence de işkence değil midir? Her devirde asılanlar ya da vurulanlar ölmüyor mu?

Özetle, örgütlenmenin ne derece kolay olduğunu tartışacaksak, asıl kıstas devlet baskısının şiddet derecesi olmamalı bence. Hem, devletin yardımcısı olmasını, yol vermesini mi bekliyoruz? Elbette tepemize binecek! Varlık sebebi bu değil mi?

Asıl mesele başka.

Hiç düşündük mü o yılların muhaliflerinin hangi koşullarda örgütlendiklerini? Nasıl haberleştiklerini? Nasıl bir araya geldiklerini? Düşüncelerini hangi araçlarla nasıl yaydıklarını? Bir eylemi nasıl kotardıklarını? Doğru dürüst okuma yazması olmayan bir "akrep gibisin kardeşim" toplumuna yine de nasıl ulaşabildiklerini?

Onların bilgisayarları yoktu… İnternetleri, akıllı telefonları… Harici hard disc’leri yoktu. Ana rahminden elinde cep telefonu ve tabletle çıkan zehir gibi gençleri de…

Üstelik bu durum sadece yerli ve milli muhalif örgütleri için geçerli değil. Dünyanın gerisinde de böyle…

Örneğin zavallı Lenin’in İsviçre’de sürgünde yazdığı bir makalenin, Moskova’daki militanlara nasıl ulaşabildiğini bir düşünsenize: Çetrefilli yollardan zar zor ulaşan ve kim bilir ne zamandan kalma haber ve bilgi parçacıklarıyla makale yazılacak, elle tabii ve düzeltmeler de yine elle yapılacak… Sonra belki gönüllü biri tarafından yazı temize çekilecek… Bir matbaada kurşun harflerle (tabii önce Kiril alfabesine uygun kurşun dökülecek) dizilecek, basılacak… Birileri bu makaleyi yakayı ele vermeden sınırın öbür tarafına -hem de savaş koşullarında- taşıyacak… Başka birileri yine polisten ve gizli servislerden sakınarak bunu el altından dağıtacak… Alan kuytu köşelerde okuyacak…

Oysa bugün olsaydı, o makale internetten yeni indirilen en taze bilgilerle yoğurularak belki yataktan bile çıkmadan dizüstü bilgisayarda yazılacak, yazılımla taranıp olası hatalar otomatik olarak düzeltilecek, yine başka bir yazılımla sayfa düzeni oluşturulacak, anında internete yüklenecek ve neredeyse eşzamanlı olarak binlerce kilometre ötedeki yoldaşlar tarafından cep telefonu ekranından (iki parmak hareketiyle ekranı da büyüterek) okunabilecekti! Hatta okuyan altına yorum bile yazabilecek ve anında yazara iletilebilecekti.

Ya da sürgün yıllarının bir Merkez Komitesi toplantısını düşünün: Üyelerin biri Cenevre’de, öteki Londra ya da Brüksel’de, hatta New York’ta, kimi Moskova ya da Petrograd’da, ola ki Sibirya’daki bir esir kampında…Nasıl bir araya gelecekler, nasıl tartışıp karar alacaklar? Zoom daha icat edilmiş değil ki!

Ya da yine o zamanlarda örneğin bir gösteri düzenlenecek… Kolay mı? O zamanlar bunun duyurusunu ya da çağrısını cep telefonundan tek tuşla sağa sola, aynı anda binlerce kişiye iletmek ne mümkün! Unutmayalım ki ev telefonları bile ancak 1870’lerde yaygınlaşmaya başlamıştı, o da ancak ABD ve Fransa gibi ülkelerde... Herkesin evinde telefon olsa dahi, binlerce kişiyi aramak kaç gün sürer?

Ya diğer malzemeler? Pankartlar, el ilanları, broşürler, afişler? Bir yazılımla iki dakikada afiş hazırlayıp internet sayfasına yüklemek ya da o afişi iş yerindeki renkli fotokopi makinesiyle çoğaltmak mümkün müydü sanıyorsunuz?

Tüm bu işler için apayrı bir haberleşme düzeni, özel bir aygıt, her bir halkası polisin eleğinden geçmek zorunda kalan bir militan zinciri kurmak gerekiyordu.

Hem de atlatmanız gereken polisler sıradan polisler değil: Çarlık polisi ya da Yıldız İstihbarat Teşkilatı, hatta Teşkilât-ı Mahsusa… İsimleri bile ürpertici.

Diyeceksiniz ki Lenin dönemi çok geride kaldı. Belki, ama bizim gençliğimizde bile durum çok da farklı değildi aslında. Olsa olsa fazladan bir mekanik daktilomuz vardı, bir de haberleşmek için bazılarımızın evinde çevirmeli telefonlar…

Tüm bu zorluklara karşın, insanlar o "karanlık çağlarda" yine de örgütlenebilmişler… Hem de milyonlarca üyesi olan örgütler yaratmışlar.

Enternasyol bile kurmuşlar. Yani sanal toplantıda uzaktan simültane çeviri bile yokken ve uçakla seyahat edilemezken, dünyanın dört bir yanındaki yoldaşlarıyla her dilde haberleşmişler, bir araya gelmişler.

Hatta devrim yapmışlar!

Gelgelelim, düşünün ki 1917’deki Bolşevik devrimi sonrasında, Moskova’da komünistlerin iktidara geldiği haberi ülkenin öbür ucundaki Vladivostok’a ancak üç ay sonra ulaşabilmiş! Henüz internetin olmadığı, savaş koşulları nedeniyle telgrafın bile doğru dürüst çalışmadığı o devirde, iktidara gelen yoldaşlarının talimatı hapishane idaresine geç ulaştığı için Sibirya’daki siyasi tutuklular ancak üç ay sonra serbest kalabilmişler…

Gerçi bugün de Avrupa İnsan Hakları Mahkemesinin kararları yerine hiç ulaşamıyor, ama o başka mesele…

İstihbarata gelince, Çarlık gizli polisi Ohranka’yı kimse azımsamasın. Bu işler için ciddi ve etkili bir haber alma ağı ve gizli ajan zinciri kuran dehşetli bir örgüt.

Denebilir ki bugün de polis, elektronik veri hırsızlığıyla her bilgiye erişebiliyor. Doğru, bugünkülerin işi görece kolay: Verilere ulaşmak için elektronik haberleşme şirketlerine yaz bir talimat, tüm kayıtlara şıp! diye zahmetsiz yoldan ulaş, al hangi bilgiyi istiyorsan, dilediğin gibi kullan, hatta istersen yazılımlarla tahrifat yap, sahtesini işle.

Öte yandan, bizim zamanımızda da polis (ya da darbe dönemlerinde asker) parti merkezlerini basıp tüm belgelere el koyarak aynı amaca kestirmeden ulaşıyordu: Örneğin 12 Eylül’de bizler farklı bir hücredeki yoldaşımızı bile "gizlilik" adına hâlâ tanımazken, polis meğer bizim partinin tüm üye listelerini lokali bastığında ele geçirivermiş! "Polisin bildiğini yoldaşından neden saklıyorsun?" lafı o dönemden kalmadır…

Daha eskiden de işler çok farklı değilmiş aslında. Düşünün ki Bolşevikler çarlık arşivlerini ele geçirdiklerinde, nice ajanın partiye sızdığını öğrenmişler. Üstelik aralarında milletvekili ve Merkez Komitesi üyesi, partinin gazetesinin baş yöneticisi Malinovski gibi biri de varmış…

Polisin işi bu: Bulur yolunu. Onun da varoluş sebebi bu.

Bununla birlikte, devrim öncesinde polisin her şeyi önceden bilmesi, yine de devrime engel olamamış! Gerçek ve derinlemesine toplumsal hareketler polisiye önlemlerle durdurulamaz.

Başka bir deyişle, bırakalım artık şu zorba iktidarların baskısını ya da veri hırsızı şirketlerini marifetlerini. Asıl mesele belki de şu: Biz bu çağın bize sunduğu olanakları hakkıyla değerlendirerek örgütlenebiliyor muyuz? Ona bakalım…

Zaten şu "örgüt" kavramını hem devlet hem de bizzat örgüt bürokrasileri biraz fetiş haline getirmiyorlar mı? Örgüt dediğimiz nedir ki?

Sonuçta örgütlenmek, belli toplumsal ya da siyasi etkinliklerin yürütülebilmesi için gerekli ön çalışmaların eşgüdümle ve etkin biçimde hazırlanması için ortaya çıkmış bir gereklilik. Örgüt de bu gerekliliğin tüzel kişilik kazanan hali. Başka bir deyişle amaç değil, araç.

Dolayısıyla tüm örgütler, yani partiler, sendikalar, dernekler, mahalle komiteleri ve benzeri sivil toplum örgütleri, işin en başlangıcında bu ön hazırlıkları yürüten teknik nitelikli ve geçici belli gruplardan ibaretti. En etkili kişiye genel sekreter denmesinin nedeni de buydu.

Yani örgüt üyesi ya da yöneticisi olmak başkaca bir anlam taşımıyordu. Örneğin Marks’ın ya da Lenin’in önemi, örgütsel hiyerarşideki yerlerinden kaynaklanmıyordu.

Örgütlerin çapı büyüdükçe, bu işleri yürütecek ekiplerin sayısı da şişti, sekretaryalar dallanıp budaklandı, tam zamanlı bir iş halini aldı. Kimi örgüt üyeleri ister istemez profesyonelleştiler, başka iş yapmaz oldular. Bir bakıma bağrından çıktıkları toplumsal kesimlerden farklılaştılar, bağımsızlaştılar: Özerk bir aygıta dönüştüler.

Ellerinde daha fazla yetki toplandıkça, bilgi tekelini de ellerine geçirdikçe ("gizlilik" bunun için iyi bir bahane oluşturuyordu), zaman içinde yönetim görevlerini de tümüyle profesyoneller üstlenir oldu. Örgütler kariyer kapısı oldukça, örgüt aygıtlarına kariyeristler doluşmaya başladı. Bu kesimler adım adım üyelerin denetiminin dışına çıktılar ve örgüt bürokrasileri böyle oluştu. Sonunda örgütleri de amacından saptırıp bürokratikleştirdiler.

Oysa bugünkü duruma baktığımızda, hangi toplumsal muhalefet etkinliği böyle dallı budaklı bir bürokratik aygıtın kurulmasını zorunlu kılıyor? Aslında bugünün teknik ve teknolojik imkanları sayesinde "eski aygıtın işlevlerinin büyük çoğunluğu o kadar basitleşti ki, sıradan birer kayıt işlemine, not almaya, denetime dönüştüler ve bu işleri artık ilkokul eğitimi almış herkes yapabilir…"

Başka bir deyişle, Lenin’in "Devlet ve Devrim" adlı kitabında yukarıda alıntı yaptığımız satırlarda devlet için öngördükleri, muhalif örgütlenmeler için şimdiden hayli hayli geçerli: Örgütlenmek, yani belli amaçlar için bir araya gelmek ille ayrı ve özerk bir bürokratik aygıt kurmayı gerektirmiyor.

Örgütün teknik işlevleri teknolojiye havale edilirse, o zaman belki örgüt aygıtları ve bürokrasiler aradan çekilmek zorunda kalırlar. Böylece örgütlerin siyasi/toplumsal asli işlevlerini tüm üyeler aracı olmaksızın üstlenebilirler.

Teknoloji ne de olsa demokrasinin de hizmetinde önemli bir araca dönüşebilir: Daha çok insanın bilgiye hızlıca ve kolayca erişimi, daha çok sayıda insanın görüşlerini serbestçe ifade etmesine olanak sağlanması ve oylama yöntemlerinin sadeleştirilmesiyle kolektif irade daha net oluşabilir.

Başka bir deyişle: Evet, teknik açıdan bakınca, örgütlenmek hiçbir çağda bu kadar kolay olmamıştı.

Zaten, bu toprakların gördüğü en büyük kitle hareketi olan Gezi’yi bir örgüt aygıtı mı yönetti? Arkalarında bir örgüt aygıtı olmadığı halde Gezi’ye katılanlar gayet başarılı ve etkin bir biçimde örgütlenmediler mi?

Yaşadığımız bu korkunç dönemde toplum çökmüyor ve hem malum virüse hem de yoğun devlet baskısına bu derece direnebiliyorsa, bunu örgüt aygıtları sayesinde mi yapıyor?

Örneğin haftalardır hâlâ hız kesmeyen Boğaziçi protestolarının arkasında belli bir örgüt aygıtı mı var?

Yaklaşık bir yıldır tüm dünyada ortalığı birebirine katan ve erkek şiddetine karşı gayet etkin ve örgütlü biçimde mücadele eden kadın hareketini tek ve merkezi bir örgüt aygıtı mı yönetiyor?

Sendikasından partisine, STK’sından muhalif yayın organlarına kadar muhalif örgütlerin çoğunun yöneticilerinin yaş ortalamasını (ve toplumsal cinsiyetlerini) düşündüğümde şu soruyu sormadan edemiyorum: Toplumsal muhalefetin enerjisini daha da verimli ve etkin kullanabilir hale gelmesinin bir yolu, acaba yöneticilerinin yaş ortalamasını (ve toplumsal cinsiyetlerini) çağın bu yeni mücadele gereklerine daha uygun hale getirmek olabilir mi?

Sonuçta, örgüt yaşamları boyunca yenilgiden başka bir şeyi ne yazık ki görememiş olan ve aklı hâlâ eski örgüt mantıklarına göre çalışan eski militan kuşakların, yani bilgisayarla otuzlu ya da kırklı yaşlarında tanışmış, cep telefonunu ancak ellisinde kullanabilmiş olan ve başından beri fazlasıyla eril bir mücadele diline saplanıp kalmış olan bizler, acaba birkaç adım geriye çekilip gençlere yol açsak daha yararlı olmaz mıyız?

Bu yaştan sonra artık "yöneticilik" iddiasından vazgeçmek, küçük iktidarlarımızı bırakmak ve işlevimizi sadece danışmanlıkla sınırlı tutmak neyimize yetmiyor? Gölge etmemek de bir erdemdir. Bırakalım da gençler bize fikir danışsınlar, eğer gerek duyarlarsa…

Hem, Gezi’yi yapabilmiş gençleri ve eril hegemonyayı silkip atmış kadınları yönetecek ehliyetimiz var mı gerçekten?

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi