Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

Bilmez Hocadan Tarih Tersleri

1921 Anayasasında yıkıcı ve kurucu revizyonlar II: 29 Ekim 1923 Revizyonu

1923 yılında tıkanmış olduğu iddia edilen meclis sisteminden bir tür parlamenter sisteme doğru bir adım atılırken, 2017 yılında ise tıkanmış olduğu iddia edilen parlamenter sistemden her derde deva Cumhurbaşkanlığı sistemine geçiş yapılmıştır.

Mevcut iktidarın başa geldiğinden beri ihtiyaç duyduğu her anda “yeni anayasa” tartışmalarını sürekli gündeme getirdiği ve uygun şartları bulduğunda yaptığı revizyonlarla anayasayı kendi lehine büktüğü bir süreçte Tarih Terslerinin gözünden yapılmış bir okumayı esas alarak tartışmalara katkı sunmak amacıyla Osmanlı-Türkiye Anayasalar ve Anayasa Revizyonları Tarihi’ni bir süredir bu köşede irdelemeye çalışıyorum.

Bunu yaparken birçok yazıda, Osmanlı-Türkiye Anayasaları tarihinde özel bir yer tuttuğu halde bugüne kadar görece ihmal edilmiş bir konu olarak, özellikle 2017 Anayasa revizyonuyla benzerlik anlamında 29 Ekim 1923 revizyonunun özgün konumda olduğunu defalarca belirtmiştim.

Başlıktan anlaşılacağı üzere, bu özgünlüğün temel nedeni, mevcut rejimin yıkılması ve yenisinin kurulması sürecinde oynadığı roldür.

İşine gelmeyince yasaları da anayasayı da umursamadığını defalarca göstermiş bir iktidarın ülke gündemini ısrarla ‘yeni anayasa’ tartışmalarına kitleme çabasının garabetini bir yana bırakacak olursak, ülke siyasi tarihinde (rejim inşası ve dönüşümünde) anayasal revizyonların bazen en az yeni anayasa kadar belirleyici olduğunu gösteren önemli bir örnek olarak 29 Ekim 1923 revizyonunu tartışmanın anlamlı olacağını düşünüyorum.

Nitekim, bu revizyonun arka planını ve tarihsel bağlamını son haftalarda detaylı bir şekilde işledim. Bu yazıda ise söz konusu revizyona yol açan “Teşkilat-ı Esasiye Kanunu’nun bazı mevaddının tadiline dair teklif-i kanuni”’nin (Anayasanın bazı maddelerinin revizyonuna dair kanun teklifi) dönüştüğü 364 sayılı “Teşkilatı Esasiye Kanununun Bazı Mevaddının Tavzihan Tadiline Dair Kanun”’un içeriğine ve Meclis’te müzakere ve kabul sürecine odaklanmak istiyorum.

29 Ekim 1923 günü önce Halk Fırkası meclisinde görüşüldükten sonra aynı günün akşamında TBMM’ye geldiğinde anayasa komisyonunun (Kanun-ı Esasi Encümeni) alelacele son halini verdiği söz konusu revizyonun acilen ve hemen akabinde (“müstacelen ve derakap”) görüşülmesi talebi üzerine, encümenin mazbatasına dayanılarak, genel kurulda kanunla ilgili görüşmelere hemen geçilmiştir.

Geçen yazıda sözünü ettiğim üzere, esasen birkaç gün önce ortaya çık(arıl)mış bir hükümet krizinin çözümü için 29 Ekim günü bir araya gelmiş parti meclisine katılan milletvekilleri arasında, Mustafa Kemal ve yanındaki dar bir çevrenin son günlerde hayata geçirdiği planı bilmeyenler de vardı. Bunlar, ‘hükümet krizinin çözümü’ gibi spesifik ve teknik bir konunun birden anayasa revizyonu için kanun teklifine dönüşmesi karşısında şaşkınlığa uğramışlardır.

İnce örülmüş ve başarılı bir şekilde hayata geçirilmiş olduğunu kabul etmemiz gereken bir plan doğrultusunda, bu konu aynı gün alelacele TBMM’ye getirildiği için, Genel Kurulda da söz konusu plandan pek haberdar olmayan milletvekillerinin bulunduğu anlaşılmaktadır.

Çok uzun sürmeyen tartışmalarda dikkat çeken bir şey, esasen bu revizyon aracılığıyla meclis hükümeti rejimine son verileceği ve Cumhuriyet’in ilanı aracılığıyla tuhaf bir parlamenter rejime geçiş sağlanacağı gerçeğinin tartışma konusu yapılmamasıdır.

Önceki yazılarda belirttiğim üzere, kamuoyunun bir süredir Cumhuriyet’in ilanı konusunda hazırlanmaya çalışıldığı doğrudur; ancak basında kısmen yer alan ‘rejim değişikliği’ ve bu vesileyle ‘şahıs ve parti diktatörlüğü inşası’ iddiası, meclisteki görüşmede gündeme bile gelmemiştir.

*****

Kısaca, bir ara ‘yeni anayasa hazırlığı’ haberleriyle basına konu olan süreç, mevcut anayasanın altı maddesinde değişiklik önerisi olarak genel kurula gelmiştir.

img-202409258-211938199.png

Daha önce basındaki tartışmalarda Mustafa Kemal ve yandaşlarının ısrarla kullandığı ‘mevcut rejimin zaten cumhuriyet rejimi olduğu’ ve anayasal değişiklikle amaçlananın sadece buna ‘anayasal çerçeve kazandırmak’ olduğu iddiası, Meclis tartışmalarında da öne çıkan retorik olmuştur.

Nitekim anayasa değişikliğinin mevcut duruma açıklık getirme (“tafsilat”, “izahat”, “tavzihan tadil” vb.) amacı taşıdığı, meclis görüşmelerinin başında Kanun-ı Esasi Encümeni adına söz alan Yunus Nadi Abalıoğlu tarafından teklif hakkındaki açılış konuşmasında da kullanılmıştır: “Teşkilatı Esasiye’nin ruhunu tafsil...”

Nitekim, meclisten geçen kanunun ilk maddesindeki “Türkiye Devletinin şekli Hükümeti, Cumhuriyettir” ibaresi ile Cumhuriyet ilan edilirken, aynı maddedeki şu ibareyle bunun aslında malumun ilamı niteliğinde olduğu ve mevcut anayasanın ilk maddesine sadece rejimin isminin eklenmesinden ibaret bir değişikliğin söz konusu olduğu gösterilmeye çalışılmıştır: “Hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir. Yönetim biçimi halkın kendi kaderini bizzat ve bilfiil belirlemesi ilkesine dayanır.” (1. Madde)

Oysa, anaysa komisyonunun bu arada alelacele “devletin dini ve remi dili” konusunda bir madde (2. Madde) eklediği söz konusu kanun teklifi aracılığıyla, sadece mevcut rejime ismi verilmiyor, esasen o zamana kadarkinden farklı bir rejim öneriliyordu.

Nitekim bu kanun değişikliği sonrasında, TBMM’nin yürütmeyi artık bir bütün olarak onaya sunulacak olan bakanlar kurulu aracılığıyla gerçekleştireceği belirtilmiştir. (4. Madde)

Tarihçilerin söz konusu revizyon öncesindeki Ankara yönetimine “TBMM Devleti” adı vermesine neden olan, Meclisin olağanüstü yetki gücü ve kapsamı, diğer birçok şeyin yanında Meclis Başkanının ve tüm bakanların teker teker meclis tarafından seçilmesini gerektiriyordu. Ayrıca bakanlar kurulu ve onların başı olarak Meclis Başkanı tarafından atılan neredeyse her adım da meclisin onayına ve denetimine tabiydi.

Anayasal revizyonun gündeme getirilmesine yol açan, ‘bu yöntemin ayak bağı olduğu veya olabileceği’ anlayışından dolayı, şimdi farklı bir rejim öneriliyordu: Yürütmenin başı yine meclis tarafından seçilecek olup “lüzum gördükçe” bakanlar kuruluna riyaset edebilecek veya Meclisi yönetebilecek olan Cumhurbaşkanı (11. Madde), milletvekilleri arasından bir başbakan belirleyecek ve o kişi de hazırladığı bakanlar kurulu önerisini Cumhurbaşkanına sunacaktır. Cumhurbaşkanı ise başbakan adayı tarafından kendisine önerilen isimleri onaylaması durumunda atamak istediği başbakanı ve bakanları ‘hükümet’ olarak toplu şekilde meclisin onayına sunacaktır. (12. Madde)

*****

Şüphesiz Cumhuriyet tarihinde bugüne kadar hakkında en çok konuşulan ve genel olarak hakkında karşıt-taraftar hamasetinin hakim olduğu devasa bir literatür üretilen Cumhuriyet’in ilanı konusunda olgusal düzeyde bazı soru(n)lar halen açıklamayı beklemektedir.

Her şeyden önce, revizyondan sonraki anayasa maddelerinin numaraları ve dizilimi ile toplam madde sayısı konusunda literatürde maalesef bir açıklık yoktur.

Diğer yandan, meclisteki görüşmede hazır bulunması gereken asgari milletvekili sayısı ve oranı ile kanunun onayı için gerekli katılım ve oy oranı konusunda bir mutabakat mevcut değildir. Anayasa değişikliği oylamalarına katılması gereken asgari milletvekili sayısının belirlenmesi, İkinci Meclisin milletvekili sayısındaki farklı bilgiler nedeniyle çelişkilidir.

Ancak böyle önemli bir kararda Meclisin tüm milletvekillerinin en fazla yarısından biraz fazlasının katılmış olduğunu görmekteyiz. Söz konusu plana karşı direnç sergileyen ve asıl amacın Mustafa Kemal liderliğinde diktatörlük inşası olduğuna inanan çok önemli isimler ise o sarada Anakara dışında oldukları için görüşmelere bile katılmamıştır.

Ancak bu kanun, sonuçta bir ‘anayasa değişikliği’ öngördüğü için, en önemli meselelerden biri, milletvekili katılım oranı ve onay için gerekli oy oranıdır. Daha önce 1 Nisan 1923 revizyonu bağlamında tartıştığım üzere, mevcut anayasa 2/3 oranı öngörmekle birlikte, buna kesinlikle uyulmamıştır. Ayrıca, TBMM’nin genel uygulamalarının tersine, söz konusu kanun, yoklama yapılmadan oylanmıştır. Nitekim, Zabıt Ceridesi’nde katılan milletvekilleri listesi veya sayısı yer almamaktadır.

Ancak, bunun hemen ertesinde yapılan ve katılanların tamamının tek aday Mustafa Kemal’e oy verdiği Cumhurbaşkanlığı seçimine katılanların sayısının 158 olması, çoğu zaman anayasa revizyonuna onay vermiş milletvekillerinin sayısı için de kaynaklarda aynı rakamın verilmesine yol açmıştır.

Diğer yandan, bu bağlamda tartışmaya açık bir başka hukuki sorun, kanunun Mecliste kabulünden hemen sonra, yani kanun henüz resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe girmeden Cumhurreisinin seçilmiş olmasıdır.

*****

Bitirmeden şunları söylemek isterim: Bazı okuyucular, 29 Ekim revizyonuna giden süreçte çık(arıl)mış hükümet krizinden cumhuriyetin basında kontrollü bir şekilde tartıştırılmasına kadar 1923 yılında yaşananları yaklaşık yüz yıl sonra Türkiye’de benzer bir kriz/tartışma sürecinde, yine çok önemli bir revizyon aracılığıyla rejim değişikliğine yol açacak olaylara benzetecektir. Elbette, ‘kendilerince yaratılmış ve ortaya çıktığında iyi manipüle edilmiş krizlerin iktidarlar tarafından 'Allah’ın lütfu olarak görülmesi’ tavrını da kendilerine hatırlatabilir bu durum.

Tarihçilikte böyle analojilerin sakıncalarını iyi biliyoruz, ama tarihi de biraz bugünü daha iyi anlamak için öğrenmiyor muyuz?

Nitekim modern tarih boyunca krizlerin çözümünün daha kapsamlı ve radikal yapısal dönüşümler için araçsallaştırılması sürecinde karşımıza çıkan çok önemli bir mesele de bizzat krizin yaratılması ve tanımlanması aşamasında başlamaktadır.

21. yüzyılın neoliberal politikaları kapsamında, bir zamanlar Kamu İktisadi Teşebbüsleri (KİT) veya hastaneler gibi kamusal yapıların tasfiyesi için uygulanan stratejiye benzer bir şekilde, önce mevcut yapı iyice işlemez hale getirilir veya sorunlarının çözümsüzlüğüyle gelişmesi ve varlığını efektif olarak sürdürmesi engellenir. Böylece gerçekten içler acısı duruma düşmüş haldeyken toptan tasfiye veya yeni bir yapıyla ikamesi daha kolay hale gelmekte ve kamuoyu tarafından durumun kabul edilebilirliği daha makul kılınmaktadır.

Aynı şekilde 2017 yılında ‘Türk-tipi Başkanlık’ rejimine geçiş aşamasında kamuoyunu ikna etmek için ‘parlamenter rejimin efektif olmayan yavaşlatıcı özelikleri’, ‘başka türlü çözülemez sorunları’ veya ‘verimli yönetim önünde engel yaratan dezavantajları’ da ve tek çözümün rejim değişikliği olduğu söylemi de ısrarla ve sürekli olarak kullanılmıştır.

Bu süreçte etkili olan, neoliberal dönüşümün en önemli mottosu olan ‘daha efektif’, ‘daha hızlı’ veya ‘daha pratik’ çözüm anlayışının 29 Ekim 1923 dönüşümü sırasında da öne çıkarılması ve özellikle bu minvalde mevcut meclis sisteminin işlemediğini göstermeye çalışırken aynı zamanda işlemez kılma çabaları oldukça çarpıcıdır.

1923 yılında tıkanmış olduğu iddia edilen meclis sisteminden bir tür parlamenter sisteme doğru bir adım atılırken, 2017 yılında ise tıkanmış olduğu iddia edilen parlamenter sistemden her derde deva Cumhurbaşkanlığı sistemine (daha doğrusu ‘Türk tipi başkanlık sistemi’ne) geçiş, ‘kesin çözüm’ olarak sunulmuştur.

*****

Kısacası, 29 Ekim 1923 revizyonu sonucunda, yirminci yüzyılda hakim olacak parlamenter rejime doğru atılmış bir adım söz konusudur.

Günümüz Türkiye’sinde muhalefetin ‘geri getirme’yi büyük vaat olarak kamuoyuna sunduğu konvansiyonel parlamenter rejim ile 1923 yılı anayasal revizyonu sonrası inşa edilen rejim arasındaki en önemli fark, birincide Cumhurbaşkanı için ‘sembolik’ bir rol öngörülürken, ikincisinde tam yetki ve gücün Cumhurbaşkanına verilecek olmasıdır. O sırada Cumhurbaşkanlığı için tek adayın, o güne kadar Meclis başkanı olarak sahip olduğu yetkilerini artırarak devam ettirecek olan Mustafa Kemal olduğu açıktır.

Sonuç olarak, anayasal revizyon aracılığıyla bir rejim yıkılmış ve yeni bir rejim kurulmuştur. Esasen daha önce burada “1921 Anayasasında birinci yıkıcı ve kurucu revizyon” olarak ele aldığım 1 Nisan 1923 revizyonuyla başlatılan TBMM Devletinin tasfiye süreci, önce Birinci Meclis'in de facto feshi, sonra ‘dikensiz gül bahçesi’ olarak tasavvur edilen İkinci Meclisin oluşturulması ve nihayet ‘yıkıcı ve kurucu nitelikteki ikinci revizyon’ olarak 29 Ekim 1923 revizyonuyla tamamlanmıştır.

*****

29 Ekim 1923 Anayasal Revizyonunun Osmanlı-Türkiye demokratikleşme tarihindeki yeri ile ilgili genel değerlendirme ve bu bağlamda revizyona verilen tepkiler sonraki yazının konusu olacak…


Bülent Bilmez kimdir?

Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Bilmez Hocadan Tarih Tersleri Arşivi