Ceren Gündoğan
Atlantis: Ölü Bir Yaşama Ağıt
Ukraynalı yönetmen Valentyn Vasyanovych’in İstanbul Film Festivali kapsamında gösterilen son filmi Reflection’ı seans saati azizliğine uğradığım için ne yazık ki kaçırdım. MUBI’de gösterilen bir önceki filmi, 2019 yapımı Atlantis’i ise özellikle bugünlerde, Rusya’nın Ukrayna’yı işgali sürerken izlemek anlamlı oldu.
2025 gibi yakın bir gelecekte, Doğu Ukrayna’da geçen film, adeta "savaş sonrası ölümü" anlatıyor. Filmdeki ilk kare, termal kamera görüntüsüyle çekilen ve sonradan öğreneceğimiz, esir düşmüş bir Rusyalı keskin nişancının kazılan çukura gömülmesi oluyor. Savaşta ölümler gören, öldüren iki eski askerin, Sergiy (Andriy Rymaruk) ile Ivan’ın (Vasyl Antoniak) atış talimi yapmasıyla devam ediyor film. Ivan’ın yaşama güdüsü, travma sonrası stres bozukluğuna bağlı olarak çok düşüktür.
Sergiy, Ivan’ın kendini, çalıştıkları çelik fabrikasında lavların arasına atmasını takip eden fabrikanın kapatılma kararıyla iş değişikliğine gider. Ve Sergiy’in, "bireysel tarihini yeniden yaratma" manivelası dönmeye başlar.
Savaşta, "düşman"la çarpışan Sergiy’in yarı zamanlı yeni işi, askerî kontrol noktalarına temiz su taşımak olur. İş sırasında yolda mahsur kalan bir askerî ambulans aracındakilere yardım eder. Normal şartlar altında arkeolog olan Katya (Liudmyla Bileka) da bu ekipte gönüllü olarak çalışmaktadır. Görevi ise, savaşta gelişigüzel gömülmüş cesetleri bulmak ve kimlik tespiti için laboratuvara nakletmektir. "Kendi tarihini kazmak gibi" ironik benzetmesini yapar Katya, yaptığı iş için.
Bu ölü bedenlerin içinde, savaş-ölüm gerçekliği karşısında, inanç, ırk, milliyet gibi insan işi icatların hükmünün olmadığını gösteren Ukraynalı ve Rusyalı askerler, direnişçiler vardır.
Daha az insanın olduğu ve "kimsenin kimseye karışmadığı" bu ölgün topraklara bilinçli bir seçimle gelen Sergiy’in terapisi, dev ekranda İngilizce konuşan fabrika müdürünün, yeni teknolojilerle geliştirilecek olan çelik endüstrisinin gereği olarak fabrikayı kapatma kararlarını işçilere bildirmesiyle başlar. Fabrikaya dair son görüntü, kendini lavlara atan Ivan’ın temsili cenazesi ve fabrika atığı lavların taşlara döküldüğü sahnedir. Lavlar dökülür dökülmez taşların arasından akar, toprağa karışır, buhar olup yok olur Ivan… Sergiy, oturduğu yerden lavların dökülüşünü izler. Ostrovskiy’nin Ve Çeliğe Su Verildi’si "çelik insanı yok etti"ye mi dönüşmüştür?
Yıkıntılar içindeki bir şehirde, bombaların yıktığı bir eve girer Sergiy. Yaptığı bir mini kuklayı, parçalanmış piyanonun üstüne bırakır. Eski hayatıyla vedalaşır belli ki. Ivan’ın ölümü sonrasında yaşadığı acıyı yaşamda kalma güdüsüne çevirir. Yol üstünde gördüğü eski bir vinç başlığını küvet yapar, taşıdığı sudan doldurur, altında ateş yakar ve içine girip suyun altında kalarak adeta vaftiz olur, yeniden doğar. Kendi kendine terapinin ateşleyici gücü aşk da, Sergiy’in Katya ile tanışmasıyla birlikte gelir. "Aşk neyi değiştirir? Her şeyi, en çok da insanı." Sergiy’in bireysel tarihi de değişecektir elbette.
Kazananı belirsiz savaşın bitiminde, ölenler sadece insanlar, hayvanlar, bitkiler değildir. Tüm bir habitatın temel gereksinimi olan koşullar kirlenmiş, yok olmuştur. Geride, onar metre arayla yerleştirilmiş mayınlar, kirletilmiş sular, hastalanmış toprak, yıkılmış fabrikalarıyla ölü bir yaşam kalmıştır.
Sergiy’in mayın patlaması sonucunda yanan bir araçtan yaralı kurtarıp hastaneye götürdüğü Avrupalı bir gönüllü kadın, ona teşekkür ederken yukarıdaki olguları sayar ve onun Avrupa’da yeni bir hayata başlaması için yardım edebileceği teklifinde bulunur. Ukrayna, ekolojik bütünlüğünü kaybetmiştir. Sergiy, her şeyin değişeceğini, onca yıl savaştıktan sonra terk edip gitmenin ikileminden bahsettiğindeyse aldığı cevap, "Bu toprakları, Sovyet propagandası ve efsanelerinden arındırmanız on yılınızı aldı. Bu sefer de suyu ve toprağı arındırmak zorundasınız. Bu da onlarca, hatta yüzlerce yıl sürecek" olur. Film, savaşta Rusya yanlısı olan Ukraynalıların da ortak kaderi yaşadığını gösterir. "Sovyet propagandası ve efsaneleri"ne takılanlar olacaktır, filmin "emperyalist işi" olduğuna bitimsiz inançla, değişmez sol reflekslerle cümlelerini sıralayacaklardır… Onlara sadece "savaş öldürür"ü hatırlatmak gerek. Sadece maddi şeyleri değil, ruhları da öldürdüğünü, yiten her bir can kadar geride kalanların da yaşamını, ruhunu öldürdüğünü… Yaşamın öldüğünü!
Savaş kadar korkunç olan bir şey de, savaş sonrası ölmüş toprak, ölmüş su, terk edilmiş coğrafyadır. Hayatta kalanların yaşadığı, hayatta kalmanın suçluluk duygusuyla, yaşamı sürdürmenin yollarını aramak arasındaki sarkaçta salınıp duran kırık hayatlar. Teması savaş olan filmin post apokaliptik türdeki senaryosu ve kurgusu, en büyük kıyametin, kör inançlar ve bağlılıklarıyla insanın kendisi olduğunu gösteriyor.
Bir halkın hayrına olan durumu hiç kimse dışarıdan dikte edemez. Her halk, kendi iç muhasebesini kendisi yapacak ortak akla sahiptir. Bu aklı kullanıp kullanmama tasarrufu da her halkın kendisine aittir. Valentyn Vasyanovych’in Platon’un kurmaca adasıyla aynı adlı Atlantis’i de bunu yapıyor. Atlantis, devletlilerin kibriyle gelen savaşın yol açtığı yıkıma, artta kalan insanların bitimsiz mutsuzluğuna, ölen toprağa, yok edilen yaşama toplu ve sessiz bir ağıt.