Yoklukla doluyor insan…

Kişisel tarihimde istesem bile unutamayacağım o iki olay olmasaydı, sırf şu 24 Nisan’da dostlarımla yine ters düşmemek uğruna tüm bildiklerimi bir kenara bırakmaya razıydım…

Coğrafya mıdır kader, tarihi nasıl okuduğumuz mu?

Onlarca yıldır çözülmemiş toplumsal ya da diplomatik sorunlarla boğuşmaya devam ediyorsak ve hep aynı tabulara takılıp ha bire tökezliyorsak… 

Yakın ya da uzak tarihimiz hakkında gırtlak gırtlağa gelmeden ya da kodesi boylamadan tartışmaktan dahi acizsek… 

Takvim yapraklarındaki hemen her gün, örneğin 31 Mart’tan 15 Temmuz’a, 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e, 6 Mayıs’tan 2 Temmuz’a, 14 Haziran’dan 31 Mart/23 Haziran’a ya da 23 Nisan’dan 24 Nisan’a… Yani yılın neredeyse her günü bizlere öncelikle siyasi tarihin dönüm noktalarından birini çağrıştırıyorsa… 

Ve her ayrı günün sembolik anlamı hakkında derhal kutuplaşıyorsak… Söz konusu olaylar dün yaşanmışçasına taze bir öfkeyle karşıt görüşü dile getirenin gırtlağına sarılma noktasına geliveriyorsak… 

Tarih hakkında bildiklerimizi sorgulamayı reddediyor ve onu sadece inancımızı pekiştirmek için bir kaldıraç olarak kullanıyorsak…

İşte o zaman, coğrafyadan önce asıl tarihle bir sorunumuz olduğunu kabul etmeliyiz sanırım.

Bu coğrafyanın en sorunlu tarihlerinden biri de kuşkusuz 24 Nisan 1915 ve o günle başlayan süreçte neler yaşandığı… 

Bir gün önce neşeyle dolarak 23 Nisan’ı coşkuyla kutlayanların ezici çoğunluğu, ertesi gün 24 Nisan’ı hüzünle anmaya kalkanları görünce derhal teyakkuza geçiyor: Bunu yapmaya kalkan aymaz, öz kardeşi olsa gözünün yaşına bakmayacak!

Herkes tarih konusunda uzman zaten. Daha dün ne yediğini ya da ne giydiğini hatırlamayanlar bile yüz yıl önce o gün "ne" olduğundan, daha doğrusu ne "olmadığından" emin: "Hani belge?"

Sanki inançlar belgeyle çürütülebilirmiş gibi.

Failler dirilip gelseler ve yaptıklarını itiraf etseler bile… Ya da vakt-i zamanında bunu kara kaplı defterlere not düşmüş olsalar bile, bugünün inanç sahipleri tarafından "kandırılmışlıkla" suçlanmaları olası. 

Bu nedenle, sırf sevdiğim ve özünde karınca ezmez iyi insanlar olan bazı dostlarımla şu 24 Nisan’da yine ters düşmemek ve kalp kırmamak uğruna tüm bildiklerimi bir kenara bırakmaya razıyım aslında. 

Gelgelelim, istesem bile unutamayacağım iki olay var kendi kişisel tarihimde…

İlkinde henüz 15 yaşındaydım. Yıl 1973. Paris’teyiz. Akşam eve Fransız misafir gelecek, annem Türk yemekleri sunacak ve rakı ikram edilecek. Evde rakı kalmamış. Annem mutfakta, babam işte. Görev bana düştü. 

O zamanın Paris’inde her köşede Türk (ya da Kürt) kebapçı yok. Neredeyse her semtte rakı satan bir Türk bakkal da yok. Strasbourg St Denis gibi semtlerde sokakta Türkçe (ya da Kürtçe) konuşulmuyor. 

Babama bir adres vermişler, Paris’in öbür ucunda. Metroyla 45 dakika. Çaresiz, düştüm yollara, homurdana homurdana.

Dükkândan daldım içeri. Üstteki raflarda rakı şişesini görünce rahatladım. Elim boş dönseydim, babama yanlış dükkâna gitmediğimi nasıl kanıtlayacaktım? 

Bakkal yaşlıca (ya da bana öyle gelmişti) bir adamdı. Şişeyi alıp parayı ödemiştim ve tam çıkıyordum ki, bana Türkçe "güle güle paşam" dedi. Fransızca konuştuğum halde, Fransızlar gibi "raki" demek yerine "rakı" dediğimi fark etmiş olsa gerek.

Hiç beklemiyordum. Çok şaşırdım. Döndüm, güleç bir yüzle: "Aa, Türk müsünüz?" diye sordum.

Tuhaf bir bakışla süzdü beni. Hiç ses etmedi. Anlam veremedim, tek kelime etmeden çıktım mecburen. 

Uzaklaşırken dönüp camekana baktım. Tabeladaki ismin sonu "yan"la bitiyordu. Şu an hatırlayamadığım bir Ermeni ismi…

O an kıpkırmızı olduğumu anımsıyorum. Yol boyu atamamıştım üstümden o derin utanç duygusunu. Neredeyse yarım yüzyıl geçti üstünden, hâlâ atamadım. Yıllar içinde bakkalın yüzü silindi, ancak bakışındaki acılık hâlâ gözümün önünde.

"Ne var utanacak?" denebilir. Her Türkçe konuşanı "Türk" sanmak, ilk Türkçe sözlükleri kimlerin hazırladığını henüz bilmeyen bir ergen için çok da vahim bir hata sayılmayabilir.

Ataları sırf Ermeni oldukları için Anadolu’dan "tehcir" edilen bir insana, Paris’in göbeğinde, hakaret eder gibi "Türk müsünüz?" diye sormanın garabeti bile tek başına açıklayamaz o an duyduğum utancın derinliğini.

Üstelik o zamanlar "24 Nisan 1915" konusunda herhangi bir şey okumuş değildim. Peki ne biliyordum ne duymuştum sağda solda "1915" hakkında? Hiç anımsamıyorum. Ama belli ki "bir şeyler" biliyordum. Utanmamı gerektiren bir şeyler yaşanmış olduğunu… 

O yıl Marsilya’da Ermeni anıtı açılmasını protesto etmek için büyükelçi Hasan Esat Işık, dışişlerinin talimatını dahi beklemeden Türkiye’ye dönmüştü. Ola ki o konuşulmuştur evde, ama benim önümde ayrıntıya girildiğini sanmam. O kadarı yetmiş demek.

İkinci anım çok daha yakın zamana ait: On beş yıl kadar önceydi sanırım. Yedikule Surp Pırgiç Ermeni Hastanesinde Ragıp Duran’la beraber bir Fransız heyetine çevirmen olarak eşlik ediyorduk. Çeviri yapma sırası Ragıp’taydı, başhekimin odasına o girdi, ben koridorda beklemeye koyuldum. 

Beklerken sıkıldım, biraz dolaşayım dedim. Karşıma o sıralar sanırım yeni açılan ve Türkiye’deki ilk "Ermeni Müzesi" olarak anılan Bedros Şirinoğlu Müzesi çıktı. Uzunca bir koridordaki birkaç vitrin ve fotoğraftan ibaretti topu topu… 

1832 yılında hastaneyi kuran Kazaz Artin Amira Bezciyan ve ailesinden kaldığını tahmin ettiğim el işi günlük kullanım eşyaları, dini eşyalar, padişahlar ve üst rütbeli din adamları tarafından verilen açılış fermanları, salnameler, vakfiye defterleri, çiniler pek dikkatimi çekmedi açıkçası.

Eski bir tıp talebesi olarak, vitrinlerde sergilenen ve XIX. yüzyıldan kalma tıbbi malzemelere yoğunlaştım daha çok, bir de dönemin Ermeni hekimlerinin ve Ermenice tabelalarla dolu sokakların fotoğraflarına… 

Bir andan başımın döndüğünü anımsıyorum. Gördüklerimin değil, artık göremeyeceklerimin, o an yüreğimde hissediverdiğim yokluğun şiddetine fiziksel bir tepki vermekteydim. Midem kaskatı olmuştu, göz pınarlarıma hâkim olamıyordum. 

Daha önce gördüğüm onca katliam ya da ceset resmi bende böyle bir etki yaratmamıştı. 

Soykırım mı, tehcir mi? Katliam mı mukatele mi? O mu suçlu, bu mu? 

Sorun şu ki, o fotoğraflarda yer alan "benim ülkemin" hekimleri, hem de şu ya da bu tıbbi malzemeyi Türkiye’ye ilk kez getirmiş olan hekimler, o insanlar, o insanların yaşadıkları sokaklardaki tabelalar artık yoklar.

Boşuna belgeyle uğraşmayalım. Şimdiye kadar yayımlananlar bakışları yumuşatmaya, bakış açısını biraz olsun değiştirmeye bile yetmedikten sonra… 

Zaten yarın üzerinde apaçık "soylarını kırın" sözcüklerini içeren ıslak imzalı bir resmî belge çıkar mı dersiniz, çıksa inanır mıyız, çıksa neyi değiştirir ki?

Kanıtı belgelerde aramamalı boşuna. 

Kanıt, Paris’teki Ermeni bakkalın ergenliğimde tanık olduğum o bakışlarındaki acıdadır… O fotoğraflardaki hekimlerin bıraktığı boşluktadır, o sokaklardan yok olan tabelalardadır… Geride kalan boşluktur. 

Soykırım basit bir cinayet değildir. Nicelik hiç değildir: Yan yana dizili, toplu mezarlara atılıvermiş yüz bin, üç yüz bin, bir milyon ceset bile değildir. 

Tarihte her insan topluluğu, her kavim, her halk bir diğerini şu ya da bu gerekçeyle şu ya da bu nicelikte öldürmüştür. İlk taşı hiç günahı olmayan atsın. Peki. Ama "başkaları da yaptı" diye işin içinden sıyrılmak o kadar kolay değil. 

Soykırım bambaşka bir şeydir. Nicel değil niteldir. Uçup gitmiş olandır, izi silinmiş olan, yokluktur.

Yok edilen insanlar ve izi silinen kültürleriyle beraber, geride bıraktıkları topluma kattıklarının eksikliğidir, boşluktur, yoksunlaşmaktır.

Artık olmayandır.

İşte bu nedenle soykırım sadece katledilenlere karşı işlenmiş bir suç değil, tüm insanlığa karşı işlenmiş bir suçtur. O toplumda geride kalanlara karşı da işlenmiş bir suçtur.

Ve bu topraklara damgasını vurmuş, bu ülkeyi yoğurmuş olan kültürleriyle birlikte o hekimler, o bakkallar, terziler, aydınlar, yazarlar, sanatçılar, zanaatkârlar, emekçiler, yani o tabelaların yer aldıkları sokaklardaki o insanlar artık yoklarsa…

Geri dönüşü olmayan bir yola sokulup öyle ya da böyle bu topraklardan sökülüp atıldılarsa, yok edildilerse… Toplumun dokusu bu şekilde yırtıldıysa… Tamiri yoksa… Geride yüzleşemeyeceğimiz kadar şiddetli bir boşluk kalmışsa… 

O zaman 24 Nisan’la başlayan süreçte olanları ister "soykırım" olarak niteleyelim, ister Halide Edip’in tabiriyle "fena ve çirkin şey" olarak… 

Hatta dileyen, Yervant Özuzun’un kara ironisiyle buna "düğün bayram" bile diyebilir. 

Fark eder mi gerçekten?
 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi