Ceren Gündoğan
Balinanın Karnı
Darren Aronofsky’nin sekizinci filmi The Whale (Balina), Samuel D. Hunter’ın tiyatro oyunundan yine yazarın senaryo uyarlamasıyla sinemalarda gösterimde.
Brendan Fraser’ın oynadığı Charlie tutkuyla bağlı olduğu ve aşkı için yıllar önce küçük kızını ve eşini terk ettiği sevgilisinin hazin bir sürecin sonunda intihar etmesiyle girdiği yastan çıkamaz. Kendini yemeye verir ve üç yüz kiloya yakın bir “acıdan dev” haline gelir. Yaşadığı partner kaybı acısı ve kızını terk etmenin vicdan azabı suçluluk duygusuna, suçluluk duygusu da kendini cezalandırmaya dönüşür. İçinde yaşadığı bedeni, içinde ölmeye hazırlandığı tabut haline gelir. İkinci kattaki evinden yıllardır çık(a)mayan Charlie, diğer yandan entelektüel bir edebiyat öğretmenidir. Herman Melville’in Moby Dick’i ile özdeşleşmiştir.
Uzaktan eğitim verdiği derslerden biriyle, bilgisayar ekranındaki öğrencilerin görüntüsüyle açılıyor film. Öğrenci yüzlerinin ortasındaki tek siyah ekran Charlie’ninkidir. Kamerasının bozuk olduğunu söyler öğrencilerine. Seyirci kamerası Charlie’nin siyah ekranına -kara bir deliğe- yaklaşırken, seyircinin balinanın karnına yolculuğu da başlıyor.
YIKIM / YARATILIŞ
“Birçok kötü nevrozun, hayatın öğleden sonrasına geçiş esnasında ortaya çıkmasına şaşırmamalı. Bu bir nevi ikinci bir ergenlik, bambaşka bir fırtına ve stres dönemi, tutku fırtınalarının sıkça eşlik ettiği o ‘tehlikeli çağdır’. Ancak bu yaşta ortaya çıkan sorunlar artık eski reçetelerle çözülemez; saatin ibresi geri alınamaz. Gençliğin dışarıda bulduğu ve bulması da gereken şeyi, hayatın öğleden sonrasını yaşayan bir erkek (ya da kadın) kendi içinde bulmalıdır.” Carl Gustav Jung, Analitik Psikoloji Üzerine İki Deneme
Charlie’nin hikâyesinde yeme bozukluğu olarak zuhur eden dışsal aksiyonun tetiklenmek için geçerli birçok nedeninin olduğunu görüyoruz. Oyunun, senaryonun, hikâyenin birincil başarısı da bu. Charlie’nin çocukluğuna dair hiçbir açıklamaya, ipucuna girişmeden bize onun vardığı noktayı, o noktada neler yaptığını gösteriyor. Balina gibi psikolojik labirentlerde gezinen, psikolojik tezleri olan dramalarda (Türkiye dizilerinde pek yaygın bu ara) alışkın olduğumuzun tersine. Karakterin açmazlarını çocukluk evresinden değil, yetişkinlik dönemindeki tercihlerinden ve bu tercihlerin, davranışların iç muhasebesini yapan looser’lığından başlatıyor. Başkarakter Charlie’nin hareket kısıtı getiren hantal bedeninin, geçmişte kalmış, evliliğine dair hatırladığı tek güzel an, “uzak bir anı” flashback sahne dışında tek bir mekânda geçen filmin, devingen bir film olmasının nedeni, başarısı da bence bu.
Bir diğer başarı da, bireysel bir trajedinin toplumun çoğunluğunu temsil becerisi. Kapitalist toplum cangılında kaybolan bireylerin kendini arama yolunda, kendini yok etmesini göstermesi. Amerikan toplumu üzerindeki dini tarikatların etkisini, inançsız karakterin tezine sadık kalarak anlatabilmesi. Biz dışında yaşayanların komplo teorileriyle iyice gözünde büyüttüğü Amerikan toplumunun basitliğini, bize yansıyanın dışında yoksul, orta halliye yakın, sağlık sistemi sorunlu bir toplumun ajitasyona kaçmayan temsilini, hazır gıda endüstrisinin iradesi kırılmış bir bedene yapabileceklerini, “iğrenç” kavramına genel yaklaşımı izliyoruz.
Yönetmenin, seyircinin duygularını köpürtecek hamleleri, duygusal anlarda, duyguyu yükselten müzikler (Rob Simenson’ın müzikleri iyi, zaten yükseleceğimiz bir sahneye ekstra müzik koymak iyi bir tercih mi, sorguladığım bu) yerleştirmesi, kamera ve ışık oyunları olmasa da olurdu belki ama tüm bu Aronofsky’sel mühendislik ataklarına rağmen (ekstra duygu yüklenen sahneler yabancılaştırıcı etki bırakıyor bende) duygulanmamak elde değil. Bireyin trajedisi cam hançer, kalbe saplanıyor…
Yeme bozukluğunun ve obezitenin çok çeşitli nedenleri var elbette. Balina, suçluluk duygusunu ve yasın evrelerini sağlıklı bir şekilde çözümleyemeyen, öğretmen, baba, eşcinsel, beyaz, inançsız, Hristiyan gibi toplumsal rolleri/kimlikleri olan Charlie’nin hikâyesi. Salondan çıktıktan çok sonra bile, giderayak arayı düzeltmeye çalıştığı, 8 yaşındayken terk ettiği kızı Ellie’ye haykırışları kulağımda çınladı: Sen müthişsin, muhteşemsin. İnsanlar muhteşem.
Ona sadece Charlie olduğu için sevgi yansıtan, ona ayna olan sevgilisi Alan öldükten sonra hiç kimseden duymadığı, duymamak için de (paternler…) dünyanın kilosunu üstüne giyerek kendi tabutunu inşa eden Charlie… Brendan Fraser mükemmel aktörlüğüyle yaralarını örtmek için yok oluşunu inşa eden Charlie ile mükemmeldi. Ödüller sanatsal anlamda her zaman belirleyici değil ama En İyi Erkek Oyuncu Ödülü ile Oscar heykelini alması anlamlı.
Sadie Sink, küçükken babası tarafından terk edilmiş, baş belası, öngörülemez duygu ve davranışlarıyla ergen Ellie ile tekinsiz bir rolün üstesinden devingen bir oyunculukla geliyor.
Charlie’nin kadim dostu ve tek ziyaretçisi, (Charlie’nin camdan beslediği karga dostunu saymazsak) sevgilisi Alan’ın evlatlık kardeşi hemşire Liz’de, filmde Charlie’nin obezliğinin de getirisi grotesk atmosferi kıran, Oscar’da yardımcı kadın oyuncu ödülünü alan Hong Chau’nun oyunculuğu duru, sade, dış dünyadan seslerin olağan etkisinde.
OYUNCULUKTA BİYORİTİM / OTOBİYOGRAFİ
Avrupa’daki tiyatro topluluklarında yaygın bir prova sürecidir biyoritme göre çalışmak. Oyunculuğun duygu kadar, yaklaşıma göre belki duygudan önce, fiziksel bir edim olduğu bilgisi ışığında bir oyunun provası sahnelenme saatiyle aynı saatte yapılır. Oyuncunun bedeni de bu saate göre ayarlanmış olur. Aronofsky, filmin oyuncu seçmeleri-rol dağılımı (casting) aşamasında özel bir efor harcamış belli ki. Fraser ve Chau’nun öz yaşamlarına bakıldığında (internette var) rolleri ile örtüşen, teğet geçen yanlar, dertler bulmak mümkün.
Dert çok… Bugünkü birincil derdimiz seçim ve oy kullanmak. Otokrasi altında yazdığım son yazı olsun diliyorum. Öngörülemeyen ergenliği, duyguları ve anlık güdüleriyle davranan toplumsallığımız, velev ki otokrasiyi sonlandırmaya yetmedi. Bir arada durabilmenin gücünü gördük, umutlandığımız şey bu. Zıt yerlerde olsak bile yan yanayken güçlüymüşüz meğer. Kutuplaşa kutuplaşa birleştik. Gerisi gelecektir…
Öncelikli derdimiz bitince diğer dertlerimize gelecek sıra. Balinanın karnında yaşamayı başarmışsak da artık dışarı çıkmak istiyoruz. İnsanız ve İnsanlar muhteşemdir.
Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL'de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım'da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV'de Artı Sahne programı sürdürüyor.