Bir yaz günü, çocukluğun, kışlık bir sinemada, ön sıralarda oturuyordu...

Ben yaşadığım her yerde bir tek onun yüzünü görüyorum. O ise kimseye benzemeyen bir yüzün peşinde koşarken akşamları evine yüzlerden sarhoş olarak dönüyor…

Kök salmak ve güç kazanmak için çalıştığın şehir seni yine susuz; yine yalnız bıraktı değil mi…

Peki, bilmiyor muydun benimle seviştikten sonra bana öfke duyacağım…

Yüzün duvara dönük, uyuyormuş gibi yapıyorsun, oysa bana duyduğun o borç duygusundan nasıl kurtulacağını düşünüyorsun…

Beni üzdüğün, kırdığın, beni sevmediğin için bana suçlu bir öfke duyuyorsun…

Peki, susuzluğun dindi mi, korkuların geçti mi?.. Varlığının derinlerden gelen çığlığı biraz olsun azaldı mı?.. En çok korkunca mı sevişmek ister sin, yoksa varlığından kurtulmak için mi?..

Peki, beni sevmediğini bile bile neden yanına geliyorum, neden sevişiyorum seninle, neden hayatına giriyorum… Seni inatçı, neredeyse bir köleliği andıran sevgimle çırılçıplak ve savunmasız bıraktığımı bile bile, üstelik yüzün bana değil, duvara dönükken neden ısrarla sarılıyorum sana… Ve nasıl oluyor da bütün bunları bildiğim halde bu sarılıştan korkunç bir haz duyuyorum… Yoksa ruhum hasta mı benim. Bilmek, reddedilmek, üzülmemekten zevk mi alıyorum…

Yoksa genlerimde kölelik duygusu mu var… Boşlukta kalmaktansa, kendimi seni sevdiğime inandırıp, düşsel bir sığınak mı yaratıyorum kendime… Bunu düşünmek beni zaman zaman kaygılandırsa da neden seni sevmekten asla vazgeçmiyorum…

Ama biliyorum, senin için her şeyimi feda etmeye hazır olduğum halde, seni gerçek anlamda henüz tanımış değilim.

Senin için intihar etsem… Cümleye bak… Kime ait bu cümle… Bana ait değil. Ödünç almışım bir yerlerden. Ödünç kelimelerle, cümlelerle kendime bir trajedi yaratmaya çalışıyorum sanki…

Senden ayrıldıktan sonra durmaksızın yaşadıklarımızı gözümün önünden geçiriyorum… Sanki ilişkimizin bir tür projesini çıkartıyorum… Bir sonraki beraberliğimize kadar arzularımı, duygularımı kurguluyorum sanki… Seninle hiç yapmadığım konuşmalarımı, hayalimde oluşturduğum bu kurgunun içinde yapıyorum… Bana ileride bir gün söyleyeceklerini, duygusalgeleceğini bu kurguya katıyorum… Nedenini bir türlü bilemediğim boşluklarımı hayalimde dolduruyor, aslında hiç tamamlanmayacak eksikliklerimi kendimce tamamlamaya çalışıyorum… Birileri sana bağlandığım için sonumun korkunç olacağını söylüyorlar… Görünüşte öyle; yaşamım tehdit altında… Evet, ayakta kalmak, kökleşmek, güç kazanmak ve güven içinde olmak adına hiçbir şey yapmıyorum seni sevmeye başladığımdan beri. Ve bundan dolayı hiçbir korku duymuyorum. Sanki yaşamı tehdit altında olan ben değilim. Benden ayrılan ve benden ayrılarak aslında beni muhteşem bir özgürlüğe fırlatan bir başkası… Şimdi sen, sana duyduğum aşkın ve bağlılığın kendimden kaçıp kurtulmak olduğunu söyleyeceksin; ama kaçıp kurtulduğum yaşamım bana ait değildi ki…

Biliyor musun ben sana duyduğum aşkla içimdeki polisten, amirlerimden, amansız, soluk aldırmayan kurallardan, yaptırımlardan kurtulmuş oldum…

Ben sana duyduğum aşkla içimdeki hapishanenin tünelini buldum…

Ben sana duyduğum aşkla okuldan nasıl kaçılır onu bildim…

Aslında bilmeden, istemeden, hatta bana kayıtsız kalarak beni güçsüz kıldın. Bu güçsüzlük sayesinde bütün toplumsal rollerden yavaş yavaş koparıp atıllar beni. Böyle olacağını biliyordum. İçime doğmuştu sanki.

Hedeflerimi tamamen küçülttüm ve kalan gücümü de ben yok ettim. Gücümü yok ettikçe üzerimde güç ve baskı uygulayanlar şaşkına düştüler. Artık beni nasıl kontrol edeceklerin, bana nasıl emir vereceklerini bilemiyorlardı. Böylelikle bir süre sonra gözden çıkarttılar beni…

İşte bu, işe yaramaz diye gözden çıkartılan asıl yanımla sevdim seni ben… Karşı kıyıda bıraktım güçlü ve esir yanımı. Yüzünü senden alan aşkımla ebediyen köle olmak istediğim yerde, yanındayım şimdi.

Evet, kölenim belki, ama ben seçtim bu köleliği, ben tasarladım. Bu köleliğin mağrur ve başı dik kralı benim. Evet, çok acı çekiyorum ve utanmıyorum bunu sana söylemekten… Üstelik bilmeni istiyorum, istiyorum ki sen de benim gibi acı çekesin. Çünkü öyle tarifsiz bir zevk, öylesine derin bir çoşku veriyor k bana bu acı, senin de tatmanı istiyorum onu… Benim varlığım sayesinde bu muhteşem duyguyla buluşmanı istiyorum… Biliyor musun, ben geçmişimi seninle öğreniyorum… Ben seninle çocukluğumun elinden tutuyorum. Çocukluğumun kanayan dizlerini, bileklerindeki jilet izlerini seninle öpüyorum…

Çocukluğumun tesellisiz gecelerini seninle teselli ediyorum. Çocukluğumun elinden tutup yazın ortasında talaş, yalnızlık ve gözyaşı kokan sinemalara gidiyorum. Bir bakıyorum ön sıralarda, yapayalnız, senin çocukluğun oturuyor. Şefkate, okşanmaya aç, minicik başını görüyorum, cılız omuzlarını…

Gelmiyorum yanına, çünkü gidersen saklarsın kendini. Kanayan gururunla kapatırsın kendini… Çocukluğumu gönderiyorum yanına… Işıklar kararıyor… Film başlıyor. Başlarımızı bir ışık demeti çevreliyor. İşte o zaman tutamıyorum kendimi. Sevgiye ne çok ihtiyacımız olduğunu ve bunun hiçbir zaman dinmeyeceğini çok derinden hissediyorum. Bir yaz günü kışlık bir sinemada çocukluğumu çocukluğunla yan yana, film seyrederken öylece bırakı, ağlayarak dışarı koşuyorum…

O çocuk büyüdü ve şimdi yüzü duvara dönük, onu sevdikçe bana kin duyan, sadece teni acıktığında, iç dünyasını yitirenler için artık, hiçbir mucize umudu bırakmayan bu çöl şehirde, varlığı susuz kaldığı için beni çağıran, benimle seviştikten hemen sonra varlığı yeniden susayan biri oldu… Her şeyin farkında, her şeyi biliyor ve her şeyden korkuyor, ama en çok sevmekten, sevilmekten korkuyor… Kendini bir gün birisine bütünüyle, koşulsuz adarsa, yıllardır içinde bastırdığı sevgi özlemini bir gün dışarı çıkartırsa onulmaz bir yarayla karşılaşır mıyım, diye korkuyor. İçindeki sevgi özleminin aslında hastalıklı, doyumsuz, çaresiz bir tutkudan kaynaklanıp kaynaklanmadığından emin olmadığı için korkuyor…

Bu korkuyla karşılaşmamak için içindeki sevgiyi bekletiyor. Soğuk gece duvarlarına, aşık olabileceği yüzlerin resimlerini çiziyor. Kimselere benzemeyen, aslında hiç yaşamamış, belki yaşamış, ama hayatın içine hiç girmemiş tanrıca resimleri ve ölü anneler çiziyor. Canlansınlar, kendisiyle konuşsunlar diye, donuk portrelere kendi kanından gizemli sözler yazıyor… Ölü resimlere yazdığı yazılra kendi yanıt veriyor. Ben yaşadığım her yerde bir tek onun yüzünü görüyorum. O ise kimseye benzemeyen bir yüzün peşinde koşarken akşamları evine yüzlerden sarhoş olarak dönüyor… Sanki bir hız trenine bindirilmiş de dünyayı oradan seyrediyormuş gibi hiçbir yüzü aklında tutamıyor…

Sevgisini hiç sınamadığı halde kendisini herkesten farklı sanıyor. ‘’Aşk bir imkansızlıktır’’ diyerek korkularına, kökleri kadere uzanan varoluşsal nedenler arıyor… Biliyorum, saklasa da, benim bir aşk kölesi olduğumu düşünüyor. Oysa asıl köle kendisi, bir türlü gerçekten sevemediği için herkesin görüşünden etkileniyor, kimseye ‘hayır’ diyemiyor. Güçlü olduğunu sandığı dünyada kibar bir sığıntı gibi yaşıyor. Geceleri, uykusunda sayıklarken bile, ‘iyi insan olmalı, iyilik yapmalı’ diyor, ama onun için iyilik, kendisi olamadığı bu dünyada gücünü pekiştirmek, biraz daha kökleşebilmek, güvende olmak istemekten başka bir anlama gelmiyor.

Yanımda yatan ona sarıldıkça, onu sevdiğimi fısıldadıkça kulağına, içindeki ürkütücü uçurumlara, kurtulmadığı kuşkularına yeniden dönüyor… Ona her sarılışım, kendi elleriyle derinlere gömdüğü o eşsiz sevgisinin mezarına götürüyor onu… O mezarın başında, soğuk, umutsuz rüzgarlar çarpıyor yüzüne.

Ben yapamam, kimse yapamaz... O mezarı bir tek kendi açabilir. O sevgiyi oradan bir tek kendi çıkartabilir. Bunu yamaktan ölesiye korktuğu için, onu sevgisinin mezarına getirdiğim için, bana lanetler okuyor, bana sonsuz öfke duyuyor… Bir an önce benden kurtulup, ona sevgisinin mezarını hatırlatmayan, kendi yazdığı ve sonunu çok iyi bildiği, riski olmayan öykülerine, duvarlarına astığı ve kimselere benzetemediğini iddia ettiği donuk yüzlerine, tanrıça resimlerine, ölü annelerine dönmek istiyor… Bir ara, sanki bütün bunları düşündüğümü duymuş gibi, yüzünü bana çeviriyor ve şunu soruyor: ‘’ Peki , sen bereden biliyorsun bana duyduğun aşkın sahici olduğunu… Yaşadıklarının bir kurgu olmadığını ne malum? Hem söylesen neden ben? Bütün bu hissettiklerinin, yıllardır kurgulamadığını nasıl kanıtlayabilirsin bana?.. İşte o an, onun için duyduğum o derin, o tahammül edilmez acıdan bile kuşku duyuyorum.

Haklı olabilirdi. Hem size de söyledim onunla ilişkimi kurguladığımı. Onunla hayalimde konuştuğumu, onun duygusal geleceğini, bana ileride bir gün söyleyeceklerini tasarladığımı, hayalimde ilişkimizin kendimce eksikliklerini tamamlamaya çalıştığımı… Ona duyduğum aşk bir anlamda ütopyaydı elbette, ama acısını sahiden ve şimdiden hissettiğim ütopya…

Beni kuşkuyla yaraladığı ve bir uçurumun önüne getirdiği için ona kızamıyorum bile…

Kim bilir belki de bütün sırlarımız bir yaz günü, sığındığım o kışlık sinemada rastladığım, ön sıralarda bir başına oturan çocukluğundadır…

Kim bilir, belki de bütün sırlarımız yanına gidersem kanayan gururuyla içine kapanır diye çocukluğunun yanına, kendi çocukluğumu gönderdiğimde ve film başladığında çocuk başlarımızın çevresini bir ışık demeti çevirdiğinde, konuştuğumuz şeylerdedir…

Şu an belki de asla kavrayamadığımız şeyler belki de o an birbirimiz eğilip usulca dokunduğumuz anlarda gizlidir…

Ama yine de, ne olur, bu sana duyduğum aşkın acısını bana çok görme… İzin ver, sen yokken de seninle konuşayım… Çünkü bu konuşma bir imkansızı, hiç tamamlanmayacağı söylenen o derin eksikliğimizi aşma çabasıdır…

Çünkü ne kadar imkansız olduğu söylenirse söylensin, aşk bir gün, bir yerde sonsuz bir bütünleşme düşüdür…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi