Aileyi (romanlar aracılığıyla) nasıl anlasak? - II

İnsanın özgürleşmediği, kendini gerçekleştiremediği ilişki ve aileleri neden yüceltecekmişiz ki? Tahrip kapasitesi kutsallık örtüsüyle gizlenen aileler bir mutsuzluk kaynağı.

Bugün, geçen hafta ele almaya başladığım Halide Edib’in 1910 tarihli Seviye Talip romanını tartışmaya devam edecek ve bunun üzerinden aile kavramı ve kurumu üzerine eleştirel bir anlayışın oluşmasına katkıda bulunmaya çalışacağım.

Aile tümdengelimci (veya tümevarımcı) bir kural değil, çok çeşitli biçimlerde ve farklı etkenleri hesaba katarak ele alınması gereken devingen bir sorunsaldır.

Haftalardır bu önermeyi tartışıyorum ve edebi metinler, özellikle romanlar üzerinden bu konuda bir anlayış oluşturmaya çaba harcıyorum. İşaret etmeye çalıştığım şey, farklı, yapıcı ve verimli bir tartışma zemininin, bir yeniden çerçevelemenin ortaya çıkabilmesi için pek çok akademik ve akademi dışı bilgi kaynağı ya da alanına ihtiyaç duymamız. Benim dikkat çekmeye çalıştığım nokta, edebiyat ve dolayısıyla beşerî bilimlerin bakışının toplumsal konuların tartışılmasında ihmal edilmesi.

Daha önce de yazdım, Türk eğitim sistemi bir şiirin ya da kısa öykü ve roman gibi kurmaca metinlerin nasıl okunup yorumlanabileceğini öğretmez. Türkiyeli kurmaca okurları bu metinlere genellikle dil kullanımının niteliği ve öyküsünün çekiciliği üzerinden yaklaşırlar. Öykülerdeki, romanlardaki karakterleri de, kendileri gibi kanlı canlı bir yazar tarafından inşa edilmiş kurmaca unsurlar gibi değil, gerçek insanlarmış gibi okumaya meyillidirler. Oysa bir karakter gerçek hayatta tıpatıp karşılığı olan biri olsa bile, bir kurmaca metne girdikten sonra, artık bir kâğıttan varlık haline gelir ve dahil olduğu anlatı evreni içerisindeki işlevi ile sınırlanır.

Gerçekçilik akımına en katı biçimde bağlı eserler bile, hayatla ilgili bir temsil ve bunun taşıyacağı mesajı dilsel alanda yeniden yaratmış olurlar. Yazı, edebiyat ve özellikle kurmaca, hayattan ontolojik olarak farklıdır. Hayatta insanlar için geçerli olan iki sınır ilk ve son nefesten ibarettir. Bunun dışındaki tüm başlangıç ve bitişler keyfi ya da kültüreldir. Oysa kurmaca bir metin, bir roman, hayatın sınırsızlığının tam tersine sınırlı olmak zorundadır. Tarihsel romanlar üzerinden sık sık verdiğim bir örnek var: Gerçek hayatta, Napoleon Bonaparte’ın sağ omuzunda bir doğum lekesi olduğu bilgisi, keşfedilecek yeni bir tarihsel belgeyle her an ortaya çıkabilir. Böyle bir olasılık her zaman mevcut olacaktır. Oysa Tolstoy’un dev romanı Savaş ve Barış’ta böyle bir bilgi hiçbir sayfada geçmediği için, bu olasılığın önü kapanmıştır. Tolstoy’un Napoleon’unun doğum lekesi romanın herhangi bir yerinde geçmediği için, var mıydı yok muydu, asla bilemeyeceğiz.

Romanlar, tam da bu olgusal sınırlılık üzerinden, ele aldıkları konuya özgün bir bakış açısı sunarlar ve belirli bir anlayışa dikkatimizi çekmiş olurlar. Bir romanı okurken, sadece ilk sayfadan son sayfaya yazılanları okumak ve öykünün ayrıntıları ile olayların neden-sonuç ilişkilerini ortaya koyan olay örgüsünü anlamak yeterli değildir. Bir kurmaca metindeki her ayrıntı, kullanılan her türlü anlatı tekniği ve bilgi önemlidir. Bu yüzden roman okurken ideolojik propaganda ve komplo teorilerinden temelde farklı olan ve bunları etkisiz hale getirme gücüne sahip eleştirel düşünme becerileri edinirsiniz.

Roman okuyup hayata roman gibi bakmazsınız. Bu da bir yanılgı olacaktır. Fakat roman okurluğu üzerinden geliştirdiğiniz bilişsel ve eleştirel becerileri gerçek hayata yansıtabilirsiniz. Bu noktada, geçen haftaki yazıda Martha Nussbaum’dan yaptığım alıntıyı hatırlatmakla yetinip yazının son paragrafını aşağıya alarak, Seviye Talip’in aile ve evlilikle ilgili bize sunduğu özgün anlayışı tartışmaya başlıyorum:

"Tecavüzün gerçekleştiği sırada, Talip Bey boşanmayı kabul etmiş, Seviye ile Cemal nikah kıymışlardır. Yani Seviye artık Seviye Cemal’dir, aile ve evlilik yapısına bir tehdit olmaktan çıkmıştır. Öyleyse neden Fahir’in tecavüzüne uğramaktadır? Bunu nasıl anlamlandıracağız? Bu son ve bütünü açısından bu roman evlilik ve aile sorunsalıyla ilgili bize nasıl bir bakış açısı, nasıl bir anlayış sunmaktadır?"

Öncelikle romanın başlığının bir yanıltmaca içerdiğini vurgulamalıyım. Genel beklenti şudur: Bir romanın (ya da kısa öykünün, filmin, dizinin) başlığı bir karakterin adıysa, bu kurmaca metnin bu karakterle ilgili olduğunu, anlatılanın en temelde bu kişi olduğunu düşünürüz. Zaten, geçen hafta verdiğim özet üzerinden romanın Seviye Talip karakteriyle ilgili olduğu izlenimi de doğmaktadır. Seviye, kendisini boşamayı reddeden kocası Talip Bey’i terk edip âşık olduğu Cemal ile yaşamakta ve romanın sonuna doğru Talip Bey razı edilince, ondan boşanıp Cemal ile nikahlanmakta ve böylece Seviye Cemal olmaktadır. Fakat tam her şey çözüme kavuşacakken ona gerçekten delirerek âşık olan, romanın ben anlatıcısı Fahir’in üstü kapalı biçimde anlatılan tecavüzüne uğramakta ve Fahir işlediği cürmün ağırlığından 31 Mart ayaklanmasını bastırmaya gelen Hareket Ordusu’na katılarak çatışmalar sırasında adeta intihar eder gibi şehit olmaktadır.

Roman böyle bitiyor. Ne biçim Seviye Talip hikâyesi bu? Yani romancı bize şöyle bir mesaj mı veriyor? "Bakınız sevgili okurlarım, dürüst ve cesur Seviye toplumun genelgeçer değer yargılarına meydan okuyarak sevgilisiyle yaşamakta ve aslında bu sırada iffetini korumaktadır. Fakat tam da her şeyin çözüldüğü bir noktada bir gece ansızın ona kafayı takmış bir herifin tecavüzüne uğrayarak iffetini şimdi gerçek anlamda kaybetmiş olmaktadır."

Olur mu böyle şey?

Böyle mesaj mı olur?

Ne ders çıkaracağız bundan?

"Seviye her ne kadar haklı olsa da, kocası onu boşamayı kabul edene kadar babasının evinde beklemeli, ondan sonra Cemal’le evlenmeli ve bu sırada da namahrem erkeklere, romanda geçtiği gibi dekolte kıyafetlerle filan görünüp şarkılar söylememeliydi. Erkek bu, kışkırır, tecavüz de eder, her şeyi de yapar. Yani Seviye biraz da yanlış Batılılaşmaya kurban gitti."

Ne güzel olurdu bu anlamı çıkarmak ezeli ve ebedi kutsal Türk-İslam aile anlayışı açısından. Fakat Halide Edib’in yaşamöyküsü filan bir yana, romanın bu öyküyü nasıl anlattığı noktasına dikkat ettiğimizde bile, ilk bakışta geçerli olabilecekmiş gibi görünen bu yorum geçersizleşir. Romanın bize sunacağı bakış açısı çok daha farklı olacaktır.

Bu farklı bakış açısını idrak edebilmek için, öncelikle romanın anlatı durumu denen yönüne bakmalıyız. "Kim anlatıyor?" sorusunu soracağız bunun için. Romanın önde gelen kahramanlarından Fahir anlatıyor. Yani romanda ne okuyorsak aşkından kudurup dengesini kaybeden bu karakterin zihninden süzülenler üzerinden okuyoruz. Ben anlatılarında hep anlatıcının zihni ve dolayısıyla bilgi/algı düzeyiyle sınırlı oluruz. Fakat yine de bazı ben anlatıları sanki doğrudan karşısındaymışız gibi konuşur bizimle. Bu roman da öyle başlıyor ama neredeyse ortasına gelince öyle olmadığını anlayıveriyoruz.

Fahir’in İstanbul’a gelişinden Seviye’ye âşık olduğunu anladığı ilk üç bölümün sonuna kadar bu açıdan bir belirsizlik var. Fakat 69. sayfadaki dördüncü bölüm 25 Eylül 1324 (8 Ekim 1908) tarihiyle başlıyor ve romanın sonuna kadar hep birbirini izleyen tarih girişleriyle karşılaşıyoruz. Yani roman bir anda, Seviye’ye âşık Fahir’in günlüğü haline geliyor. O zaman romanın ilk yarısı neydi? Neden orada tarih yok?

Elimizdeki metin 69. sayfadan itibaren bir günlükse, bundan önceki anlatı da bu günlükle bağlantılı olmak zorunda. Tek olasılık, 24 Eylül 1324 gecesi Seviye’ye âşık olduğunu anlayarak eve dönen ve uyku tutmayan Fahir’in, bütün gece bu aşkın doğuş hikâyesini bir deftere yazdığı olabilir. Dünyası allak bullak olan ama kültürlü ve eğitimli Fahir ne yapacağını bilmez halde, bir defteri önüne çekip yazmaya başlamakta ve bulunduğu ana kadarki macerayı yazıya geçirmektedir. Adeta içine düştüğü kara sevdayı kontrol altına almak için bir çabaya girişmiş gibidir.

Metnin böyle bir anlatı özelliğine sahip olması başlığı da anlamlandırabilmemizi sağlayacaktır: Bu roman aslında Fahir’in Seviye Talip’e duyduğu dipsiz, yıkıcı ve uygunsuz aşkın anlatısıdır. Roman başladığında Seviye sadece yasal açıdan Seviye Talip’tir. Gerçekten öyle olsa, Talip Bey’le birlikte bulunsa ya da Talip’in kendini boşamasını sağlayana kadar babasının evinden hiçbir yere çıkmasa, yani toplumsal kabulü zorlamasaydı, Fahir onu görmeyecek ve âşık olmayacaktı.

Romandaki Seviye "ben Seviye Talip değil, Seviye Cemal’im" demektedir. "Buna ben karar verdim." Fakat öykü zamanındaki toplumsal düzen bunu kabullenmekte zorlanır. O zaman Seviye bir çelişki olarak ortaya çıkacaktır: "Bu kadın kime ait?" Romanda bu konu açıktan açığa tartışılmaz ama 1910’daki Osmanlı toplumunda herkes nikahın kadının kime ait olduğuyla ilgili bir konu olduğunu gayet iyi bilir. Kadın evlenmeden önce babasına, o yoksa erkek kardeşlerine, onlar da yoksa yakın erkek akrabalara ve evlendikten sonra kocasına aittir.

Nitekim romanın başlarında Seviye Fahir’in ona değil, başka birine âşık olduğunu sanır ve "sizin durumunuz zor, benim çocuğum ve kocamla aramızda aşk duyguları yoktu, sizinse çocuğunuz ve size âşık genç bir karınız var" der. Romanın sonlarına doğru da, Mısır’daki Fahir bir süre önce Talip Bey’in Seviye’yi boşadığını öğrenince şansını kaybettiğini, Seviye Cemal’le nikahlanmadan önce kendi teklif etse belki de onu kabul edeceğini düşünerek hayıflanır. Sanki bir nikahın sona ermesiyle yenisinin arasına yetişse, kadını kendine ait kılabileceğini hayal etmektedir. Bu bir hayaldir ama yasal temeli de vardır. Fahir ikinci kere nikahlanabileceği gibi, tek bir sözcükle ilk karısını boşayıp yeni bir kadınla nikah da kıyabilir. Erkek gerekli mehirleri karşıladığı sürece, nikah bozma ve yeniden ya da üst üste nikahlanma hakkı ona aittir.

Romanın anlatı tekniği ve söylemi üzerinden bizi yönlendirdiği bakış açısı, aslında Seviye’yi değil, onu erkeklerin mülkiyet sorunu haline getiren ataerkil düzeni sorunsallaştırmaktadır. Fahir aşk deliliğinden kurtulmak için Mısır’a gittiğinde, orada dünyaca ünlü bir opera sanatçısı olan Evelyn’in aşkına maruz kalır ve bu aşkı cevapsız bırakır. Görünürde bu, erkeği, bu her yazdığı cümlede çaktırmadan kendini yüceltmeye çalışan, bilgi ve servet sahibi erkeği yücelten bir şeydir. Bu yakışıklı adam, kimse kendisinden hesap sormayacakken, herhangi bir mülkiyet sistemine tabi olmayan çok güzel bir kadının aşkını geri çevirerek namusunu korumuştur. Evet, nikahlı karısına "bundan sonra dünya ahret bacımsın" edebiyatı çekmiş bir erkektir ama acısıyla kavrulduğu aşk da ona göre son derece asil ve romantik bir aşktır.

Bu asil herif, ondan sonra İstanbul’a dönüp, kocasını bir delinin saldırganlığından korumak için onunla birlikte olmaya razı olan Seviye’ye tecavüz edebilir. Tabii olup biteni Fahir’in gözüyle izlemeye mahkûm olduğumuzu da unutmayalım. Bize Seviye’nin razı olduğunu ima ediyor yakışıklı ve kafayı yemiş abimiz Fahir. Fakat gerçekte ne olduğunu bilmiyoruz. İşlediği suçun cezasını da kendi biçiyor: Bir kadına zorla cinsel hakimiyet kurmuş, onun ırzına geçmişken, işlediği suçu itiraf edip kendi kendini rezil etmeyi, bir süre hapis yatmayı filan değil, bir kahraman biçiminde hürriyet şehidi olmayı seçiyor.

Güzel bir kafa Fahir’inki. Üç yaşındaki oğlu ile karısı da geride kalakalıyor. Zavallı genç kadın, oğluna babasının haltlarını kahramanlık olarak anlatmak zorunda kalıyor. Çünkü bu çocuğu yetiştirecek başka bir ebeveyn yok ortada artık. O günün Osmanlı Türk toplumunda bir opera sanatçısı haline gelemeyen, kötü ve ahlaksız kadın imajından son anda kurtulan Seviye’nin öz imgesi de, kendisine dayatılan bu duygusal ve cinsel saldırı altında en azından ağır biçimde tahrip olmuş oluyor.

Bize bütün bu hikâye, Fahir’in ölüme gitmeden önce mühürleyip 22 yaşına gelince oğluna teslim edilmesini istediği defterin, 1905 doğumlu küçük Hikmet’in 1927’de açıp okuması üzerinden ulaşıyor. Romandaki verilerden yola çıkarak öyle olması gerektiğini hesaplayabiliyoruz. Romanın görünür düzeyinde, Hikmet’in bu aşk ateşine düşüp yanan babayı kahraman olarak görmesi beklentisi var. Oysa alttan alta, tüm roman boyunca, Fahir’in yarattığı zararın ne kadar sistemik olduğunu izliyoruz. Bunu Hikmet görmüş müdür, bilemiyoruz. Fakat romanın bize açtığı patika, bütün bu asil ve romantik aşk martavallarının, kadınları nasıl mağdur ettiğini görmemizi sağlıyor.

Hayır, aşk eşitler arasında olmalı. Erkeklerin duygusal tahripkârlığına ve cinsel şiddetine asalet olarak maruz kalmamalıyız. Heteroseksüel arzunun yıkıcılığını, aslında ne kadaaaar yüce bir şey olduğu yalanlarıyla paketleyip kafamıza fırlatamamalılar. Aile, evlilik, nikah bir hakimiyet ilişkisinin araçları olmaktan çıkmalı.

İnsanın özgürleşmediği, kendini gerçekleştiremediği ilişki ve aileleri neden yüceltecekmişiz ki? Tahrip kapasitesi kutsallık örtüsüyle gizlenen aileler eşler, çocuklar ve tüm toplum için bir mutsuzluk kaynağı. Seviye Talip bu durumu bize açıkça anlatıyor, anlaşılır kılıyor, bir sorunsal olarak aile çerçevesini önümüze koyuyor.

O zaman bizim toplumsal görevimiz böylesine bir zehir kaynağı olan ailenin ve bunun etrafındaki her tür anlayışın değişmesini sağlamak olmalı. Edebiyat ve beşerî bilimler bu yöndeki bir yeniden çerçevelemenin son derece verimli unsurları. Tüm bu konuştuklarımız, bir aile bakanlığına değil, kutsal aile söylemi gibi aygıtlarla ezilenler, yani kadınlar ve LGBTİ+ bireyler için bir bakanlığa ihtiyaç duyduğumuzu gösteriyor. Çünkü asıl olan insan, insanın onuru ve özgürleşmesi. Önceliğimiz de bunlar olmalı.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi