Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Babalar ve evlatları

Bizim babalarımız, zulmün eleğinden geçmiş hayatlarını kırparak masal yapar, anlatırlar torunlarına. O masallarda zalimler onların babaları, kahramanlar bizim dede ve babalarımızdır.

Bizimle sonsuza kadar yaşayacakmış sandığımız ama bir yaştan sonra ya da bir nedenle kum gibi parmaklarımızın arasından süzülüp giden babalarımızın içimize bıraktığı o kocaman boşluk...
Çığlık atsak bile sesimizi o boşluğun emdiği, bizden başkasının duyamadığı, iki damla gözyaşıyla yıkdığımız o derin vadi... Evvelimizin bizi bıraktığı o yalnızlık sarayının boş koridorları... Özlem, özür, övgü ve pişmanlığımızın beş para etmediği, elimizin boş döndüğü evren kapısı, babalarımız...


Üremek, evlat ve baba olmak bütün bir canlı hayatın ortak eylemi olsa da bir eşitlik değil, mülk ve miras üretir. Zalimin evladına bıraktığı kan ve gözyaşı ile mazlumun bir sufle gibi evladına bıraktığı kadere razı olma aynı şey değildir. Tıpkı ölüm gibi, eşitsizlik de doğmakla başlar.


Eskimez, bir gömlek gibi yenisi alınarak değiştirilmez bu insan eşitsizliği. Sınır ve ülke de tanımaz, neredeyseniz gelir sizi orada bulur. Çünkü çiftçi Kabil, çoban Habil’i sizden çok önce öldürmüştür.
Bir genelleme yaparsak: Zalimler mülk ve iktidar uğruna işledikleri suçlara çocuklarını ortak ederken, mazlumlar dünyada itildikleri yerden dolayı, hak ve adalet için çocuklarının başkaldırılarına esin olurlar. Külün ateşi kendinde saklamasının nedeni bu olsa gerek. Yakan onlardır. Kül olan biziz. Ateş de insanlık hafızasıdır...


"Bir baba olduğumuzda, bir de babamız öldüğünde büyürüz" demiştim bir şiirimde. Kendi payıma bu zorunlu iki büyümeyi de yaşadım. Her biriniz gibi yaş aldım hayattan, sevinç bıraktım. Acılar bir görev gibi üstüne düşeni yapmakla bitmez. Mezarlardan dönülünce yoklukları uğuldar...


Aslında babaların evlatlarından önce ölmesi hayatın akışı içinde normal bir durumdur. Ölümsüzlük arayışları dışında buna bir çare aramamıştır insanlık. Likya kralı Krezus’un söylediği gibi: "Barışta oğulları babalarını gömer, savaşta babalar oğullarını." Hayatın normal akışını bozan ve ölümü daha da kabullenilmez kılan bu durumdur.


Otuz küsur yıldır evladı ister asker olsun, ister gerilla, babaların ortak kaderi ve kederi budur memleketimizde. O babaların sessizliği dipsiz bir göl gibidir, girildiğinde boğulur her insan. Gözlerinin siperi kaşlarında fırtına eser onların. Kimseden yardım istemeden, hiç yaşlanmayan o acılarını ömür gömleği olarak giyer ve öyle yaşarlar. Ve o ilk evlat ölümünden sonra gelen hiçbir ölüm küllendirmez o babaların acılarını, tersine ateşe atılan odun gibi harlar acısını onun.


Onların babaları zulmü başlatan ve sürdüren, bizim babalarımız onların zulmüne maruz kalanlardır. İçlerindeki sevinç düşer de toprağa, acılarından ayağa kalkarak, kederleriyle yürüyen, bir günde bin yaş alanlardır. Duvar diplerinde tütün sarıp kendilerini yakar, duman gibi evrene dağılırlar. Ki, yine de o babalardır acılarını kendilerine pusula yapıp, yön bulan.


Onların babaları insanları dillerinden, kültürlerinden, toprağından, köklerinden koparıp sürgüne yollayanlardır. Bizim babalarımız şapkası ve ayakkabısı arasına sıkıştırılmış, vagonlarla sürgün edilenlerdir. Yırtılarak pencereden fırlatılıp atılan kitap sayfası gibidir, konacağı yer rüzgârın insafına bırakılmış. Sürüldükleri yerlere eski yurtlarının adını veren yine onlardır...


Bizim babalarımız cezaevi kapılarını, onların babaları saray kapısını bilirler. Biz evlatlar görüş günü bekleriz anne, baba ve kardeşlerimizi görmek için, onların evlatları, enişte ve dayıları çat kapı girerler babalarının saltanat makamlarına...


Bizim babalarımız bir uçurumdan atılmadan, diri diri yakılmadan yani öldürülmeden yakalanmışsak eğer, gördüğümüz işkencelerde bir deri, bir kemik kalmış olsak bile, bunu sineye çekip, yaşıyor olmamızı sevince sayarlar. Onların babaları evlatlarının tırnağı taşa değse kıyameti koparırlar...
Biz içerde gün sayar, gençliğimizi veririz dört duvar bir hücreye dışarı çıkmak için, onların evlatları çaldıkları paraları sayarak da olsa çıkamazlar bir türlü insan içine. Biz savunmasız, onlar koruma ordusuyla gezerler...


Bizim babalarımız biz evlatlarını insanlığa faydalı olsun diye, dişinden tırnağından arttırarak okuturlar. Onların babaları saltanatlarının bütün imkânlarını kullanarak kırk kapı geçip, yedi ülkede okuturlar evlatlarını ‘Hızır Paşa’ olsun diye. Bizden deyişler kalır hayata, onlardan kimsenin sahiplenmediği zulüm.
Onların babaları saray kurarlar kendine, odaların sayısını bilmez çocukları. Bizim babalarımızın derme çatma kerpiçten yapılmış, üç göz evleri yıkılır başlarına. Annesinin eteklerine asılmış çocuklar olarak kışın ayazında yaşarız Sur’da, Cizre’de ve daha bir çok Kürt kentinde. Tanrı bile terk eder bizi, bütün dualar onlardan yana...


Onlar nereden gelmiş olurlarsa olsunlar, bir sünger çekip evvellerine, hemen orada ‘Türk’ oluyorlar. Biz onların karşısında varlığıyla kahreden Kürt kalıyoruz nedense. Oysa biz Kürt olmasak onların bir şey olacağı yok. Kabahatin büyüğü bizim menşeimizde.


Onların babalarının servetleri, öbür dünyalarına asla götüremeyecekleri dünya kiridir. Bizim babalarımızın serveti çocukların hak ve adalet için başkaldırısıdır, bankalarda değil, bir kalpte taşınan.

Onların babaları yenilince ya bir lağım faresi gibi lağımlarda saklanırlar, ya da bir başka ülkeye kaçarlar. Bizim babalarımız onlar iktidardan alaşağı edilince sürgünden yurtlarına döner, dağa, taşa, suya, akan çeşmeye yeniden ‘hoş bulduk’ derler...


Onların babaları ağaca balta sallayan, suya kelepçe vuran, havanın yüzüne bakmayanlardır. Bizim babalarımız toprağın, suyun, havanın bin halini bilenlerdir. Baharı onun gibi renkli giysileriyle karşılayanlar, yağmurlarla hayatlarını yıkayanlar ve rüzgarda sallanan buğday başaklarının bereketini bilenlerdir.


Onların babaları ağaca, ormana kıyarak, inşaat alanı açarlar. Bizim babalarımız kuruyan ağacın yerine yenisini diker, her birine insan gibi isim verirler. Onlar satmayı ve satın almayı bilirler, biz üretmeyi ve paylaşmayı biliriz...


Onların babaları koruma ordusuyla gezerler, bizim babalarımız dimdik ve yalnız başlarına, onur gibi alınlarında taşıdıkları evlat acısıyla. Bilirim, bu durum kap doldurmaz, karın doyurmaz. Ama hayatı tümden yemek ve içmeğe indirmeyenler, yine de bizim babalarımız, annelerimizdir. Bu nedenle onların yoklukları gelip kalplerimizin tahtına oturur.


Onların babaları bir giydiklerini bir daha giymez, atarlar. Moda onlar için, terziler onlar için, aynalar ve ütü izi... Bizim babalarımız giydiklerini eskitir, yamalarına, pantolonlarındaki diz izine, ceketlerindeki dirsek izine ve o giysilerin içinde geçen hayatlarına saygıyla bakarlar.


Onların babaları torunlarına yaşadıklarını değil, satın aldıkları masal kitaplarını okurlar, Bizim babalarımız, zulmün eleğinden geçmiş hayatlarını kırparak masal yapar, anlatırlar torunlarına. O masallarda zalimler onların babaları, kahramanlar bizim dede ve babalarımızdır.

Ve elbet devran dönecek, onların çocukları, çalmış çırpmış, vurmuş kırmış, talan etmiş, sürmüş babalarını cezaevinde ziyarete gidecekler. İşte tam o gün bizim babalarımız özgürlüğüne kavuşacak oğullarını, kızlarını karşılamak için cezaevi kapısında davul zurna çalacaklar...

...
Fadıl Öztürk

[email protected]

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi