Ergun Babahan
Barış masasından suikast planlarına
Türkiye’de okuyamayacağınız bir kitabı okuyup bitirdim: 2005-2015 Türkiye-PKK görüşmeleri.
Gazeteci arkadaşım Amed Dicle, Türkiye’nin 2000’li yıllarına Avrupa Birliği müzakereleri, demokrasi, insan hakları, çoğulculuk, yakın geçmişin karanlık yüzüyle yüzleşme gibi konularında olduğu gibi damga vuran, geleceğe umutla bakma imkanı veren ‘Barış müzakerelerini’ kaleme almış.
Kitapta, masanın devrilmesinde Türkiye tarafının bakışı olmaması, elbette önemli bir eksiklik olarak kalmış ama bugünün koşullarına bunun gerçekleşmesini beklemek gerçekçi bir yaklaşım olmaz tabii ki.
Meselenin özü itibariyle, iki tarafın da muhatabına tam olarak güvenmediği, bir sonra ki niyet ve hamlesinden kuşku duyduğu bir süreçten geçmiş ve bugün içinde bulunduğumuz karanlık çukura yuvarlanmış bulunuyoruz.
Görüşmeler devam ederken AKP’nin bölgede kalekollar inşasına devam etmesi, PKK’nin bölgeye silah ve mühimmat yığması bu güvensizliğin açık göstergesi.
Ayrıca, müzakere sürecinde AKP’nin fiili ortağı olan Cemaat’in Kürt meselesi, PKK ve görüşmeleri yürüten MİT Müsteşarı Hakan Fidan’a olan tutumu, görüşmelerin başarısızlığa mahkum olmasına önemli bir başka etken olmuş bence. (Cemaat’in Hakan Fidan’a ilk günden itibaren yaklaşımının nedenleri, üzerine gidilmesi gereken en önemli konuların başında geliyor bence.)
Türkiye’de bugün demokrasi mücadelesi veren kesimler, başta CHP olmak üzere, bunu Kürt meselesini yok sayarak yapmaya çalışıyor. CHP’nin AKP’nin reformcu dönemdeki tavrından farklı olarak Kürtleri yok sayması güçlü bir demokratik cephenin ortaya çıkıp güçlenmesini engelliyor.
Bu tablo, sadece Cumhurbaşkanı Erdoğan ve AKP’nin elini güçlendirmiyor; devletin başta Kürt meselesi olmak üzere, varlık nedeni gördüğü meselelerde doğru bildiğini hiç bir kısıtlamaya uğramadan hayata geçirmesi sonucunu doğuruyor.
Bugün Türkiye’nin AKP muhalifi kesimlerinin, 1915 Anadolusu’nda İttihatçılara muhalif kesimlerden farkı yok. Konu devletin bekası olduğunda, gerçeğe gözünü yummakta tereddüt etmiyor.
Aslında, koşullar her açıdan 1900’lü yılların başlarına benziyor. Demokrat kesimlerin naifliği, Türklerin Kürtlerle eşit koşullarda yaşamayı kabul edeceğine inanması, devletin iki halklı bir toplumu içine sindireceğini düşünmesi, Ermeni meselesi, savaş ve parçalanma açısından çok benzeşiyor. Adeta karbon kopyasını yaşıyoruz bir dönemin.
Batı’dan farklı olarak toplumsal aklı devreye sokamayan, esneyemeyen toplumların başına gelenin Türkiye’nin başına bir kez daha gelmesi kaçınılmaz görünüyor.
Devletin kararı kesin: Avrupa’dan uzaklaşmak ve dindar kesimle ittifak içinde Kürt meselesinin önünü kesmek.
Avrupa’dan uzaklaşmak istiyor çünkü devlet hafızası Batı’nın ittirmesi sonucu girişilen reformların koca bir imparatorluğun çökmesine neden olduğuna inanıyor. Osmanlı’ya bakınca, çöken birçok uluslu ve halklı bir devlet yapısını, yükselen milliyetçi dalganın sonuçlarını, iflas etmiş bir ekonomi ve devlet anlayışını görmüyor. Bugün de aynı noktada.
Avrupa Birliği, devletin Batı mantalitesiyle yeniden yapılanması anlamına geliyor. Bu da devlet açısından İspanya’da, Fransa’da, Almanya’da olduğu gibi eyalet sistemi anlamına geliyor. Önce özerk yönetim, sonra bölünme diye düşünüyor.
Bu tabloyu ilk dile getiren ve bugünkü siyaseti dile getiren Milli Güvenlik Kurulu eski Genel Sekreteri Tuncer Kılınç olmuştu: Neden sürekli Batı’ya bakıyoruz, Rusya, Hindistan, İran ve Çin ile iş birliğini düşünmüyoruz diyerekten…
Avrupa Birliği reform ve sonuç itibariyle parçalanma olarak görüldüğünden bilinçli bir Avrupa’dan uzaklaşma-kopma politikası izleniyor. Bugün başta Almanya’yı suçlayan AKP kadrolarının bir kısmı da bu gerçeği görüyor ama bu tabloyu değiştirmek için bir şey yapamıyor.
Böyle bir izolasyonun tam da korkulan sonuçlara yol açacağı gerçeği göz ardı ediliyor açıkçası.
İkinci politika ise, ne zaman biteceği bilinmeyen bir savaşa insan gücü ve toplumsal destek bulmaktan geçiyor. CHP tabanın önemli bir kısmı da Kürt meselesinde dindarlardan farklı düşünmüyor, hatta din kardeşliği fikrine yakın olmadığından daha ırkçı olabiliyor.
Üstelik bu savaşta kendisini ‘Beyaz Türk’ olarak tanımlayan kişiler veya çocukları ölmüyor, gariban Anadolu evladı ölüyor. Devlet, sayıca güçlü ve devleti sorgusuz sadakayı olan bu kesim üzerinden yeni bir toplum inşa ediyor.
Barış masasının devrilmesinin sonucunu savaşarak, can kaybederek, demokrasi ve 300 yıllık Batılılaşma politikasından uzaklaşarak ödüyoruz.
Daha da ağır ödemeye devam edeceğiz…
Bu konuyu yazmaya devam edeceğim…