Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

Basit bir soru(n)

Dilin hareketini basitleştirmekse hiç kolay değil. Özdeşlikleri ve yanılsamalarını bir bir deşip irdeleyip gerçek özdeşlikleri bir yana ayırması gerekiyor bilimsel incelemenin. Bunu yapmak çok zor olduğu için de, alternatifi ağır basıyor genellikle.

Batum Türküsü diye bilinen türkünün sevdiğim bir versiyonunun video kaydına (izlemek isteyen olursa: Batum Türküsü - Özgü Özman & Jaron Freeman-Fox - YouTube) İngilizce altyazı eklendiğini ve bunun insan mı makine mi ürünü olduğunu bilmesem de güzel bir çeviri olduğunu fark ettim. Güzeldi güzel olmasına ama ufak bir hata vardı çeviride: “Pencereden içeri / Al beni otağına” dizesi “Right from the window / Take me into your tent” diye çevrilmişti. Peki otağ ne demek burada?

Bugünkü standart Türkçede “çadır, büyük çadır, hünkâr çadırı” gibi anlamlara geliyor, ama türküdeki anlamı başka: Düpedüz “oda” demek. Otağ/otak ile oda esas itibariyle eşil kelimeler (yani geçmişte aynı olmakla birlikte bir şekilde ortadan ikiye çatlayıp büsbütün bağımsız olmasa da yeni değerler kazanmış ikiz kelimeler). Çevirmen otağ’ın ağızlardaki anlamını bilmediğinden (ki gayet normal bir durum bu), standart koddaki anlamıyla yorumlayıp çevirmiş.

Amacım çevirmenin işinde kusur bulmak değil; dile meraklı biri olarak, aksayanın ne olduğunu bulmak ve adını koymak. Eh bu da bana pek kolay gelmiyor. Meseleyi eşzamanlılık/artzamanlılık (şimdi/geçmiş) düzlemi üzerinden anlamaya kalksanız, yetmiyor. Çünkü türkünün nispeten eski bir veri olduğunu ve söylem türüne özgü sebepler nedeniyle donup kaldığını kabul etseniz bile (ki bunu da ayrıca araştırmak gerekiyor), eşzamanlı düzlemdeki farklılık, yani standart kod ile ağızlar arasındaki farklılığın da devrede olduğunu bir şekilde kabul etmek gerektiğini hissediyorum.

Otağ’ın Doğu Anadolu ağızlarında “oda” anlamında kullanıldığını biliyorum. (Nitekim Derleme Sözlüğü’nde de Erzurum’dan bu kullanımın tanığı olduğu görülüyor.) Bu türküden de anlaşılıyor ki Doğu Karadeniz ağızları ya da en azından Batum ağzında da aynı değerle kullanılıyormuş. Peki. Ama biz bu durumdan nasıl bir sonuç çıkarabiliriz? İşte zorlandığım nokta burası. Ki nihayetinde bu yazıları neden yazdığımı sorgulatacak bir dizi soruya kapı aralanıyor. Ama bu soruları zihnime üşüşen bir sinek sürüsü gibi elimin tersiyle kovsam daha iyi olacak şimdilik. Ve şu tür sorulara odaklanmaya çalışalım: Anlam nasıl saptanır? Anlamı billurlaştıran çerçeve nasıl tanımlanabilir?

Yukarıdaki dizelerde bahsi geçen mekânın görkemli de olsa çadır olduğunu varsayalım bir an için: Nasıl pencereleri vardı ki otağların, kapı yerine kullanılabiliyordu? Çadırda böyle bir pencere hayal etmemiz mümkün mü? Hani tırmanırken genç-yetişkin bir erkeğin yükünü çekebilecek bir otağ? (“Kelimenin anlamını referansıyla, dış dünyadaki göndermesiyle değerlendirmek yöntemsel olarak doğru mu?” sorusu da erbabının aklına gelecektir.

Anlamak için kullanma ihtiyacı duyduğuma göre dünyanın devreye girdiği kerteyi teoriye katmak gerektiğinin farkındayım ama bunu yapmak için gerekli araştırma ve düşünme zamanından yoksunum. Bu nedenle bu sorunun hakkını vermeyi erteliyorum – zaman zaman yapmak zorunda kaldığım gibi.) Demek ki dünya, bu dili veya bu söylemi taşıyamıyor. “Çadır” ile (örtük olarak var olan) “tırmanmak” anlambirimleri aynı yere basmıyor. Burada çalan alarm zilini duymak gerekir(miş).

Peki hangi dünya anlam verebilirdi bu dizelere? Ve çevirmen nasıl keşfedebilirdi bu anlamı? Çeviri faaliyetinin en iyi taraflarından biri bir dildeki belli bir sözcenin anlamını bir başka dilde betimleme imkânı vermesi, hedef-dilin kaynak-dil için üstdil işlevi görmesi (olanaklar nispetinde). Sözceyi anlamlı kılabilecek dünya çadırınki değil. Bunu fark etmenin ikinci yolu ya da koşulu ise Batum ağzı (ya da genel olarak Kuzeydoğu Anadolu ağızları ile Azeri ağızları) hakkında bilgi sahibi olmak. Bir başka deyişle, aynı görünen iki kelimenin anlamını doğru saptamak için, hem (türkünün eski olduğunu varsayarsak) geçmişin hem de mekânın başkalığını kabul etmek gerekiyor.

Bu da bizi iki dize özelinde de olsa, başka bir (mikro-)“yapı” kabul etmeye götürüyor. Ve iki yapı arasındaki çakışmanın (sesteşliğin) yanıltıcılığına, tuzak oluşuna. Hem tarih hem de coğrafya düzlemindeki sesteşlik (aynı seslere sahip olsa da kelimelerin anlamlarının farklı olması) ise (semantik ya da göstergebilimsel) yapı kavramının –kuyusunu kazmasa bile– sınırlarını belirlemenin ne kadar zor olduğunu düşündürüyor. Yapı bu kadar (tarihsel ve coğrafi anlamlarıyla) yerel olabiliyorsa, bilimsel olarak nasıl başa çıkacağız onunla?

Bilim için karmaşığın basit açıklaması denir ya, felsefe de basiti karmaşıklaştırmasıyla meşhur. Bu iki hareket birbirinin zıddı da olabilir, tamamlayıcısı da. Felsefe sağduyuya karşı çalışıyor: Gördüğün o kadar basit değil, diyor. Bilimse felsefeye karşı: O gördüğün karmaşanın arkasında basit bir düzen var. Felsefenin karmaşıklaştırdığını basitleştiriyor bilim – tabii mümkün olduğunda. (Sağduyuya göre her şey zaten hep basit.)

Dilin hareketini basitleştirmekse hiç kolay değil. Özdeşlikleri ve yanılsamalarını bir bir deşip irdeleyip gerçek özdeşlikleri bir yana ayırması gerekiyor bilimsel incelemenin. Bunu yapmak çok zor olduğu için de, alternatifi ağır basıyor genellikle; sıradan (yani bilim-öncesi ya da düpedüz bilim-dışı) dil yaklaşımı çeşitli kaçış yolları buluyor kendine: Ya sahte-özdeşlikleri (yani dil içi faux-amis) özdeşlik sayarak yoluna devam ediyor, işine bakıyor, dolayısıyla bu yazıdaki örnek türünden hatalara düşüyor (kimisi tatlı-komik kimisi hazin çok örneği var) ya da kural koyucu dil yaklaşımında olduğu gibi kaçınılmaz teamülcülüğü (conventionalism) son raddesine vardırarak “Bu böyledir” diyor (sözgelimi “günün orta vakti” anlamına gelen kelime öğle değil de öyle yazılması gerekirdi dilin kendi hareketine göre).

Karmaşıklaştırmayı daha ileri taşıyarak “Ya hiçbir özdeşlik yoksa? Ya hepsi sesteşlikten ibaretse?” diye sorabiliriz. Sağduyu bize okuduklarımızdan ya da duyduklarımızdan bir şeyler anladığımızı söylüyor. Bunların hepsinin yanlış olması akla yakın olmadığı için şüphenin teorik sınırlarını belirlemek gerekiyor. Öyle bir şey mümkün mü? Değilse, titiz filoloğun (mesela Dede Korkut’un Günbed nüshasını okuyup anlamaya çalışıyorsa) tek çaresi her seferinde tam bir döküm (yani sözlük ve gramer) çıkarıp kontrol etmek. Bu zahmete girmeden, sağduyuya ya da sezgiye güvenerek, belki çok hata yapmayız ama hiçbir zaman emin de olamayız hata yapmadığımızdan.


Savaş Kılıç kimdir?

1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi