Ceren Gündoğan

Ceren Gündoğan

Ada Bergman’ın, Toprak Woolf’un

Bergman Adası; bir yaratıcılık ve aşk filmi. Unutulmaz ilk aşkın, hayal kırıklıklarının ve bir aşkla vedalaşmayı buhrana dönüştürmeden anlatışın filmi.

Mia Hansen-Løve’ın 2021 uluslararası ortak yapımı filmi Bergman Island, gücünü sadelikten alan, hikâyesini anlatırken duygusallık dayatması olmayan, dokunaklı bir başyapıt. Ritim, doku, senaryo, oyuncu yönetimi ve bir bütün olarak filmin sadeliğinin buzdağının görünen ucu olduğunu belirtmeliyim. Öyle sade ve öyle güçlü bir film, Bergman Adası… 

Mia Hansen-Løve’ın izlediğim ilk filmi ve çoktan diğer filmlerini de izleme listeme aldım. Yönetmeni takibe aldım demem daha doğru olur; eserleri, sanatçının parçasıdır ne de olsa. Sinema dilini bulmuş ve arayışlarını da sürdüren bu yönetmenin filmleri merak uyandırdı bende. 

Film, İsveç’e inmekte olan uçağın sarsıntılarıyla korkan Chris’in, yüzünü kapatarak Tony’e sarılması ve Tony’nin onu yatıştırmasıyla açılır. Bu önemli açılış, sanatçı bir kadının anneliğini de kapsayan ölüm kaygısının göstergesidir. "Biz ölürsek kızımıza ne olur?" der, Tony’e. "O kendine bakar, merak etme" diyerek teselli eder onu Tony ve nihayet uçak sarsıntıya seyirciyi ortak eden kamerayı da sarsarak iner, adaya ulaşmak için arabaya binerler. 

Ingmar Bergman’ın kırk yıldan fazla yaşadığı ve filmlerinin çoğunun platosu da olan İsveç’teki Farö Adası’na küçük kızlarını anneannesine bırakarak gelen sinemacı çift Chris (Vicky Krieps) ve Tony (Tim Roth) adada senaryoları için çalışmaya çekilirler. Nereden geldiklerini bilmeyiz, hangi ülke doğumlu ya da hangi sınırla belirlenmiş ülke insanı olduklarını da. Bu bilginin öneminin olmadığını film bittiğinde bizde kalan duygularla anlamış olacağız.

1 saat 53 dakikalık film, arabaya binip navigasyonu açmalarıyla ilk yolculuğuna başlar ve dijital ses, filmin kalan kısmını da işaret ederek şöyle der: "1 saat 48 dakika sonra hedefinize varacaksınız." Chris’e oranla filmleriyle daha çok tanınan Tony, adada bir söyleşiye de katılır, hayranlarına imza verir, onlarla fotoğraf çektirir. 

Bir çatı altında iki sanatçı

Sanatın, onu yol bilmiş sanatçılardan istediği çilekeşliği (Susan Sontag’a selamla!), Chris’in yazmak için masaya oturamayışında, oturduğunda da yazamayışıyla görüyoruz. Şimdi ve burada olabilmesi için zamana ihtiyacı vardır. Bir yandan annesine sesli mesajla kızının nasıl olduğunu sorar, diğer yandan Tony’den uzakta, evin karşısındaki değirmende "kendine ait bir oda" yaratsa da, Tony gibi, masanın başına geçip senaryosuna yoğunlaşamamaktadır. Neden?

Birçok cevap bulabiliriz elbette ama yönetmenin bunu sadece "kadın ve erkeğin farkı"na indirgemeyişini çok sevdim. Kamera Chris’tir, Chris’in ensesindeyizdir ve onu, onun açısından seyrederiz. Kadın olma hâli de bu yoğunlaşamamanın sadece bir gerekçesidir. 

Filmin devamında da göreceğimiz üzere, Chris, yazmak için günlük işlerin, aidiyetinin dışına çıkmak, sanatı dışında kalan "anne Chris, sevgili Chris" gibi kimlik ve rollerinden sıyrılmak ihtiyacındadır. Buna, elbette "kendini gerçekleştirmiş" Tony de dahil. 

Tony’nin söyleşisi sonrası düzenlenen "Bergman Safarisi" Bergman’ın filmlerini çektiği mekânlara yapılan geziye verilen isimdir ve Chris, onu gezide yalnız bırakmamaya söz verdiği Tony’nin söyleşisi sırasında Bergman’ın mezarını ziyarete gittiği için geziyi kaçırır. Mezarlıkta tanıştığı sinema öğrencisi ve adada yaşayan büyükbabası-büyükannesi üzerinden adalı sayabileceğimiz Hampus’la (Hampus Nordenson) tanışır ve onun mihmandarlığında, safaride göremeyeceği Bergman mekânlarını görür, bu mekânların içine girer, Bergman’ın çekim yaptığı plaja gider ve denize girer, koyun postlarıyla ünlü bir köyden post alarak eve döner.

Filmin vejetaryenlik konusunda neyse onu vermesini, kuzu etli burgerlerin servisi sırasında kimsenin "et yemiyorum" dememesini ya da Chris’in koyun postlarını almama yönünde bir eğilim göstermeyişini ise bu konuda bir duyarlılık bekleyen bizlerin beklentilerini boşa çıkarmakla birlikte gerçekçi buldum. İdealler ve gerçeklik ikilemindeki yaşamda, hepimize bir parça "yabancılaştırma unsuru" gerekli. 
Chris, bu geziden mutlulukla döner Tony ile kaldığı eve. Ve gezinin ardından, kitlenen kalemi çözülür, senaryosunu yazmaya girişir. Herkesin düğümü yaşamın kaosunda plânsız, doğaçlama, akışa bırakılan gezilerle çözülmez mi? 

Keşif tek kişiliktir…

Tony, ona sunulan "turistik" Bergman’ın dünyasının dışına çık(a)mazken, Chris, kendini hayatın akışına bırakır ve kendi Bergman’ını keşfeder. İki sanatçının yaratım sürecindeki birbirine benzemez hâlleri bize "içinden" ve "dışından" olarak görünür. Dişilliğin kapsayıcılık metaforunda Chris, kendi sarmalını kendi örmeye başlar ve istemeden kaçırdığı safari, bilinçdışının bir yansımasıdır belki de. Yazmak, yaratmak için ihtiyacı olan keşif-fetih duygusu, Tony’i barındırmayan bir hâldir. Tony’nin varlığıyla bölünme ihtimali yüksek bu tür "içeriden keşif" tek başına çağırmaktadır onu. Ne de olsa sanat denen çileli yolda, yaratım sürecinde her sanatçı yalnızdır ve herkesin beslenme kaynağı kendidir. Chris de ihtiyacı olan bu "Tony’siz alan"ı Hampus’la doğaçlama yapılan gezide bulur. 

Filmin ikinci yarısı diyebileceğimiz kısım, Chris’in hikâyesini Tony’e anlatmasıyla sürer. Tony, gelen telefonlara cevap vererek de olsa Chris’in hikâyesini dinler. Ve biz de seyirci olarak ikinci bir filmi, Chris’in hikâye-filmini izlemeye geçeriz. 

Kurgu ile gerçekliğin iç içe geçtiği ikinci yarıda, Amy’nin (Mia Wasikowska) Joseph’e (Anders Danielsen Lie) olan aşkını ve bunun ona verdiği ıstırabı izliyoruz. Kamera bu kez de Amy’nin ensesinde, seyirci Amy’nin tarafındadır. Mia Wasikowska’nın enfes oyunculuğu, içtenlikli bir duygu bırakıyor izleyene. Aşk karşısında hiçbir kadınsı oyuna, hileye başvurmayan Amy, sakınmasızca Joseph’e duygularını sunarken, her şeye rağmen "olmayınca olmayan" bir aşkın esiri olarak tek başına yoluna gitmeyi sürdürür. Bu kadar basit bir hikâyeyi böylesine dokunaklı hâle getiren nedir? Sinemanın gücü, sanatın büyüsü… diye saymaya başlayabiliriz.

Ada psikolojisi ve yerliler

Farö Adası sakinlerinin geneli, adayla özdeşleşmiş Bergman’la ilgili pek de hayırhah bir tutum içinde değildirler. Bergman’la bakkalda karşılaşmış ve ondan hoşlanmamış yaşlılar, Bergman’ın evinin nerede olduğu sorulduğunda "bilmiyorum, tanımıyorum" diyen adalılar aracılığıyla bize, büyük isimlerin yerelde, gündelik gerçeklikte "büyüklüklerinin" esamesinin pek de okunmadığını gösterir ki bu da oldukça gerçekçi bir detay. 

Pop art hamlesi

Bergman Adası’nda, alışkın olduğumuzun tersine, büyük trajediler de, erkeği ezberden duyarsızlık ithamına hapsetmek de yok. Bu bir varoluş ikilemi. Chris karakteri üzerinden yönetmen Mia Hansen-Løve biraz da kendisini anlatıyor gibi. Yönetmenin otobiyografik paralellik gösteren filminde, gerçekte kızının babası olan yönetmen Olivier Assayas’dan ayrıldıktan sonra Bergman Adası’nı yazıp çekmesi bunun en büyük göstergesi.

Sanat eseri, çözülememiş meselelerin, hesap kapatmaların, içte kalmış haksızlığa uğramaların, hadi çekinmeden yazayım, intikam almanın en yapıcı hâli değil midir? İşte Mia Hansen-Løve bunu yapıyor filmiyle. Ve Ingmar Bergman hayranlarını, bir pop art manevrasıyla, filminin ismiyle çekiyor filmine ve bam! İzledikleriniz hiç de Bergman güzellemesi değil! Bergman sinemasının hakkını vermekle birlikte, bambaşka bir duyarlılık ve teatral olmadan, hayatın bir kesitiymişçesine incecik bir filmle varıyorsunuz menzile, 1 saat 53 dakikanın sonunda.

Bergman’ın sinemasının ters istikametinde ustaya saygıyı atlamadan bugüne geliyor, yeni bir cesaretli bakışı ifade ediyor: Yüzünü umuda dönerek yaşamı başka bir üslupla ifade edip ayakta kalmanın zorluğuna kendini kaptırmayan yönetmen, "kadın, anne, genç, sevgili, yönetmen, anneyle çatışmalı kız" olarak kendine kendi eliyle yer açıyor. Bu yüzden, özellikle sanatın hangi yönüyle olursa olsun ilgilenen kadınlara ama tümden herkese izlemesini tavsiye edeceğim önemli bir film, Bergman Adası. 

Ortak tutkuları Ingmar Bergman sineması olan çiftin, ilişkilerinde tutkuyu görmediğimiz film, iki iyi arkadaşın, sanatçının yazma-yaratım sürecindeki farklılıklarını hassasça gösterirken, yaratımın da aşkın da çatışmalı bir süreç olduğunu anlatıyor, Chris ve Amy üzerinden.

Bergman Adası; bir yaratıcılık ve aşk filmi. Vicky Kriepsen, Tim Roth ve Mia Wasikowska’nın oyunculukları müthiş. Mia Hansen-Løve, bağırmayan, yalın bir hikâyeyi incelikle dokumuş. Unutulmaz ilk aşkın, hayal kırıklıklarının ve bir aşkla vedalaşmayı buhrana dönüştürmeden anlatışın filmi. Bergman’ın, nasıl beş ayrı evlilikten çok çocuklu bir baba ve hem ebeveyn hem de başarılı bir yönetmen, senarist, tiyatrocu oluşunu sorgulayan Chris, Bergman Vakfı çalışanından, Bergman’ın "sanatında ve hayatında acımasız" olduğu, "iyi bir ev babası sayılamayacağı" dürüst cevabını alır. 

Filmin finalindeki, Chris’in filmindeki düş/kurgu sahneleri, Chris’in Tony’e hikâyesini anlattığı sahneyle ve sonuçta Bergman Adası’nı çekmeyi başarmış yönetmenle birlikte, enfes bir cesaret filmi. Mia Hansen-Løve, adeta Virgina Woolf’un Kendine Ait Bir Oda’daki kadınlara hitaben yazdığı meşhur cümlesinden el almışçasına filmlerini yazıp yönetmeyi sürdürüyor. "Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!" der Virginia Woolf, Bergman Adası’nın gizil gücü… Yönetmen de bunu yapıyor tam, filmden çıkışta uzun uzun bunları düşündüm ve dedim ki: "Ada Bergman’ın ama toprak Woolf’un!"

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ceren Gündoğan Arşivi