Koray Düzgören
2023 derken 1925’e dönmek
İktidar, her gün geçmişten yakınıyor, 2023 efsanesi anlatıyor. Olan bitene bakıldığında görülen şu ki, devletin yolu yine 1925’e çıkıyor.
OHAL şeklen kaldırılırken daimi OHAL dönemine geçiliyor…
Ana Muhalefet bu işe şaşırıyor gibi görünüyor.
AKP-Devlet Koalisyonu’nun 16 Nisan referandumunu ve 24 Haziran seçimlerini OHAL altında yapmasına razı olanlar,
Ortada meşru ve adil tek bir şeyin olmadığı gayrimeşru referanduma katılanlar ve diğer partilerin de katılmasını sağlayanlar,
Her şeyiyle gayrimeşru ve gayri adil olan erken seçime girmeyi güle oynaya kabul edenler,
Ve sonuçlarını daha oy sayımı bitmeden kabullenenler,
Referandumun ve seçimlerin yasal galibinin Erdoğan olduğunu söyleyenler,
Meclis’in fiilen yok edilmesine göz yuman Meclis’te kalıp tek adam rejimini meşrulaştıranlar onlar değilmiş gibi.
Yeni bir devletin ve rejimin kurulması ve OHAL’in kalıcı hale getirilmesine ilişkin beklenen hamleler karşısında şimdi şaşkınmış gibi yapıyorlar.
Henüz seçim gecesi nelerin olduğunu tam olarak açıklamadan, kendilerine son bir umutla oy veren milyonlarca seçmene hesap vermedikleri gibi yaşanan hezimetin nedenlerini ve sorumlularını araştırma gereği bile duymadan yine koltuk derdine düştüler.
Ülkede hiçbir şey olmamış gibi davranarak, hiçbir sorumluluk almadan sadece yöneticileri değiştirerek yollarına devam edebileceklerini zannediyorlar.
Oysa ülkede olup biten şeylerin hiçbiri yeni değil ve bunların çoğunda da CHP’nin sorumluluğu var.
Dolayısıyla ülkede ne olup bittiğini en iyi bilen parti, CHP.
CHP BU YOLUN 1925’E ÇIKTIĞINI BİLİYOR
Bakmayın siz AKP-MHP-Devlet Koalisyonu’nun, "Hedefimiz 2023, Cumhuriyet’in 100’üncü yıldönümünde hedefimiz dünyanın ilk 10 devleti arasında girebilmek" sloganına.
CHP ve CHP’yi yönetenlerin sessizliği ve kabullenişi, bu yolun 2023’e değil, doğrudan 1925’e çıktığını bilmelerinden mi geliyor yoksa?
Çünkü bir süredir yürürlüğe konulan uygulamalar, getirilen acımasız baskı rejimi ve parlamenter sistemin ortadan kaldırılırken oluşturulmaya çalışılan tek adam diktatörlüğü 2023’ün değil 1925’in günümüze uyarlanmaya çalışılan halidir.
Cumhuriyet’in ilanının ardından nispeten çoğulculuğu, demokratik devleti ve özgürlükleri hedefleyen 1921 Anayasası terkedilip tekçi ve baskıcı 1924 Anayasası’nın kabulü ile Türkiye’nin acılı hikayesi başlar.
Kurulması hedeflenen tekçi ulus devlet uğruna soykırımlar, katliamlar, cinayetler ve olağan hale getirilen zorbalık rejimi normal bir devlet uygulaması olarak kökleşir… Rejimin kılcal damarlarına, DNA’larına yerleştirilir.
15 Temmuz düzmece darbesi sonucu ilan edilen OHAL’in iki yıllık uygulaması sırasında da aynı şeyler yapıldı. Şimdi dış finans çevreleri rahatsız olduğu için OHAL kaldırılıyormuş gibi yapılıyor, oysa OHAL kalıcı hale getiriliyor.
İktidarın almaya hazırlandığı tedbirlere bakın.
Bir de dönüp 1925’leri inceleyin.
Takrir-i Sükun yasasına dayanarak bütün muhalif, hatta iktidar yanlısı olsa da sevilmeyen isimleri barındıran matbuatın kapatılmasına, karşı çıkanların rejim düşmanı hain ilan edilerek zindanlara atılmasına ve hatta bazılarının olağanüstü mahkemelerce (İstiklal Mahkemeleri) alelacele asılmasına devletin o zaman gösterdiği bahane, Şeyh Sait isyanı idi.
Resmi tarihin yazdıkları yalanları ve düzmece hamasi hikayeleri bir tarafa bırakıp gerçekleri dile getiren incelemelere bakıldığında, devletin neredeyse her benzer olayda benzer tepkileri gösterdiğini ve benzer tedbirleri aldığını görüyoruz.
Zaman zaman değişen dünya konjonktürü ve dış baskıların etkisi ile adalet, hukuk, demokrasi gibi kavramların kısmen gündeme geldiği dönemler oldu.
Demokrasinin yerleştirilebilmesi için iyi niyetli çabalar harcandı, mücadeleler yapıldı.
Devletin tekçi, baskıcı ve hukuk tanımaz gerçek yüzünün zaman zaman geri adım attığı da oldu. Ama her seferinde kimi zaman askeri ve bürokratik vesayet eliyle, bazen illegal uygulamalara başvurup çeteleşerek, bünyesinde mafya türü örgütler oluşturarak köklerine döndü.
27 Mayıs gibi, 12 Mart gibi, 12 Eylül gibi. Susurluk çetesi gibi. Ergenekon gibi…
KAN DÖKME GELENEĞİ OLAN BİR DEVLET
Devletin geleneğinde bir de kan dökmek var.
Cumhuriyet’in hemen öncesindeki Ermeni, Süryani ve Pontus soykırımlarını, Mustafa Suphi ve arkadaşlarının katli gibi olayları da unutmayalım.
1937-38 Dersim soykırımı, Ağrı, Koçgiri katliamları da genç cumhuriyetin kanlı tarihine yazıldı.
27 Mayıs darbesinin ardından iktidardaki Demokrat Parti iktidarının üç siyasi lideri idam edildi.
1971 darbesi sürecinde de üç gençlik lideri idam edildi, onlarca muhalif genç katledildi, binlercesi hapse atıldı, binlerce öğretim üyesi üniversitelerden uzaklaştırıldı ya da ayrılmaya zorlandı, binlerce insan sürgün edildi.
12 Eylül ise çok daha kanlı bir darbeydi.
Yüzlerce insan katledildi. Yüzbinlerce kişi hapse atıldı. Binlercesi işten çıkarıldı. Cezaevleri işkence merkezine dönüştü. İnsan hakları ihlalleri olağan hale geldi. Siyasi partiler, dernekler, sendikalar, sivil toplum örgütleri kapatıldı.
Tek adam diktatörlüğüne yol açabilecek tekçi, yasakçı, insan haklarına ve demokrasiye karşı bir anayasa hazırlandı. Halka onaylatıldı.
Bu faşist anayasaya uygun birçok yasa kabul edildi.
12 Eylül rejimi şu an dahi geçerliliğini koruyor.
Erdoğan ve AKP yönetimi de 16 yıl boyunca bundan olabildiğince yararlandı.
Şimdi rejim görünürde değişiyor olsa da aslında köklerine dönüyor.
Meclis görünüşte hala açık. Ama aslında hiçbir yetkisi ve önemi olmayan bir süsten başka bir şey değil.
Parlamenter sistem görünürde ayakta olsa da bütün yetkilerin tek bir adamda toplandığı garip bir tek adam diktatörlüğüne dönüşüyor.
Bu yeni rejime çeşitli isimler takılıyor.
İsim şu ya da bu olabilir. Meclis göstermelik olarak açık. Ülke yasalar yerine Cumhurbaşkanı kararnameleri ile yönetiliyor.
Yargı göstermelik olarak var. Bazı kurumlar, yapılar, bakanlıklar kaldırıldı, Saray’a bağlı bir bürokrasi oluşturuluyor.
Bunları aslında fazlaca önemli değil.
Kurumların adları ve görünümleri değişiyor olabilir ama işin aslı aynı.
1925 ruhu dimdik ayakta.
Devlet bu kez 100 yıla yakın sürdürdüğü göstermelik de olsa; parlamenter rejimden, hukuk sisteminden, evrensel hak, hukuk ve uluslararası değerlerden vaz geçiyor.
Bütün sorunların kontrollü bir tek adam diktatörlüğü ile çözülebileceği anlayışı egemen kılınıyor.
Bunun için de tarihin şu safhasında devletin aradığı ‘tek adam’ Erdoğan oldu.
Vesayeti kaldırıyorum deyip daha da köklü bir vesayeti inşa etmesi, çözüm deyip savaşa sarılmasının mükafatını son seçimle aldı. 16 yıldır ülkeyi içeride ayrıştırmış, dışarda itibarını sıfırlamış, ekonomisini dibe vurdurmuş ne gam…
İKTİDAR 1925 TEDBİRLERİNE SARILIYOR
Önemli olan 1925 ruhunun ve devletin bekası.
Baksanıza sansür, sürgün, valilere olağanüstü yetkiler verilmesi vb.
Bunların hepsi 1925’ten beri ara ara uygulanıyor. Hiçbiri yeni değil.
En son Özal uygulamaya çalışmıştı o meşhur ‘Sansür-Sürgün Kararnamesi’ ile.
Ama o da başaramamıştı. OHAL Valiliği de yürümemişti sonunda.
Şimdi, bunların getirmeye çalıştıkları da aynı şeyler.
Geçmişten farkları şu: Şimdiye kadar gerçekleşen uygulamalardan iyi ders almışlar. Daha acımasız ve daha kararlı uyguluyorlar 1925’ten süzülüp gelen yasakçılığı, zulmü, gaddarlığı…
Aslına bakılırsa bazı ara dönemler dışında 1925’ten bu yana memleket, sıkıyönetimler ve OHAL’lerle yönetiliyor.
O tarihten bu yana, memleketin hep bir beka sorunu lafı var.
Lafı var da kendisi yok.
Erdoğan ve iktidar sözcüleri sık sık, "Yolumuz 2023 yoludur" dese de siz bakmayın onlara.
CHP’liler gibi olan bitene de şaşırmayın.
Türkiye’nin yolu olsa olsa 1925’e çıkar.
Çünkü olan bitenin başlangıcı o tarihtir.
100 yıldır hep aynı yere dönüyorsa bu memleket, o zaman sorunu orada aramak gerekir.
Eğer, "Bu böyle gitmez" diyeceksek, sevgili dostum Baskın Oran’ın Artı Gerçek’teki son yazısında dediği gibi ‘Baba diyalektik’ işliyorsa hala…