Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
1939 Erzincan Depremi
1894 yılında yaşanan Osmanlı’nın yaşadığı son büyük ‘doğal felaket’ ile ilgili tarih terslerine son vererek, bu yazıda Cumhuriyet’in ilk büyük doğa felaketini, 1939 depremini ele alacağım.
Öncelikle belirtmek gerekiyor ki Erzincan’ın önemli fay hatları üzerinde olduğu ve bölgede tarih boyunca birçok büyük deprem yaşandığı bugün olduğu gibi, o zaman da bilinmekteydi:
Bu arada kaynaklarda, 1584 depreminde 15 bin civarında can kaybı yaşandığı belirtiliyor, ama bu sayının güvenilir olduğunu söylemek olanaksız.
xxxxx
‘Erzincan Depremi’ olarak bilinen, ama Erzincan başta olmak üzere çok büyük bir bölgeyi yıkıma uğratan ‘zelzele’, 1939 yılının son günlerinde, ağır kış koşullarının yaşandığı bir sırada gece yarısı meydana gelmiştir.
Dönem basınından takip edebildiğimiz kadarıyla deprem sözcüğü bu dönemde henüz ortalıkta yoktur. Halk arasında ‘Büyük Hareket’ kavramı hala kullanılmakla birlikte, daha önce basında hareket-i arz ile birlikte kullanılan ‘zelzele’ basında hakimiyetini kurmuş görünmektedir.
Ondan fazla vilayetin ve ilçelerinin merkezleri ve köylerinde büyük can kaybına ve yıkıma neden olan Erzincan odaklı zelzele ve sonuçları hakkında farklı kaynaklarda verilen sayılara ve detaylara baktığımızda, çelişkili bilgilere rastlanıyor.
Zelzelenin tam saati konusunda 23:57, 01:57 gibi farklı saatler verildiği görülüyor, ancak zelzelenin (26 Aralık Salı gününü 27 Aralık Çarşamba gününe bağlayan) gece yarısı ile iki arasında gerçekleştiği konusunda bir konsensüs olduğunu bilmek önemli. Nitekim depremin ertesi günü acilen toplanan TBMM’de dönemin Sağlık Bakanı Hulusi Alataş tarafından yapılan konuşma depremin “gece saat iki raddelerinde” gerçekleştiği belirtilmektedir.
Kesin olmamakla birlikte 7.9 şiddetinde olduğu belirtilen depremden en çok etkilenen il olarak depreme kolektif hafızada kalmış ismini veren Erzincan dışında birçok il büyük zarar görmüştür: Amasya, Yozgat, Çorum, Tokat, Sivas, Erzurum, Elazığ, Tunceli, Gümüşhane, Giresun, Ordu, Samsun, Trabzon.
Popüler ve akademik kaynaklarda genelde 40.000 kişi denilerek can kaybı konusunda yuvarlak bir rakam verilirken, depremin 01:57’de gerçekleştiğini ve 2-3 dakika sürdüğünü belirten resmi kayıtlarda depremin 32.968 can kaybına yol açtığı belirtilmektedir. Kayda geçmemişlerle birlikte 40 bin olduğu iddia edilen bu sayı bugün düşünülürken, Türkiye nüfusunun o zaman yaklaşık 18 milyon olduğu unutulmamalıdır. Depremde hasar görmüş bina sayısı ise aynı resmi kaynakta 116.720 olarak verilmektedir.
Depremde yaşanan can kaybının önemli nedenlerinden biri de ağır kış koşulları nedeniyle özellikle ulaşılamayan (Tokat’ın Niksar, Erbaa ve Reşadiye ilçeleri başta olmak üzere) bazı ilçeler ve genelde köylerde soğuktan donmalar ve hastalıklar olmuştur.
ANKARA’NIN TEPKİSİ
Depremle ilgili sık tekrarlanan klişe bilgilerden biri, ağır kış koşullarında ve yıkımın ortasında felaket haberinin ancak sabah saat sekizde Erzincan’ın ilçesi Kemah’dan Ankara’ya gönderilebilen telgraf aracılığıyla öğrenilebildiği, bu koşullar altında Ankara’nın bölgeye ulaşmakta büyük zorluklar yaşadığı, ama buna rağmen halkın yardımına yetiştiği anlatısıdır.
Dönemin Erzincan Valisi Osman Nuri Tekeli ve Ordu Müfettişliği Kurmay Başkanı General Muharrem Mazlum İskora şehirde yaşanan yıkım nedeniyle ancak sabah Kemah Dumanlı İstasyonuna giderek Ankara’yı depremin felaket boyutunda sonuçları konusunda bilgilendirebilmiştir.
Ağır kış koşulları nedeniyle karayolları kullanılamaz hale geldiği için yeni yapılmış olan demiryolunun can kurtarıcı bir rol oynadığı da dönem basını başta olmak üzere hemen her kaynakta belirtilmektedir.
Nitekim depremden bir gün sonra, bölgeye gitmek üzere (bugünkü CHP Genel Başkan Yardımcısı Faik Öztrak’ın dedesi) dönemin Dahiliye Vekili (İçişleri Bakanı) B. Faik Öztrak ve Sıhhat ve İçtimai Muavenet Vekili (Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanı) Hulusi Alataş başkanlığındaki devlet erkanı, 28 Aralık Perşembe günü 09:40 treniyle Ankara’dan yola çıkmış, ancak depremden dört gün sonra 31 Aralık Pazar günü öğlene doğru Erzincan’a varabilmişlerdir.
O sırada yurt gezisinde olan Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün depremden birkaç gün sonra deprem bölgesinde yaptığı seyahat ise basında düzenli olarak takip edilmiştir. Erzincan’a gerçekleştirdiği kısa ziyaretten üretilen halkı kucaklayan İnönü ve yardımına koşan ‘devlet baba’ efsanesi, çözümlenmesi gereken bir vaka olarak ortada duruyor. (Birinci İnönü Zaferi efsanesi ile karşılaştırılarak tartışılması ilginç olacak bu vaka hakkında istisnai iyi bir çalışma için Murat Arpacı’nın 2018 yılında Kebikeç dergisinde yayınladığı makalesine bakılabilir.)
İlginçtir, tamamen devletin kontrolünde olan ve İnönü başta olmak üzere devlet görevlilerine eşlik eden muhabirleri aracılığıyla süreci hamaset diliyle takip eden basının aşırı temkinli, bağımsızlıktan ve eleştirellikten uzak ve devlet yanlısı tavrına rağmen, Meclis’te yapılan konuşmalarda basını infial yaratmayacak şekilde davranmaya yönelik uyarılar eksik olmamıştır.
Erzincan depremi sonrasında gündeme gelen konulardan biri de herkesin bildiği, ama kimsenin çözmediği mesele olarak imar ve inşaat olmuştur. Özellikle köylerde kerpiç binaların can kaybının yükselmesine yol açtığı düşüncesiyle, uzmanlar ve Ankara’daki yetkililer bu konuda bundan sonra daha bilinçli bir çalışma ihtiyacına dikkat çekmişlerdir. Ancak sonraki gelişmelere baktığımızda, her zamanki gibi bu uyarıların ve bu yönde vaatlerin retorikten öteye geçmediğini görüyoruz.
YEREL YÖNETİCİLER
Dönemin yerel yetkilileri olarak Ankara’yı temsilen Belediye hizmetleri dahil tam yetki ve sorumluluğa sahip olan valilerin deprem sonrası gösterdikleri performans, bugün olduğu gibi, basında ve halk arasında değerlendirme konusu olmuştur. Takdir toplayan valilerin başında Erzincan ve Samsun valisi gelirken, Tokat valisinin yetersiz kaldığı için eleştirildiği görülmektedir.
Bu arada, Vali Tekeli ve General İskora tarafından Kemah’tan gönderilen ilk telgrafta “şehirde yardım işleri ile meşgul” olmak üzere bırakıldığı belirtilen ve “tümen komutanı Alpdoğan” olarak anılan subayın, Dersim Katliamı uygulayıcısı Dördüncü Umum Müfettiş Korgeneral Alpdoğan’ın akrabası olup olmadığını bilmiyorum, ama öğrenmek ilginç olurdu. O sırada iki yıllık büyük katliamlar dizisine sahne olmuş Dersim ile birlikte Erzincan’dan da sorumlu olan Elazığ’da konuşlanmış Dersim Valisi Abdullah Alpdoğan’ın bölgeye yardım için seferber olan ilk bölge yetkilerinden biri olduğunu biliyoruz.
MAĞDURLARIN ‘KADER’ VEYA ‘ALIN YAZISI’ ALGISI
Bu tür felaketler sonrasında yine halk arasında yaygın olarak görülen ‘kader’ ve hatta ‘günahların cezalandırılması’ anlatıları da büyük bir duyarlılıkla ele alınması gereken (bazen mağdurların üretimine veya yayılmasına katkı sunduğu), ancak analizi yararlı olacak konulardır.
Nitekim Firkatî mahlasını kullanan Bilal isimli şairin destanında kaderci yaklaşım ve insanların günahlarından dolayı cezalandırılması söylemi açıkça görülmektedir:
Hakkın hikmetleri çokdur bilinmez
Va’de yetmeyince bir can alınmaz
Va’de yetenlere imdâd olunmaz
Ezelî mukadderat yerini buldu.
(…)
Milletde kalmadı hayâ yokdur kanaat
Artdı fitne fesad aranmıyor şeriat
Korkarım yetişür bir büyük âfât
Ahir işimiz pek yaman oldu
(…)
Takdir böyle imiş beyhude yanma
Bu fakir Bilâl’in derdi yok sanma
xxxxx
Erzincan Depremi bağlamında gündeme gelen ve kamuoyunda ilgi çeken hikayelerden biri de depremde yıkılan cezaevinden çıkma olanağı bulan mahkumların kaçmayarak yardım ve kurtarma çalışmalarına katılmaları ve bunun karşılığında Ankara’nın çıkardığı kısmi af uygulamasıdır. Ancak bir efsane malzemesi olarak karşımıza çıkan bu ‘vicdanlı ve sorumlu mahkumlar’ hikayesi, Türkler ve/ya Müslümanlar hakkında genel hamasi söyleme katkı sunmaktan öteye geçememektedir.
SORUN VE ÇÖZÜM OLARAK MERKEZİYETÇİLİK
Tek parti yönetimi ve gücü tek elde tutan otoriter rejimin ‘avantajları’, özellikle deprem sonrası gibi büyük kriz anlarında merkez ve yerel (merkezkaç) odaklı yaklaşım ve çalışmaların birbirine üstünlüğü meselesini gündeme getiriyor.
Sadece coğrafi anlamda, yani başkent ile depremzede iller arasındaki ilişki bağlamında bir ‘gerginlik’ten söz etmiyorum. Gücün merkezi ile periferisi veya merkez-dışı arasındaki ilişki anlamında, yani bazen devlet ile sivil, bazen de toplumsallık ile bireysellik arasındaki ‘gerginlik’ bağlamında deprem ve benzeri büyük felaketler ve krizler sonrası deneyimlere dayanılarak yapılacak merkez-çevre tartışması çok yararlı olacaktır.
1939 depremi gibi geniş bir coğrafyada büyük bir yıkıma yol açan 2023 depremi sırasında da merkez-çevre gerginliği (dolaylı olarak da olsa) her iki bağlamda tartışmaların özünü oluşturdu bazen.
Aslında, sadece deprem gibi büyük ‘felaket’ ve krizler sırasında ve hemen sonrasında değil, yaşamın her anında ve alanında merkeziyetçi ve ademi-merkeziyetçi anlayışlar arasındaki gerginliği konuşmak, günümüzün temel meselesi olduğuna inandığım kamu-birey, devlet-sivil, kolektif-tikel ve giderek bütün-parça arasındaki diyalektik ilişkiyi anlamamız için anahtar rol oynayacaktır.
xxxxx
Son olarak, 1939 Erzincan Depremi konusunda çok kısıtlı bir literatür ile çok zengin arşiv belgeleri ve dönem basınından kaynakça sayesinde yazılacak eleştirel bir monografinin hala yazarını beklediğini söylemek isterim.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.