Nurcan Kaya
Dünya ısınırken, şehirler yanarken
Yerkürenin küçük bir noktasında, seçimler olacak, oluyor, oldu derken aylarca gündemin sıcaklığıyla yandık. Şimdi de yaz mevsimiyle beraber gelen hava sıcaklığıyla kavrulmaya başlamış durumdayız.
Yerkürenin coğrafya ve iklim açısından eşit özelliklere ve güzelliklere sahip bölgelerden oluşmadığı bilinen bir gerçek. Coğrafya bir de bu açıdan kaderdir denilebilir. Denizi, gölü veya nehirleri olan, doğal bitki örtüsü bolca yeşil içeren bir bölgede dünyaya gelmiş şanslı bir insan olabilirsiniz. Veya kış aylarında termometrelerin belirli bir derecenin altını, yazları ise üstünü göstermediği bir bölgede. Veyahut insan eliyle doğanın tahrip edilmesi söz konusu olmasa eğer, kendi kendine oldukça yaşanılası olan bir bölgede.
Sekiz milyara yakın olan dünya nüfusunun önemli bir kısmı ise bu şanslı dünya vatandaşları arasında yer almıyor. Kışları aşırı soğuk veya yazları aşırı sıcak, deniz, göl veya nehir bulunmayan, kendi kendine neredeyse tek bir bitki türünün yetişemeyeceği, sulanmazsa hayatta kalamayacağı bölgeler de var yerkürede.
Elbette bu bölgelerde yaşam, hele ki kent yaşamı, şanslı insanların yaşadığı bölgelere kıyasen daha zor. Ama yaşanan zorlukların bir kısmı biz insanların eseri olabilir mi? Ya da bazı zorlukları ortadan kaldırmak mümkünken bunlara pek de kafa yormuyor olabilir miyiz?
Küresel ısınma yıllardır haberdar olduğumuz, gittikçe dünyayı ve bizleri yakmakta olan bir sorun. Ve sorun o kadar hızla büyüyor ki, bu soruna gözünü, kulağına kapamak isteyen sorumlu kişilere dünya gerçeği kendi diliyle haykırıyor. Dünya Meteoroloji Örgütü’nün 2023 yılı başlarında yaptığı bir açıklamaya göre son sekiz yıl, bugüne kadar kaydedilen en sıcak sekiz yıldı.
Dünya hızla ısınıyor ve görünen o ki Türkiye dünya ortalamasına göre iki kat daha fazla ısınıyor. Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin (IPCC) 2021 tarihli raporuna göre Türkiye’de önümüzdeki yıllarda hava sıcaklığının artması, deniz seviyesinin yükselmesi ve susuzluk yaşanması bekleniyor. Rapora göre 2050 yılına kadar hava sıcaklığının doğu ve orta kesimlerde 2,5 derece artması, 40 derecenin üzerinde sıcaklığın yaşandığı periyodun ise uzaması bekleniyor.
Sıcaklığın 2,5 derece artması insan hayatını etkileyecek felaketlerin yaşanması anlamına geliyor. Öyle ki Paris İklim Anlaşması küresel ortalama yüzey sıcaklığındaki artışı iki derece ile sınırlandırmayı, hatta 1,5 derecenin altında tutmayı hedefliyor. O bir derecelik farkın yaratacağı etki azımsanacak gibi değil. IPCC’ye göre ortalama yüzey sıcaklığındaki artış 1,5 dereceyi bulduğunda sel riski yüzde 100, 2 derecelik bir artışta ise yüzde 170’e ulaşabilir. Şiddetli kuraklığa maruz kalan insan sayısı 1,5 derecelik bir artışta 350 milyona, 2 derecelik bir artışta ise 410 milyona çıkabilir. Her 0,5 derecelik artışın tarımda verimliliği de ciddi bir şekilde etkilemesi bekleniyor.
Bu gelişmeler dünyada olduğu gibi Türkiye’de de bazı bölgelerde hava sıcaklığının önümüzdeki yıllarda insan hayatını epey zorlaştıracak derecede artacağını gösteriyor. Tüm bunlar yaşanırken Türkiye’de neler yapılıyor peki? Paris Anlaşması’nı 2021 yılında onaylayan Türkiye taahhütlerini yerine getirmeyi pek dert ediyor gibi görünmüyor. İktidarın küresel ısınma ve insan hayatını tehdit edebilen doğa olayları, mesela deprem ve seller konusunda pek de kaygılı olmadığı ortada. Belirli kesimlerin daha fazla kâr elde etmesini önceleyen politikalar belirleniyor, kararlar alınıyor. Bu bildiğimiz bir şey.
İktidarda yer alan siyasi partiler bir yana muhalefet partileri bile bu konuyu yeterince gündemlerine almıyor. Seçim sürecinde küresel ısınma, ülkemizin karşı karşıya kalabileceği felaketler ve yapılabilecekler konusunda herhangi bir şey duydunuz mu?
Politikacılar ve karar vericiler bir yana, bizler, bu ülkede yaşayan insanlar olarak neler yapıyoruz? Ortalama hava sıcaklığı gittikçe artmaktayken bizler bu artışa katkıda bulunmadan, dahası, kendimizi sıcak havadan koruyarak nasıl yaşayabileceğimizi yeterince düşünüyor, tartışıyor muyuz acaba?
DİYARBAKIR ÖRNEĞİ...
Diyarbakır’ı örnek verelim. Yaşadığım şehir, Türkiye’de yaz aylarının en sıcak geçtiği birkaç şehirden biri. Yaz mevsimi Diyarbakır ve çevre illerde neredeyse beş ay sürüyor. Ve sıcaklık neredeyse üç ay boyunca 40 derece civarında. Hal böyleyken, şehirde havayı daha da ısıtan pratiklerden uzak durulmasının; insanların sıcaklardan en az etkilenecek şekilde yaşamalarını sağlayabilecek yöntemlerin gündemimizde olması gerekiyor ama vaziyet böyle değil.
Diyarbakır’da, binlerce yıl önce kurulmuş olan Sur’un mimari yapısına baktığınızda evlerin, sokakların, iklim koşullarını dikkate alarak kurulduğunu görebilirsiniz. Taş, avlulu evler; gölge hesabı yapılarak içeride bırakılan pencereler; evlerde güneşin yönüne, bulunulan kata göre yazlık, kışlık odalar; avlularda minik havuzlar ve ağaçlar; toprak damlar; ahşap tavan kirişleri ve dar sokaklar Sur’un tipik mimari özellikleridir. Binlerce yıl önce insanlar kışın soğuktan, yazın sıcaktan nasıl korunacaklarını hesap ederek şehirler kurmuşlar ama bugünün dünyasında bu kadar bilgi ve olanak varken yeni Diyarbakır bu hesaplar yapılmadan hızla büyümeye devam ediyor.
Diyarbakır’da Sur’dan sonra kurulan ilk semtlerde durum pek fena değildi aslında. Müstakil, bahçeli evler veya birkaç katlı, geniş verandalı/balkonlu, arkasında minik bir bahçesi olan binalar şehrin ilk ‘modern’ yapılarıydılar. Sonra bu yapıların neredeyse tamamı yıkıldı ve yerlerine en az yedi katlı, birbirine bitişik, bahçesi olmayan binalar yapıldı. Bugünkü Ofis ve Yenişehir semtlerindeki binaların çoğu bu türdedir.
Bağlar, Koşuyolu, Şehitlik gibi semtler ise zorunlu ve ekonomik göç ile hızla kurulan veya büyüyen, çarpık, güvensiz kentleşmenin çarpıcı örnekleridir.
Şehrin en yeni bölgelerinden olan Kayapınar/75 Yol ise geniş bulvarları ve siteler içinde yer alan binalarıyla insanlar için cazibe merkezi olmaya devam ediyor. Ne var ki bu semtin imar planı yapılırken, binalar inşa edilirken iklim pek hesaba katılmıyor. 11-15 katlı binalar yapılırken evlerde en çok zaman geçirilen bölümlerin kaç saat güneş alacağının, yani binanın yönünün hesabı yapılmıyor. Birbirinden uzak inşa edilen binalar komşu yapılara pek gölge olmuyor. Yüksek katlı binalardaki dairelerin çoğu binanın etrafında yeşil alan ve ağaçlar varsa onun serinliğinden, gölgesinden faydalanamıyor. Pek moda olan tavandan yere kadar uzanan camlar eski pencerelere kıyasen gün boyunca güneşin daha fazla içeri girmesine sebep oluyor. Şahsen hiç ama hiç anlamadığım bir şekilde panjur veya kepenk hemen hiç kullanılmıyor. Yetmiyor, niyeyse son dönemde yalnızca plazaların değil sitelerdeki binaların da dış cephelerinde cam kullanılıyor. Bu binaların batıya bakan tarafları gün boyunca güneş alıyor, daireler veya iş yerleri adeta bir ateş topuna dönüyor. Camlar güneşi yansıtıp etrafını, yani şehri daha da ısıtırken, binaların içini serinletmek için klimalar aralıksız çalıştırılıyor. Tabii bu da şehrin daha da fazla ısınmasına yol açıyor.
Anlayacağınız, dairelerin içindeki şatafata harcanan emek ve paranın onda biri iklimden nasıl daha az etkileniriz ya da küresel ısınmaya katkımızı nasıl azaltırız konularına ayrılmıyor.
Sonunda ne mi oluyor? Dünyanın ısınmasına da şehrimizin yanmasına seyirci kalıyoruz. Işıl ışıl dairelerde her yıl biraz daha yanarak yaşamaya devam ediyoruz. İşin özü, suçu “kaderdir” diyerek coğrafyada değil, kendimizde aramamız gerekiyor.
Nurcan Kaya: İnsan hakları –özellikle uluslararası insan hakları ve Avrupa Birliği hukuku kapsamında azınlık hakları, eşitlik ve ayrımcılık yasağı, ayrıca AİHM yargısı alanlarında- uzmanlaşmış bir hukukçu ve Diyarbakır Barosu'na üye bir avukat. Essex Üniversitesi’nde uluslararası insan hakları hukuku alanında yüksek lisans yaptı. İstanbul Bilgi Üniversitesi İnsan Hakları Hukuku Uygulama ve Araştırma Merkezi’nde uzman/araştırmacı olarak çalıştı. Global Dialogue’da Türkiye Direktörü olarak, Uluslararası Azınlık Hakları Grubu’nda (MRG) ayrımcılık yasağı hukuku uzmanı, Türkiye ve Kıbrıs koordinatörü olarak çalıştı.