Ah şu bizim büyük sessizliğimiz!

“Memlekette OHAL var, ses çıkarmanın, sokağa çıkmanın bedeli ağır, o yüzden sessizlik var” diyen olabilir ama OHAL şartları bu sessizliği açıklamakta yetersiz kalıyor.

Nurcan Kaya

Akademisyenlerin bir gece yarısı KHK ile ihraç edilmeleri kimilerinin vicdanını yaraladı, uykusunu böldü; kimini öfkelendirdi, kiminin kalan umudunu örseledi. Aynı kararname ile yüzlerce öğretmenin de işine son verildi. Bu gelişme toplumda infiale yol açmalıydı ama öyle olmadı. Bizim bu büyük sessizliğimiz üstüne düşünmek ve onunla mücadele edebilmek, sessizliği sese çevirebilmek için hayati.

Demokrasiyi az biraz özümsemiş bir ülkede ve toplumda ‘normal’ şartlarda böyle bir gelişme yaşandığı zaman ülkede fırtına kopması, toplumun ses çıkarması, üniversitelerde hocalar ve öğrenciler tarafından gerçekleştirilen eylemler ve boykot nedeniyle derslerin, sınavların yapılamaması gerekirdi. Nitekim bakınız sandık başına gidenlerden yaklaşık iki kişiden birinin Trump’a oy verdiği Amerika’da Müslümanların ülkeye girişini sınırlayan karar alınınca ülkede kitlesel gösteriler yapıldı ve bu tepki dalga dalga başka ülkelere yayıldı. Evet, bazı sendikalar, öğrenci grupları, başka akademisyenler tepki gösterdi. Ankara’da yapılan eylemin, polis saldırısına uğrayan hocaların ve internet üzerinden ders alan öğrencilerin görüntüleri  düştü sosyal medyaya.  Birilerinin ses verdiğini görmek iyi ancak ülkedeki üniversitelerin, bu üniversitelerde çalışmakta ve öğrenim görmekte olan kişilerin sayısını düşünürseniz gösterilen tepkiler devede kulak bile kalmaz. YÖK’ün  internet sitesindeki istatistiklere göre ülkedeki üniversite sayısı 183, bu üniversitelerde farklı düzeylerde öğrenim gören öğrenci sayısı 6.689.181, çalışmakta olan öğretim elemanı sayısı ise 156.168. "Memlekette OHAL var, ses çıkarmanın, sokağa çıkmanın bedeli ağır, o yüzden sessizlik var" diyen olabilir ama OHAL şartları bu sessizliği açıklamakta yetersiz kalıyor. İşten atılan hocaları herhalde uğradıkları haksızlık kadar bu sessizlik de incitiyordur. Bana kalırsa Sur’da, Cizre’de yaşananlara sessiz kalmakla, hocaların ihraç edilmesine sessiz kalmanın kökleri derinde bir yerde birleşiyor.

Bu derin sessizliğin tarihsel, siyasal, sosyolojik, psikolojik vs pek çok nedeni olmalı. Pek çoklarının arasından, ilk anda üç neden geliyor akla. İlk olarak, Osmanlı’dan bugüne, devletin ve devletin başındaki kişinin kutsanması bugün hâlâ devlet-vatandaş ilişkisinde önemli bir role sahip. Eleştirinin başkaldırı, isyan olarak algılandığı, canını korumak için susman gerektiği inancı yüz yıllardır vatandaşların davranışlarına etki eder bu topraklarda. Kelle alan o devlet, Cumhuriyet döneminde yerini döven, işkence eden, hapseden, işten atan devlete bıraktı. Devlet ‘baba’ olarak anılır, o ‘baba’yüceltilir ve ‘baba’dan korkulur hâlâ. Bu nedenledir ki okulda, işyerinde, hayatın herhangi bir alanında bir haksızlık yaşandığında, bu ülkenin insanları hâlâ ‘Aman sen karışma, başını derde sokma!’ diye telkinde bulunur diğerine, en çok da kendi çocuğuna. Haksızlığa karşı çıkmanın bir bedeli vardır ve o bedeli ödemekten kaçınmalıdır ‘akıllı’ olan insan. Böylece hayatta kalır ya da pozisyonunu korur. Kendi hakkına sahip çıkmak da benzer şekilde hoş görülmez.

İkinci olarak, demokratikleşme serüveni darbeler ve başka gelişmelerle sürekli olarak kesintiye uğrayan ülkede gösterilecek tepkinin ne olursa olsun bir şey değiştirmeyeceğine olan inanç, yani tam da şu günlerde pek çok insanı esir almış olan umutsuzluk da insanların sessiz kalmasında rol oynar. Hukuka, yargıya güvenilmez. Bir şey değişmeyecekse eğer, kendin ya da başkası için ses çıkarıp bedel ödemenin de bir anlamı yoktur ne de olsa.

Son olarak, bu ülke kendinden farklı olanın, itiraz edenin bedeller ödemesinin neredeyse meşru görüldüğü bir tarihe sahiptir.  Devlet, Türk, Sünni, Hanefi, belirli bir yaşam biçimine sahip heteroseksüel insanların –daha doğrusu erkeklerin– üstünlüğü üzerine kurulmuştur ve bu kimliğe sahip ve çoğunluğa mensup olanlar büyük oranda bu üstünlüğü  içselleştirmiştir. Bu nedenledir ki kendinden farklı olana ayrımcılık yapıldığında devletin yapması gerekeni yaptığını düşünür yurdumun insanlarının büyük bir kısmı. Üstün olan odur zira. Karşısındakini kendi kimliği üzerinden tanımlar. Kendi Müslüman olduğu için, karşısındaki Gayrimüslim olandır. Türk olmayan toplulukların da Türkleşmesi beklenir. Kimileri bin yıllardır bu topraklarda yaşamalarına rağmen, tıpkı Gayrimüslimler gibi, yedikleri ekmek, soludukları hava kendilerine bahşedilmiş bir nimet olarak görülür. "Bakın, kıymetini bilin" diye parmak sallanır onlara sıklıkla.  "Komşusu açken tok yatan bizden değildir" hadisine gönül verir ama komşusunun kendi dilini konuşamaması, öğrenememesi, kimlik hakları nedeniyle zorbalığa, hapse, sürgüne maruz bırakılması ya da  kendi inancına göre ibadet edememesi üzmez onların büyük bir kısmını. Hangi kesimden olursa olsun, üç aşağı beş yukarı bu tornadan geçmiş olan insanlarımız, etnik kökeni, inancı, dili, siyasi görüşü, cinsel kimliği, yaşam tarzı ne olursa olsun herkesin bütün insan haklarına sahip olması, bu haklardan eşit olarak yararlanması gerektiğine inanamamıştır hâlâ. Muktedir değiştiğinde mağdur olan da değişir bu nedenle. Bir dönem başörtülüdür okuldan kovulan, bir dönem anadilini öğrenmek isteyen, bir dönem barış istiyorum diyen ya da iktidarı eleştirendir. Çoğunluk, kendinden farklı olana yapılan haksızlığı öylece seyreyler. Gelenek budur, o yüzden hocası ya da meslektaşı ‘farklı’ bir fikre sahip diye haksızlığa maruz kaldığında da ya alkışlar, ya da üzülse de sessiz kalır. Bugün tehdit altında olanlar, yarın bir gün muktedir olduklarında, ya ‘öteki’ne zulmedecek ya da kendilerinden olan zulmettiğinde yine sessiz kalacaklardır.

Evet, kısa vadede KHK’lar ile yapılan bu zulüm ve iktidarın anti-demokratik politikalarıyla mücadele yollarının bulunması hayati önem taşıyor, ancak bizi uzun vadede kurtaracak olan şey, eşit vatandaşlığın toplumda kabul görmesi ve bu ülkenin daha yaşanası bir yere dönüştürülebileceğine, tek bir insanın mücadelesinin dahi milyonlarca insanın hayatını değiştirebileceğine dair umudun yeşermesi için mücadele etmektir. Bunun için de öncelikli olarak yapmamız gereken, kendimizi, kendi ailemizi, kendi mahallemizi, kendi örgütümüzü, kendi kurumumuzu sorgulamak, işe buradan başlamaktır. Aksi halde muktedir değişse de onun yanında yer alacak koca kalabalıklar her zaman olacaktır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Nurcan Kaya Arşivi