İrfan Aktan
AKP gidince mi demokrasi gelecek, demokrasi gelince mi AKP gidecek?
“Helikopterimiz düşürülür, başka ülkeden duyarız. Gemimiz basılır, başka ülkeden duyarız. Şimdi de SİHA’mız düşürülüyor, yine başka ülkeden duyuyoruz. ABD ‘meşru müdafaa' diyor. Dışişleri Bakanlığımız ise ‘farklı teknik değerlendirmeler’ diyerek yaşananları geçiştirmeye çalışıyor. Siz devleti yöneten kişiler olarak ülkemizin hakkını böyle utangaç açıklamalarla mı savunacaksınız? Dış politikamızı ‘ABD ne der, Rusya ne der, İtalya ne der’ diye mi şekillendireceğiz?”
Onlarca yerleşim bölgesinin, elektrik, su, petrol tesislerinin bombalandığı Rojava’ya yönelik askeri harekat karşısında anamuhalefet partisinin başındaki Kemal Kılıçdaroğlu’nun attığı tweetin, yaptığı “muhalefetin”, AKP’yi rahatsız edici değil, kamçılayıcı cinsten olması çok büyük anlamlar içeriyor.
İktidarı şimdikinden daha da militarist, daha da milliyetçi, daha da başına buyruk bir saldırganlığa davet eden Kılıçdaroğlu (ve elbette Akşener vd.), önceki yazıda da aktardığımız gibi, sine-i devlete yüzünü dönmüş olmanın gereklerini yerine getiriyor.
Kılıçdaroğlu bu açıdan iktidar lehine kusursuz bir “muhalefet” yürütürken, son seçimlerde kendisine destek veren Kürtlere de “siz siz olun, bir daha asla bana güvenmeyin” mesajı veriyor. Fakat Kılıçdaroğlu’nun sine-i devlete dönüşü sadece Kürtlerin aleyhine işlemeyecek.
Sıralamayı yanlış yapıyoruz. Genel kanı, AKP iktidarı gittikten sonra ancak Türkiye’nin demokratikleşebileceği yönünde. Oysa tersi daha büyük olasılık. Yani Türkiye göreli bir demokrasiye kavuşmadan, dolayısıyla başta Kürt meselesi olmak üzere temel sorunların çözümü için gerçek, cesur, ilkeli, barışçıl bir muhalefet yapılmadan AKP’nin iktidardan gitme ihtimali çok zayıf.
Demokrasi kapısının ancak Erdoğan gittiğinde aralanabileceği beklentisi yaratanlar, Erdoğan’ın yerine geçmeye hazırlananların satırlarını bilemekle meşgul olduklarını görmek, göstermek istemiyor.
Ayrıca mevcut milliyetçi-militarist politikalar müstakbel aktörlerini üretirken, muhalefet açısından böyle bir üretkenlik söz konusu değil. Aksine, Kılıçdaroğlu dâhil AKP hegemonyasını, dolayısıyla kendi yenilgilerini içselleştirmiş muhalefet kodamanları koltuklarını ve küçük iktidarlarını muhafaza etmek dışında herhangi bir motivasyona sahip olmadıkları için umut vaadedebilecek yeni veya olası karşı-aktörleri de kendi elleriyle ortadan kaldırarak AKP’ye lojistik destek sağlıyor.
Baştaki soruya geri dönelim. AKP gidince mi demokrasi gelecek, demokrasi gelince mi AKP gidecek?
Mevcut iktidarın can suyu milliyetçi-militarist söylem ve politikalar. AKP depremde onbinlerce insan hayatını kaybettikten, ekonomi çöktükten ve toplumsal muhalefet neredeyse istisnai olarak ilk defa paydaşlaştıktan sonraki Mayıs seçimlerinde bile gitmediyse, elbette bunca badireden elde ettiği deneyimle hareket ederek, bundan sonra zor gider.
İktidarın içeride, Carl Schmitt’in kavramsallaştırmasıyla, “daimi olağanüstü hâl” koşullarını sürdürmek için seçtiği temel hedef ise Suriye’nin Kuzeyi gibi görünüyor. Bazı değerlendirmelerin aksine PKK silahları bıraksa bile, bu bölge içerideki milliyetçi-militarist söylemin, silahlanmanın “aklandığı” yeni bir alan olduğu için “Kürt barışı” koşulları sağlanmayacak.
Zaten AKP iktidarının orta ve muhtemelen uzun vadeli planları içinde PKK’nin silahsızlanması çağrıları da yok. Hatırlanacağı üzere yakın geçmişte her vesileyle PKK’ye “silahları bırakma”, “gömme” çağrıları yapılırken, artık bu türden bir çağrı neredeyse dillendirilmiyor bile.
Çünkü böylesi bir çağrı yaptığında silah bırakma koşullarının, dolayısıyla barışın konuşulacağını bilen AKP, mevcut milliyetçi-militarist söylem ve savaş politikaları üzerinden iç siyasette sağladığı otoritesinin sorgulanır hale gelmesinden çekiniyor.
Savaş politikalarının getirileriyle çözümün maliyeti arasında bir mukayese yapan iktidarın hafızasında göreli “barış” ortamında girilen 7 Haziran 2015 seçimlerindeki “yenilgiyle”, çatışma koşullarında girilen 1 Kasım 2015 seçimlerindeki “başarı” beliriyor. Nitekim “her türden milliyetçiliğin ayaklar altına alındığı” çözüm sürecindeki nispi “barış” ortamı o dönemin otoriter eğilimli AKP’sinin altını oymuş ve bu da 7 Haziran 2015 seçimlerine yansımıştı.
Dolayısıyla Türkiye’nin içeride ve bölgede önünü açacağı bir “Kürt barışı”, çatışmacı politikaların getirisiyle mukayese edildiğinde AKP açısından bu aşamada ancak mecburiyet halinde, en son tercih edilecek yol gibi görünüyor.
Bununla birlikte AKP, kendisini böylesi bir mecburiyete zorlayacak muhalefeti de büyük ölçüde ortadan kaldırdı. Tam da bunun bir sonucu olarak yenilgiyi içselleştiren, artık bütün söylemini mağlubiyet fikriyle şekillendiren ve sine-i devlete ricat eden CHP dâhil sağ muhalefet ile milletvekillerinin bile en “nötr” tweetlerinin soruşturma, fezleke konusu yapıldığı demokratik muhalefetin maruz kaldığı ağır baskılar üzerinden bakıldığında, Türkiye açısından umut görünmüyor.
Oysa muhalefetin iktidara gelebilmesinin en temel yolu, mevcut iktidarı barış politikalarına, dolayısıyla demokratikleşmeye zorlamak. Hatta daha da ileri giderek şunu söyleyebiliriz ki, muhalefetin iktidara gelmesinin tek yolu öncelikle Kürtlerle barışı konuşulabilir kılmaktan, sonra da bunun koşullarını zorlamaktan geçiyor. Aksi halde ufukta mevcut milliyetçi-militarist politikalarla AKP’nin ve onun temsil ettiği güçlerin daha uzun yıllar iktidarda kalması dışında bir ihtimal görünmüyor.
1 Ekim günü PKK tarafından İçişleri Bakanlığı’na yapılan saldırının Rojava’ya yönelik harekatın sebebi mi, vesilesi mi olduğuna dair tartışmalar yapıladursun, Hakan Fidan’ın tabiriyle Türkiye’nin “Irak ve Suriye’de PKK/YPG’ye ait bütün alt yapı, üst yapı enerji tesisleri”ni hedef alması militarist politikada yeni bir aşamanın da başlangıcı olarak görülebilir.
Zira “bütün alt yapı, üst yapı enerji tesisleri” ucu açık bir tabir ve sorgulamayı bırakın, bunun detaylarına girmek bile mevcut baskı ortamında mümkün değil.
1 Ekim’den sonra başlatılan askeri ve polisiye adımlar, bundan sonra PKK’nin yapacağı her eylemin bedelinin dışarıda Rojava’dan, içeride de Kürt siyasetçilerinden, gazetecilerinden, demokratik kitle örgütlerinden çıkarılacağına dair açık bir mesaj içeriyor. Dolayısıyla iktidarı barışa zorlayan her aktörü önümüzdeki günlerde çok daha yoğun baskılar bekliyor.
Türkiye’nin tek barış talepkârı aktörü olma yükünü sırtlanmış olan demokratik muhalefetin “ezilmesi”, bir şekilde bertaraf edilmesi ise, AKP’nin veya bu çizginin ilelebet iktidarda kalması ve böylece hayallerindeki “muhafazakâr-milliyetçi Türk toplumu” inşası için kusursuz gül bahçesi demek. Muhtemelen yeni anayasa da bunun son değil, ilk aşaması olacak.